3 Ocak 2015 Cumartesi

"İKON FOTOĞRAF'ININ ya da KÜBA DEVRİM'İNİN 50. ZAFER YILININ ANISINA



"İKON FOTOĞRAF"ININ ya da KÜBA DEVRİM'İNİN 50. ZAFER YILININ ANISINA


Bu yazı, Küba Sosyalizminin bilimsel öğretilerine ve evrensel değerlerine sahip çıkılarak, devrimi ve sosyalizmi yaşatan Küba’nın emekçi halkına, Moncada Kışlası'nda, Domuzlar Körfezi'nde ve sonrasında düşen öncü gerillaların, tüm isimsiz kahramanların devrimci anılarına ithaf edilmiştir.
                             
         

 "İKON FOTOĞRAF"ININ ya da KÜBA  DEVRİM'İNİN 50.YILININ ANISINA.


Ne zaman vitrinlerde, sokak başlarındaki seyyar satıcıların tezgahlarında, kalabalık kitap fuarlarının stantlarında ticari kaygılarla basılıp, özellikle gençlerin devrimci heyecanlarına bolca slogan edebiyatı sosu ile servis edilmiş, hafızalarımıza kazılı bildik bir kumandan Ché Guevara posteri ya da rozeti görsem babamın:

 “ Gazetede daha ilk gördüğümde etkilendiğim ve gözlerimi alamadığım, başında yıldızlı beresi, dalgalı uzun saçlı siyah beyaz fotoğrafın ilerleyen yıllarda dünyaya bakışıma yeni ufuklar kazandıracağını, belleğime ve de vicdanıma yerleşip siyasal kimliğime yön vereceğini, o toy ve yeniyetme günlerimde elbette bilemezdim.” deyişini anımsarım.   

"Devrim", “Sosyalizm”, “Gerilla” sözcüklerinin tahmin edebileceğimden çok fazla derinlikte anlamlar içerdiğini, ait oldukları toprakların  emekçi halklarının, ezilenlerinin çarpıcı, yakıcı öykülerini taşıdığını anlamaktan uzak, körfez martılarının kanatlarında düşten düşe uçtuğum, meltem sarhoşu başımın üzerinde delikanlı rüzgarların estiği Karşıyaka Gazi Lise’si günlerimdeydim.

Hangi sıkıntılı ve çekilmez günlerimden birinde, ne tür bir ergen sorununun sıkıştırdığı zorunlu baba kız konuşmasında geçmişti bu söz?  Hep öyle olurdu;  pat diye kitabın orta yerinden konuşuverirdi. Sözünü ettiği konudan yaşantıma ve geleceğime ilişkin mutlaka bir ders, bir sonuç çıkarırdı… Sıkıldığımın ayırtına vardığında da gereksiz konuşmadığını, sözcük aralarında benim de konuşmamı, görüşlerimi ve duygularımı belirtmemi ima ederken gözlerimin ta içine bakar;  benden umutla yanıt beklerdi.

Ergen başımda dolanan, yakın zamanda durulacağa pek benzemeyen, ne yapsam söz geçiremediğim zapt edilemeyen delifişek fırtınaların etkisiyle olsa gerek, konuşmalarını çoğu kez dinlemez; dinlemezliğimi belli ettiğimi anladığımda da dinliyormuş gibi yapardım.  Hoş, dinlemeye çabalasam da neler anlattığını, neyi açıklamaya çalıştığını anlayamazdım ki zaten…  İşte o gün de, sürekli okuduğu gazetede çıkan fotoğrafın öyküsüne ilişkin konuşmasında da öyle olmuştu…

Fotoğraf dikkatini çeker çekmez oradaki bakışlara takıldığını, duruşuna anlam yüklemeye çalıştığını belirttiği o insanın öyküsü birlikte yaşantısının, insana, olaylara, yaşama bakışının nasıl değiştiğini, en önemlisi de bunu yıllar sonra ilk kez bana anlattığını, bulutlardan inemediğim, adımlarıma söz geçiremediğim günlerimde nasıl bilebilirdim ?!

Neyse ki, kendi ayaklarımla yere basmanın tadını, bunun ne demek olduğunu anladığım üniversiteyi bitirdiğim yıl, duvarlarına sinmiş öğrenci kokusunu ve sefaletini silip atamadığım evimde, malum fotoğrafa ilişkin anlattıklarını kendi yorumumla birlikte yazıya dökmeye karar vermiştim. Babamın uzun yıllar en yakın çevresine bile anlatmadığı ve yanlız benimle paylaştığı “Ché ile tanışma” duygularını dillendirme olanağını yakaladığım bu deneme metni, türlü yazınsal kaygılardan uzak, ne ki hata yaparım endişesinden olsa gerek yazıp yazmama konusunda üzerinde gereğinden fazla düşündüğüm bir yazıydı. Büyükbabamın açık kumral bir tene ve saç tellerine, yeşil gözbebeklerine sahip, Köy Enstitülü emekli bir öğretmen olarak tanıma fırsatım olduğundan, babamın da o değerli insana,  yapısal duyarlılık, incelik, duygusallık, ten ve göz rengi yönlerinden ne kadar çok benzediğini çok, pek çok düşünmüşümdür.

Büyük olasılıkla bu nedenle olsa gerek,  ilk dizelerime başlamadan Köy Enstitülü bir babanın oğlu olmanın nasıl bir şey olduğu, olabileceği nirengi noktasında uzunca bir süre kafa yorduğumu anımsıyorum. Bu yüzden “Sarışın oğlan çocuğu” sözcükleriyle başlayan metnin ilk dizelerinde, babamdan önce büyükbabamın bilgeliğini, kişiliğini, birikimlerini ve yaptıklarını yad ettiğimi itiraf etmekte hiçbir sakınca yok:    

“ Sarışın oğlan çocuğunun ilkokul son sınıfı okuduğu yıl, elbette yaşının gereği, henüz koşullarından, yaşadığı toplumsal ve siyasal gelişmelerinden habersiz olduğu uzak, denizaşırı bir ülkede, trajik olduğu kadar isyan edilesi, CİA örgütlü bir cinayet, yargısız bir infaz, düpedüz bir katliam gerçekleşmişti… ”

Tipik öğrenci savrukluğundan olmalı ki, ilk nüshası acemice yitirilen çıraklık dönemi metni muhtemelen aşağıdaki paragraflarda olduğu gibi, gerçeğine yakın ya da benzer anlatımlarla sürüyordu:  

“ Gazetelerin belki üçüncü, belki de dördüncü sayfalarında basit ve sıradan bir asayiş haberi, dağa çıkan eşkıyaya, tipik köylü cehaletine ilişkin gayrı meşru bir vukuatmışçasına yansıtılan olay, ne kötüdür ki - Devlete baş kaldırmış bir asinin hazin sonu-  olarak geçiştirilmeye çalışılmıştı.

“ Bu olaydan ve konunun özünde yatan gerçekten habersiz yaşadığı, aradan geçen üç ders yılının sonunda, ortaokulun son sınıfını okuduğu günlerden birinde, satılmak ya da kese kağıdı yapılmak üzere ayrılmış gazetelerin haber sayfalarını karıştırır. Babasının kaçırmadan, düzenli olarak okuduğu, kamuoyunda iflah olmaz, aşırı (öyle duyardı) solculuğu ile tanınan Akşam ve Cumhuriyet gazeteleri idi bunlar… İşte o gazetelerden birinde, ısrarla unutturulmaya çalışılan Kontra cinayetinin yıldönümü nedeniyle, diğer gazetelerden çok farklı olarak gerçekçi  bir haber yapmıştı. Haberin ayrıntısında kendisini duyuran ciddiyetin, verilen mesajın, ondan üç yıl önceki magazin gazetelerinde olayla ilgili yapılan kara propaganda ve pespaye çarpıtmayla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu…

“ Dünyayı ve olayları kavramaktan, olup biteni algılamaktan uzak çocuk belleğini, ergenlik hezeyanlarını epeyce geride bırakmasına karşın, okudukları karşısında aklı haberin satır aralarına takılı kaldı. Şimdi ise algı kanallarının kıvrımlarında donup kalmış olan olanca gizemi ve anlamlı suskunluğu ile portre bir resim vardı. Yüzünde belirgin ve kararlı çizgilere sahip, Latin esintilerine teslim etmiş özgür saçlarını kontrol etmeye çalışan basit beresi ile, birçok kişinin gözünden kaçma olasılığı olan resmin insanın adalet duygusuna dokunan canlılığı, adil, özgür ve insanlık değerlerinin korunduğu bir dünyayı görmek isteyen bir çift gözden kaçmayacak ayrıntılardandı.

Resmin hemen altında, “… aradan üç yıl geçti…” diye yazıyordu...  “ Yaralı olarak tutulduğu köy okulunda, yargı önüne çıkarılmadan infaz edilen gerilla önderi, Bölge halkının, ezilen, sömürülen Latin insanlarının yüreğinde Aziz olarak hak ettiği yeri bularak ölümsüzleşti…”

.  .  .

“ Aslında efsane çok önceden, halk için, halkı uğruna, yoldaşlarıyla birlikte silaha sarılıp isyan etmesiyle başlamıştı. Kontra cellatları onu kurşuna dizmekle, farkında olmadan halkın gözünde on yıllarca, yüz yıllarca yıkılmayacak, yok sayılamayacak bir ikon yaratmıştı. Ne karşı çıkılacak, isyan edilecek bir infaz, nasıl da haksız bir ölümdü… O ne ölüm haliyle anıtlaşma, o ne sonsuzlaşmaydı öyle. İlk bakışta yakalanamayan, ayırtına varılamayan derinliği resmin bir yerlerine saklanmış gibiydi…”

“ Dağınık dalgalı saçlı genç adam, başını usulca ama çok mağrur, belli belirsiz devinimle hafifçe yukarı kaldırmış, tam olarak omuz başından olmasa da, hafifçe sağ yana dönük, uzaklara, belki de uğrunda canını verdiği halkın, Küba Devrimi ile kavuştuğu geleceğine, eşit ve adil bir düzenle özetlenebilecek parlayan güneşine bakmakta idi.  Delip geçen, kendinden emin bir bakıştı bu.  Ne ki, düşünceliydi…

“ Düşünceli olduğu kadar, meydan okuyan, bir yerlere seslenen bir hali vardı. Yana doğru, uzaklara yönelmiş bu bakış, belki de bereli başın anlık bir devinimi ile oluşmuş ve tam da o hali ile objektife yakalanmıştı. Gelip geçici, uçucu, yitip gitmeye, bir o kadar da belgelenmeye, ölümsüzleştirilmeye hazır o an, böylece emektar makinesinin deklanşörüne basan sanatçının olağanüstü yeteneği ve refleksi ile sonsuza dek hayat bulmuştu.

“ Kapanmış, çizgi haline gelmiş dudaklarının suskunluğu, kişinin kendinden, inandıklarından, uğruna ölümü pahasına kavga ettiği değerlerden emin, rahat ve durgun akan ırmaklarca dingin görünümü ile tam bir ayniyet ve uygunluk içindeydi...  Hani aralanıverseler, sonsuza dek mühürlenmiş o bilge dudaklardan ipliği pazara çıkmamış  kaç eli, dili, cüzdanı kanlı haraminin foyası ortalık yere saçılacak, kaç dolar, kaç petrol çılgını, kaç tekel karı yamyamı bundan payına düşeni alacaktı.

“ Mütevazi tek bir yıldız iddiasız beresinin önüne, tertemiz, onurlu alnının tam ortasına gelecek biçimde yerleştirilmişti.

.   .   .

“ Kafasını ne kadar yorduysa da, doktorluk mesleğinin rahatlığı, hatta Küba’daki bakanlık kariyerinin avantajları ile yaşamının geriye kalan bölümünü kayda değer bir sorun yaşamadan sürdürebilecekken, emperyalizmin orantısız ölüm makinesinin karşısında, küçük  gerilla müfrezesi ile gönül rahatlığı ile durmasına bir anlam yükleyemedi. Adını koyamadığı, ayrıntısına inemediği bir şeyler içini acıttı, vicdanını rahatsız etti.  Öylesi bir zorbalığa, adaletsiz ve zamansız ölüme (Hoş geldin, sefa geldin) denebilir miydi?  İnsanın sonunu hazırlayan böylesi hak edilmeyen ölüme, ancak insanlığını yitirmemiş, en sıradan, masumane değerleri taşıyan bir insanın gösterebileceği ürpertiyle sarsıldı. 

“ Damarlarında alev alev dolaşan kanın da etkisiyle, yaşadıkları günlerde herkes tarafından kavranamayan, dahası pek de kabul görmeyen yenilikçi, toplumcu düşüncelerin heyecanlarını, coşkularını, sarıp sarmalayan sıcaklığını saklıyordu etrafından.

“ Aydınlanmasının ve ufkunun açılmasının önünde engel olarak gördüğü birileri tarafından ayıplanmaktan,  ötelenmekten, olur da okul yönetimi ya da disiplin kurulunca fişlenmekten gizliden gizliye çekinerek yapıyordu bunu… Akranları okulun servi boylu, çıtkırıldım güzel kızlarının peşinde komik duruma düşüp,  sıska bedenlerini çekişmeli okul maçlarının iddialı koşuşturmaları ile dermansız bırakırken, o ilk bakışta göze çarpan başkaldıran, karizmatik düşüncenin özgür ve asi havasından kendisini alamıyordu.”
.  .  .     
     


                                      Zamanın kavak yellerinin önünde gittiği günlerdi…

“ Üstlendiği ödevin konusu olabilecek olayı, beklemediği bir günde babasının sektirmeden okuduğu günlük gazetesinde bulmuştu. Not derdiyle sıkıldığı o günlerde, elişi dersinden baskı teknikleriyle ilgili verilen ödevin üstesinden gelmeye çalışıyordu. Önerilenler ve arkadaşlarının başvurduğu birçok yöntem arasından ağaç baskı uygulamasında karar kılmıştı. Ancak karışık kafasında henüz, işte budur, bu olmalı diyebileceği bir konu yoktu… Yaşadığı bulanık günlerde kafasında yeni yeni biçimlenen siyasal düşünceyle örtüşecek konu için günlerdir araştırıyordu. Sonunda onu rahatlatacak bir şey olmuştu işte; aradığı konu babasının atmaya kıyamadığı gazetelerin birindeydi.

.   .   .

“ Ağaç baskının resim kağıdı üzerinde matbaa mürekkebinin krom siyah rengiyle uygulanması, resim öğretmeni tarafından pek çok beğenilmiş ve okulun hemen girişinde ödüllendirilmiş resimlerin sergilendiği resim panosuna asılması uygun görülmüştü. Bu başarılı çalışmadan elbette öğretmenin de koltukları kabarmıştı. Zayıf, uzun boylu, ince narin parmaklı, eğitimciliği, yeteneği, yağlı boya yapıtları ile öğrencilerini etkileyen genç resim öğretmeninin, o günlerde henüz  edebiyatçı kimliği ortaya çıkmamıştı. İlerleyen yıllarda ‘Ağda Zamanı’ adlı öykü kitabı ile yazarlığa ilk adımını atacaktı. Henüz Kahramanmaraş, kanlı Maraş olmamıştı. O da, bu yüzden ‘Kıran Resimleri’ kitabını henüz vicdanlarımıza ve yüzlerimize çarpmamıştı.

Görünüm olarak ince ve kırılgan bir yapıdaydı; becerilerine ve eğitimciliğine diyecek yoktu. Kendine özgü bir duruşu, bakışı, kendince sanatçı bir ağırlığı vardı. Yapılan yağlı boya, sulu boya resimlere, türlü el işlerini eleştirirken oldukça ciddi yüz ifadesi takınırdı. Ama notu boldu, kötü de olsa emek verilen, üretilen şeyi över, yapılan çalışmaya değer verdiğini belli ederdi. Daha ders yılının başında etkilenmişti ondan.”

“ Sonraları, bu genç öğretmeni düşünmek istediğinde ise, onu, zayıf bileklerindeki pastel renkli kalın ağaç bilezikleri, uzun ve kemikli parmaklarına taktığı yine kendisinin  eseri  olan abartılı, ama  gösterişli  yüzükleri  ile  anımsayacaktı…
 
Kendisinin tasarlayıp ürettiği el emeği göz nuru, her biri renk renk, göz alıcı abartılı takıları takmayı belli ki çok seviyordu… Yakıştırdığı süslerin iriliklerine ve çarpıcı renklerine karşın, ince ruhlu bir insan olduğu açıktı. Yeni yetme sarışın çocuk onun titizliğinden ve de seçiciliğinden olsa gerek ona ‘İnci ruhlu öğretmen’ derdi içinden. Ne ki, ne o genç resim öğretmenin ne de sonrasında ‘İnci Aral’ olarak ünlenecek olan yazarın ilerleyen yıllarda bundan hiç haberi olmayacaktı. Şimdi üzerinde mavi atölye önlüğü, kollarını birbirine göğsünde kavuşturmuş; tüm sınıfı, yeni yetme delikanlının imrendiği, gizliden sevdalandığı sakin bakışları ve makyajlı, kraliçe Nefertiti’nin gözleriyle süzüyordu… Ödevlerin bitirilmesinin sonrasında, ortaya konulan yapıtların değerlendirilmesi, konuları ve başvurulan tekniklerle ilgili konuşmalar, eleştiriler neredeyse birbirinin aynıydı.

Hemen her fırsatta ileri geri konuşan, akıllarına ilk gelen eleştiri sözcüklerini pat diye söyleyiveren,  bilmiş öğrencilerin nedense bu kez ağızlarını bıçak açmıyordu. Bu alışılmışın dışındaki sessizlik, resmin kendine özgü çizgilerinin o güne dek yapılanların ötesinde değişik görselliğinden, belki de ödeve konu olan kahramanın kimliğinin açıklanmamış oluşundandı. Siyah ağaç baskısındaki bu derinlik ve gizem bir farkındalık yaratmıştı…

Yine de sıkıntılıydı işte… İçini kaplayan, bahar dallarınca devrimci duygularına yakıştıramadığı korkularla oturduğu sırasında suspus beklerken öğrencilerden birisinin ödevine suretine veren insanın adını söyleyiverecek diye avuçlarının içine ve sırtına ter basmıştı. Sonunda o gizliden gizliye beğendiği, değer verdiği, alay konusu olur diye sınıftan, sınıfın şımarık çocuklarından sır gibi sakındığı, ilk gençlik uykularını kaçıran o sarışın kız bozmuştu yine sessizliği :  
“ Hocam! Bu şey değil mi ?.. Hani, şu Güney Amerika ülkesinde… askerlerin öldürdüğü ... ”

Kız, cinayetin geçtiği ülkenin bulunduğu kıtayı tutturmuştu tutturmasına da… Katledilenin adı, kimliği sınıfın soru baloncuklarıyla dolu havasında kocaman bir çengelli soru işareti olarak asılı kalakalmıştı… Bu güdük ve hedefine ulaşmayan sözcüklerin ardından, daha başka kem küm edilen, konuyla uzak yakın ilgisi olmayan yakıştırmalar, acemi, çocuksu yorumlar geldi… Ancak bunlardan hiç birinin gücü boşlukta asılı kalakalan soru işaretini bulunduğu yerden aşağıya indirmeye yetmeyecekti… Delikanlı yanı başında oturan sıra arkadaşına belli etmeden, az önce soluğunu tutarak cezalandırdığı ciğerlerini dışarıya koyuverdiği kocaman bir solukla rahatlatmıştı.”

“ Yüreğinin bir yanı sevinirken,  diğer yanı tüm korkularına, çekincelerine karşın, o gerilla adının bir kerecik olsun sınıfın duvarlarında yankılanmamasına, uçarı haylazlara, kulaklarına dek kızarmasına neden olan ‘İnci Ruhlu Öğretmen’e dek ulaşmamasına üzülmüştü... Çakılıp kaldığı okul sırasında böylesi anlaşılmaz ikilemleri yaşarken, içinde gidip geldiği ruh hali, mevcut düzen karşısında yasa dışı konuma düşmüş bir yetişkinin durumuna, parmak ısırılarak herkeslerce kınanacak yaramazlıklar yapmış, ‘çok çirkin’ ve ‘çok ayıp’ şeyler düşünmekle suçlanan bir çocuğun psikolojisine dönüşmüştü. 

‘ Nasıl…’  demişti bir diğeri…  ‘ Bizdeki Köroğlu, Dadaloğlu gibi mi yani ? ‘ 
‘ Yok artık ’ diye atıldı, kızların aşık olduğu basketçi çocuk: ‘ İnce Memed ?! ’  

Bunu derken  konuyu sulandırmak, yani dersi kaynatmak için kolladığı fırsatı yakalamıştı. Doğaldır ki, ardı sıra gelen gülüşmeler… Bu ara teneffüs zili de çalmıştı. ”

Yazı böyle bitiyordu.
.   .   .

                                                                                       7 Ekim 1967, La Higuera...

Gerilla komutanı Dr. Ernesto Ché Guevara, emperyalizmin ölüm meleğine Latin Bolivya coğrafyasının La Higuera kırsalında, hiç de adaletli olmayan, cehennem ve felaket habercisi bir çatışmanın hemen sonrasında yakalandığında bacağından yaralı durumdaydı ve kan kaybediyordu… Ché’nin içinden çıkamadığı, kendisini ve yoldaşlarını kurtaramadığı pusu, aylardır tasarlanan emperyal komplonun vardırılan en kalleş noktasıdır… Pentagon güdümlü Barrientos'un  profesyonel askerleri tarafından yarasına müdahale yapılmaksızın köyün eskimiş okuluna kapatılır.  Takvimler 1967 yılının, ekim ayının yedinci gününü göstermektedir…  O ekim gecesinin havası kurşun gibi ağır ve boğucudur. Ardı sıra gelen iki günse, kumandan Ernesto Ché Guevara ve gelecekleri için savaşıp ölümü göze aldığı, komşu evlerde çoktan yasına durmuş yöre halkı için  çok uzun olacaktır…

Ernesto Ché Guevara,  9 Ekim 1967 günü,  kiralık faşist, Kontra katillerden Mario Teran denen alçağın dokuz hain kurşunu ile katledilir.
.   .   .  

Yaşamın hiçbir koşulunda ve zamanında tekdüze çizgi izlemeyen, aynı yaşamın diyalektik akışı içinde karşılaşılan ve yaşanılan bazı “an” lar, monoton yaşamın alışılmış, kanıksanmış gidişini bir anda değiştiriverir.  Böylesi tarihsel anlarda, o güne dek uyulan, ezberlenen kurallar, tabu bellenen dengeler bir anda alt üst olup yerle yeksan bozulabilir.

Sistemin üniformalı, üniformasız resmi ağızlarınca kutsanıp tescillenmiş kabul görmüş taşlar yerinden oynayabilir. İnsan vicdanında, beyninin kıvrımlarında şimşek çakımları yaratansa; bir film, bir kitap, bazen bir resim, darağacında edilen tek bir sözcük, tekmelenen taburedir… Kimi zaman, son nefesi savunmasız tabanca kurşunuyla alınmış, sırt üstü uzanmış yatan, halkın gözünde öykünün ta başından beri ikonlaşmış gerillanın kımıltısız bedeni, uzamış dalgalı siyah saçlarıdır…

Kişi yaşadığının, gördüğünün sonrasındaki günlerde, bazen yıllar sonra kitabın, fotoğrafın ve daha  fazlasına izin vermeyen darağacın gölgesinde atılan sloganın etkisiyle yaşantısının ve bakış açısının nasıl farklı mecralara sürüklendiğini anlar. Başına gelenin ayırtına varır varmaz da, güvenilir bulduğu yakın çevresine, sevdiği dostlarına yaşam ırmağının nasıl kendi halinde akıp dururken yaşadığı gerçekliğe ilişkin; o ana dek kendisinden başka kimsenin bilmediği bir takım samimi itiraflarda bulunur… Henüz ergen yaşının, ilk karmaşık günlerindeki kız çocuğuna anlatılmaya çalışılan öykü belki de böyle bir öyküydü.

Yaşamın bir çocuk elini tutar gibi elinizden tutarak, sizi alıp dokunaklı anlamlar, değişik değerler yüklü çok daha sıcak ve renkli dünyaların karışık yollarında, yine kendi halinize, yaşantınızın olanca doğallığı içine bırakıvermesi ne ilginç?  Ne dönüştürücü, ne paylaşımcı! Nasıl da anaç?  Eli öpülesi dostlar gibi vefalı… Bu dost sizi alır götürür, değiştirir. Gayretkeşliğiniz nafiledir; işin ne inceliğine, ne de sırrına varabilirsiniz. Önceki günlerdeki ‘siz’, siz değilsinizdir artık. Kendinizi yenilemenizin, değişime uğratmanızın hızını ve temposunu yakalamanız biraz zordur artık. Ayrıntılara girememeniz; çok önemli ya da çok sıradan bir günden sonra gelen yeni günde, hemen ertesi gün aynı durgunlukta, kendine özgü yatağında uslu bir çocuk gibi devinimsiz akan nehrin, aynı nehir olmadığını anlayamamanıza benzer.
.  .  .

Kız çocuğunun yitirdiği notlarından:

“ Yıllar sonra, yazın yeteneğine ‘erişilmez ve ulaşılmaz’ kabul edilen, sonradan Nobel ödülü alacak ünlü yazarımızın ‘ Bir kitap okudum hayatım değişti…’ dizesi ile başlayan, uzun anlatımlarla detaylandırılmış, insanın ve yaşamının değişikliğe uğraması noktasında, bende hiçte heyecan uyandırmayan romanını okudum… Yine de bunun, babamın insana bakışını, dünyayı yorumlama ve ele alış tarzını, kısacası yaşam gerçekten de inanılması güç biçimde değiştirdiğini ‘ söylediği, o siyah beyaz fotoğrafla ilgili bana anlattığı öyküsünden çok daha çarpıcı, daha sarsıcı, daha etkileyici geldiğini söyleyemem. ”

Değişim ve yenilenme, ciddi tarihi sorumluluklar ve görevler üstlenen önemli kişiliklerin çağının dobra tanığı olmasıyla, yaşananların karanlıkta bırakılmaya çalışılan ayrıntılarını, özünü, izleyicilerine, sevenlerine yalansız, dolansız, yani sözü dolandırmadan insanlara yansıtmasıyla anlamlı…

.  .  .

" Kötülüğün başarısı için gerekli olan her şey, doğru insanların iyilik adına hiçbir şey yapmamasıdır."  Edmund Burke.   


Halka ve can alıcı sorunlarına dokunan gerçekçi yapıtlar üretilmediği sürece, düzenin popüler kültürü, elbette biraz siyah beyaz Türk filmlerinin tadında, acılı ve kırılgan 12 Eylül açık faşizm döneminin sıradan ve gerçekten mağdur edilmiş insanlarını Orhan Pamuk yemlemesiyle Masumiyet Müzesi’ne koyarak; eli kanlı darbecilerini, bilumum katillerini hasıraltı etmeye çabalayacaktır. Doğaldır ki, Marmaris beldesinde kanlı ellerden çıkan Nü resimleriyle insanların gözlerini ve zihinlerini boyamaya yeltenecek, sindirdiği, yoksullaştırdığı, sendikasızlaştırdığı emekçilerle alay etmeyi sürdürecektir.

Yıllardır yaptığı gibi, dünya halklarının ikonlaşan fotoğrafını da, ucuz rozetlere, kuşe posterlere, kahve fincanlarına, iç çamaşırlarına ve kolyelere basarak, o muhalif, teslim olmayan devrimcinin ruhunu, kimliğini ve sosyalist kuramını unutturmayı deneyecektir… Düzenin onca devlet olanaklarına, yanıltmalarına ve saldırılarına karşın, işçi sınıfının tarihini çarpıtmayı başaramadığını, tam tersine eline yüzüne,  kalemine,  tuvaline  ve  objektifine  bulaştırdığını  söylemek  gerek.
.  .  .

Yitirilen notlara son ek:

“ Ticari metaya, içi boşaltılıp duygusal bir imgeye dönüştürülmeye çalışılan, başkaldırmanın simgesi bereli fotoğrafın taşıdığı tarihsel misyonu, onun esprisini bilen ben, yaşıtlarıma göre şanslı olmalıyım… İyi ki de, bazı şarlatanların meze yapmaya çalıştığı resmin nasıl bir iklimden geldiğini ve nasıl bir tarihi kişiliğe, nasıl bir erişilmez misyona ait olduğunu bilenlerdenim… İyi ki… İyi ki… ” 
.  .  .



                                                                                            5 Mart 1960, La Coubra anması …

ABD Emperyalistlerinin desteklediği hain sabotajla batırılan La Coubra gemisinde yaşamını yitirenler için cenaze töreni düzenlenmektedir. J. Paul Santre ve Simone de Beauvoir’un da onurluca dikilerek hazır bulunduğu tören alanında, Fidel Kastro kürsüde tarihe not düşen etkileyici, duygulu konuşmasını yapmaktadır. Orada, alanda bulunanların üzerine ağır ve hüzünlü bir hava çökmüştür. Yaşamı boyunca resmiyetten ve sıkıcı protokollerden uzak durmaya özen göstermiş Ché Guevara, kürsünün hayli uzağında, o an, orada suskunluğu tercih etmiş kederli insanların arasındadır.

Uzaktan görülebildiği kadarı ile hayli yaslı ve düşüncelidir. Deyim yerindeyse, ağzını bıçak açmaz.  Küba’lı fotoğraf sanatçısı Alberto Korda, Fidel’i ve ünlü devrimci konuklarını onlarca kare ile belgeleme pozisyonuna sahipken, onun sanatçı duyarlılığı ile tüm dikkati, basından ve meraklı gözlerden uzak durmaya çalışan efsane gerillanın üzerindedir. Korda hedefine kilitlenmiş usta bir nişancı gibidir;  Ché’yi görüntülemek içinse fazla zamanı olmadığının bilincindedir..  

Mesleği gereği zor olanın üstesinden gelmenin ve gelecek nesillere aktarılması gereken tarihi anı ölümsüzleştirmenin eşiğindedir. Geçilmesi gereken bu eşikse, öyle ortalık yerde görünmeyenin, öne çıkmayanın, hak edenin ve her an halkın içinde olmayı yeğleyenin bir anlık duruşunu yakalayabilmektir. Alberto Korda, saniyelerle sınırlı bir zaman diliminin içinde bunu başarır.    

Yıllar sonra ezilen halkların, dünya yoksullarının, doğdukları günden bu yana evsiz, işsiz, aşsız ve güvencesiz olanların kalbinde ruhunda ve bilincinde adeta ikonlaşacak, dolar ve medya baronlarının, düzen şakşakçılarının istismar etmek için can atacağı ölümsüz fotoğraf böyle ortaya çıkar.  

.  .  .

Ernesto Ché Guevara bu nedenledir ki, insanların arasında olduğundan, onların dertleri, sorunları ile kavrulduğundan, “ Haşin olmalıyız, sevgimizi ve şefkatimizi hiç yitirmeden” diyebildiğinden dünya emperyalistlerinin gözüne fena halde battı.  Ché Guevara kusursuz ve kıskanılacak bir biçimde sürdürdüğü devrimci yaşamında var olanlarla, elindekilerle yetinmedi; görev ve sorumluluklarında, hemen her koşulda bir fazlasını istedi.  ABD Emperyalizminin, halkların devrim/ sosyalizm, barış, kardeşlik mücadelesinde en sinsi, en ölümcül tehlike olduğu gerçeğinden yola çıkarak, bunun çözümünü cesurca, çok açık biçimde  “ … iki, üç daha fazla Vietnam ”  şiarı ile ifade ettiğinden, başta ABD olmak üzere dünya faşistleri ve gericileri tarafından hedef tahtasına konuldu.


“ Kar, sömürü ve istismar amaçlı ticari değerlerin, sembollerin egemen olduğu emperyalizmin tek kutuplu sisteminde, yıldızlı bereli resmin değeri,  bu ülkenin fabrikalarında, üniversitelerinde, ovalarında, tarlalarında ve de tutukevlerinde eylem adımlarıyla yürüyenler için, babam için neyse benim için de odur.

Birçok halk önderi gibi, abartılarak ‘yakışıklılığı’ bilinçli olarak öne çıkartılan, sinsice utanmazca içi boşaltılmaya, özünden, kimliğinden, tarihinden koparılmaya çalışılan Ché’ nin duruşu, devrime ve sosyalizme inanmışlığı, sıkı kuramcılığı ve mücadeleci ruhu ezilen dünya halklarının umudu ve yol göstericisi olmaya devam edecek… ” 


Cihan Bilgen 26 Ekim 2008 Karşıyaka. Güncelleme 03 Ocak 2015 H.Oğuz Bilgen  



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder