BİTTİ, BİTTİ, BİTMEDİ…
"Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime,
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime..."
|
Şimdilerde neo-liberalizmin dünyaya
bakış ve ele alış yöntemi olarak baş tacı yaptığı post modernizmin, işine gelen
konunun ya da olayın içini boşaltıp manipüle etmek, canını sıkanı, huzurunu
kaçıranı ise yok sayması, yok etmesi, Zati Sungur ustanın kemiklerini
sızlatacak cinsten… Politikanın en uzağında olan birisinin dahi anlayabileceği
üzere, Cherokee örneği ilginçtir. Beyaz adam, zengin ve bereketli
topraklarından sürerek canlarına ot tıkadığı, yok ettiği, doğaya ve insana
ancak bir karınca kadar zararı olan Cherokee yerlisininin varlığını, tarihini
yok hükmünde kabul ederken, onun adını -güç ve dayanıklılık timsali olarak- 4x4
Jeep’lerine vermekten zerre kadar utanmaz.
Uzak topraklardaki Kızılderili
dostlarımızın hüzünlü öyküsünden, yakın coğrafyamızın uzak ve yakın zamanında
yaşananlara gelindiğinde de bu gerçek değişmez. Öne çıkmış isimler ya da
olaylar, yaratılmış değerler, resmi ideolojinin müsamere sahnesinde, altlarında
yatan gerçeği asla günışığına çıkarmayan, açıklanmayan durumların yinelenmesi
gibi fasit daireler olarak döner dururlar.
Bol parfümlü Lions gecelerinde ağlak
yüzlerin gözpınarlarını harekete geçiren ünlü Sarı Gelin türküsünün, aslının
“Sari Gyaln” olduğu, soyuna sopuna kibrit suyu, ocağına incir ağacı reva
görülmüş bir çilekeş halkın kültüründen geldiği gerçeği bu çözümsüz dairelerden
birisidir. Ya “Dersim Dört Dağ İçinde" türküsü!?..
Olasılıktır, Ahmet Kaya'nın linç edildiği Magazin Gazetecileri Gecesi’ndeki kılıç kalkan, çatal bıçak
meraklılarını bile duygulandırıp terennüm ettirebilir! Dersim’in kaç dağ içinde
olduğunun, sözlerinin ve ezgisinin tarihin hangi karanlık, soğuk, vefasız
kesitinden damlayıp geldiğinin önemi yoktur!
Toto Karaca eşsiz bir "Türk" tiyatrocudur;
Nubar Terziyan ünlü bir “Türk” sinema sanatçısı… Hepsi budur, burada
durulmalıdır. Bu emekçilerin etnik kimliklerinden hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir biçimde söz edilmez. İnsanların ait oldukların sosyal doku, dinsel ve inançsal kimlikleri, geldikleri yerler, geçmişleri, yaşadıkları her daim bir sır, bir ayıp gibi saklanmaya, perde arkasında tutulmaya çalışılmıştır. Maazallah farklı toplumsal köklerden, kültürlerden, etnik kimliklerden konuşmak insanı vatan hainliğine kadar götürebilir. Bu anımsadığımız sanatçı adları insanın aklına ilk gelenlerdendir.
Bir de, bizim el yordamı terazi
becerisi çıraklığından gelen, mimarlık yeteneği uzak diyarlara ulaşmış yapı
ustamız var ki, anmamak haksızlık olur. Sinan, ustaları ve ameleleri işlerini
yapmışlar, övünmek Osmanlı’ya kalmıştır. Mimar Sinan, Anadolu’nun kültürünü
eşsiz yapıtlarla yıllarca yaşatan Ermeni mimarlardandır. Ne var ki, Sinan’ın
Kayseri’li bir Ermeni olduğunu söylemek, pehlivan tefrikalarıyla büyüyüp,
Battal Gazi, Malkoçoğlu destanları ile yetişmiş bir yurttaşa “affedersiniz” ya da “estağfurullah”
çektirir.
Sonuçta yüzleşme cesareti gösterilemeyen
ve halının altında saklanmaya çalışılan bir konuda, siz ne derseniz deyin, söz
konusu kişi tarih kitabının okuma bölümünde geçiştirilen “Yüz Türk Büyüğü”nün
ötesinde bir anlam ve önem taşımayacaktır.
Denilebilir ki toplumda kabul görmüş,
evrensel değerlerde bir sanatçının etnisitesinden söz etmek neyi değiştirir ya
da neyi kanıtlar? Elbette hiçbir şeyi… Ancak insanların ait oldukları,
alışkanlıklarını, geleneklerini, dillerini, inançlarını taşıdıkları toplumlar,
bizzat mevcut devletin baskın gücü tarafından itilmiş sürülmüş, soyulmuş
sövülmüş, topluca ya da lokal anlamda yok edilmeye çalışılmışsa önemlidir
elbette.
Tarih ve toplum biliminin
kayıtlardaki verileri kanıtlayacaktır ki, Tanzimat döneminde kısmen ya da temsili
anlamda elde ettiği eşit ve adil yurttaşlık hakkını, sonradan İttihat ve
Terakki’nin devletçi ve statükocu anlayışının denetim ve kontrolüne teslim
edecek olan Ermenilerin, bu topraklardaki varlığı, tarihin epeyce
derinliklerinden, yerkürenin M.Ö 6 ’ncı Yüzyıl kesitinden gelmektedir. Köklerini
tarihin işte bu kesitinden alarak, sarsıcı bir sarmal içinde Cumhuriyet
dönemine getiren usta yazar Vedat Türkali -farklı kimliklerin barış içinde bir
arada yaşaması, eşit, adil ve güven dolu bir geleceği kurabilmek adına- iki yüz
sayfayı bulmayan bir çalışmayla yıllarca sığ sularda, kirli, paslı söylemlerle
körüklenen düşmanlığın ve ayrımcılığın insanlara ne bedeller ödettirdiğini
göstermiştir.
Güçlü bir roman kurgusu içinde kısa,
öz ve sade anlatımla önümüze dikilen olayların tarihsel verilerle
desteklenmesi, kitaba yadsınamayacak türden belge niteliği de kazandırmaktadır.
Vedat Türkali, yeni yapıtı “ Bitti,
Bitti, Bitmedi ” adlı romanında, üzerinde büyüyüp ekmeğini yedikleri Anadolu
topraklarına “anayurdum” demeyi içine sindirmiş Ermenilerin hala yüz yüze
gelemediğimiz, yazmaktan çekinilen, boğazımıza düğümlenen hüzünlü özgeçmişinden
söz ediyor cesurca… An itibari ile, roman salt -yalın anlatım tekniği gibi- yazınsal
değeriyle değil, ağırlıklı olarak siyasal ve toplumsal geçmişimize mercek tutup
bizi kendimizle, birbirimizle yüzleşmemize, tekrar tanışmamıza neden olduğu,
söylenemeyenleri söylediği, yok sayılanı, unutturulmaya çalışılanı anımsattığı
için kayda değer olsa gerek. Vedat Türkali, resmi ideolojinin en süslü hikayesi
ve ikiyüzlü teranesi olan “Farklılıklarımız zenginliğimizdir” nakaratının içini
gerektiği gibi doldurmuş, gözlerimizin önüne çok dilli, çok dinli, çok kimlikli
ve çok kültürlü bir eser getirip bırakmıştır.
Hem de “Saf Türk soyundan
olmayanların bu memlekette, hizmetçi ve köle olma hakkından başka hiç bir
haklarının olmadığı…” kelamını buyuran
dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’u, adını havaalanına gururla
verdiğimiz Dersim fatihi, Türk kuşu pilotu Sabiha Gökçen bombardımancısını
konuşturup, devlet kayıtlarını yalanlayan samimi itiraflarına yer vererek…
Kitapta daha neler yok ki:
- 1914 yılının haziran ayında Talat, Enver ve Cemal Paşa’lara suikast yapılacağı asılsız ihbarı ile Sosyalist Hınçak Partisi’nin 120 üyesinin tutuklanması, Ermeni katliamının ilk sinyalleridir. 15 Haziran 1915’te derdest edilen sosyalistlerden, aralarında Paramaz adlı doğal önderin de bulunduğu 21 güzel insan idam edilir. İdamların tek canlı tanığı Kalust Boğosyan’ın yazılarında Paramaz’ın üzerine çıktığı sehpayı tekmelemeden önce “Yaşasın Sosyalizm” diye bağırdığını belgeler.
- 1915 yılının başlarında bırakalım yazar çizer, aydın, gazeteci, hukukçu tutuklamalarını, milletvekili Krikor Zohrab alıkoyulanlar arasındadır. Onun felaketi, İstiklal Caddesi Cercle d’Orient Kulübü’ndeki akşam yemeği sonrasında, Talat Paşa’nın yanağına kondurduğu ölüm öpücüğü ile birlikte gelir. Zohrab çok şaşırmıştır,
- “ Bu ne iltifat ” diye sorar. Paşa “ İçimden geldi ” der. Birkaç gün sonra, Urfa yolu üzerinde Erzurum milletvekili Vartkes beyle birlikte başları parçalanmış biçimde bulunur… Ölüm öpücüğünden sonra verilen yargısız infaz talimatını yerine getiren, İttihat tetikçisi Çerkez Ahmet’tir. Bizzat İttihatçı Talat’ın keyfiyetiyle, bir milyona yakın Ermeni’nin kırıldığı Der-Zor’da Suriye çöllerindeki kıyımdan kurtulan ve yaşadıklarından, gördüklerinden akıl sağlığını yitiren, karşısına çıkan ağaçları üzerine gelen askerler olarak gören, besteci, müzikolog ve orkestra şefi Rahip Gomidas’tır.
- 915’te Anadolu’nun dört bir yanından devlet talimatı ile sürülenlerin ortak yönü Der-Zor çölleridir. Kimi kafileler eksile eksile de olsa Suriye içlerine varırlar. Ne var ki, kimileri onlar kadar şanslı değillerdir; hastalar, yaşlılar ve çocuklar hiç ulaşamazlar… Golgotha yolunda, Kürtlerden oluşma Hamidiye Alayları’nca öbek öbek öldürülüp, yol boylarınca bırakılırlar. Kimilerini doğa kıyar; açlıktan, susuzluktan ve hastalıklardan ölürler.
- Abdülhamid’in 1864’de ve 1866’da toplam iki yüz bin Ermeni’yi Urfa’dan kırsal alana çıkarıp kıydırtması... Bölge Kilise kayıtları, kıyıma uğrayan insan sayısının üç yüz bin olduğunu belgeliyor. Adı geçen katliamla ilgili, Abdülhamid’e muhalif olan, ne var ki İttihatçı da olmayan Tevfik Fikret’in, Talat Paşa’nın uzattığı elini “ Ben bu kanlı elleri sıkmam…” diyerek geri çevirmesi “Yüz Türk Büyüğü” masalının büyüsünü bozan cesur çıkışlardandır.
- Hozat’ın Ergen Köyü -yeni adı Geçimli- Kayışoğlu Yarması…Orada sıkıştırılan ahaliyi öldürmeye kurşun yetmeyeceği anlaşılınca, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın bellerinden birbirlerine bağlanarak, uçuruma zorlanırlar… Görgü tanığı, aynı köyden Kamer Ağa, canhıraş hengamede, küçük bir kız çocuğunun annesinden ayrılmamak için eteklerine yapışmasını, bırakmamasını; onun da diğerleri ile birlikte, salkım saçak yardan aşağı uçtuğunu anlatır.
- “ Musa Dağ’da Kırk Gün” Türkçe çevirisi yoktur ve Franz Werfel tarafından Fransızca yazılmıştır. Sözcüğün gerçek anlamıyla insan sefaletini, bir halkın yok oluşunu, yok edilişini anlatan bir eserdir. 1933’te yayınlanır, yankısı güçlü olur. Yahudi Gettolarında da okunmaya başlanınca, bunun salt Ermenilerle ilgili olmadığı, savaş tamtamları ile Avrupa’da yaklaşmakta olan Yahudi soykırımının müjdecisi olduğu yayılır. Bu tarihsel öngörü, Goebbels’in yasaklama kararıyla karartılmış olacaktır. Kitabın başına gelenler bile çarpıcı bir ironi, Yahudi halkının başına geleceklerin habercisi gibidir.
- " Musa Dağ’da Kırk Gün”den Vedat Türkali’nin aktardığı ilginç ayrıntıda, tüm halkların barış içinde yaşama hakkı olan bu topraklarda yıllarca hamaset nutuklarıyla insanları birbirine düşman eden siyasetçilere Tarih Babanın parmak sallaması gizlidir: İstanbul hükümetini tehcir kararından döndürmek isteyen, insan dostu Alman Papaz Johannes Lepsius, Enver Paşa’yı ikna etmeye çalışır. Somut tarihsel bir veri olarak tarihe geçen o talihsiz görüşmedeki Paşa’nın sözleri, bu güne kadar yapılan tüm polemiklerin, öne sürülen tezlerin pabucunu dama atmaya yeterlidir:
- "Ekselans” der Johannes, “Kurmak istediğiniz imparatorluğun temelinde Ermeni halkının cesedi olacak… Bu hayır getirir mi? ” Paşa’nın yanıtı epeyce serttir: “İnsanla veba mikrobu arasında barış olmaz.” Johannes da sözünü esirgemez; ancak onun bu cesareti görüşmenin de sonunu getirecektir: “ Demek ki siz, harbi, Ermeni milletini tamamen yok etmek için kullanmak istediğinizi kabul ediyorsunuz? ”
. . .
Canımızı sıkan, olasılıktır belki
tadımızı bile kaçırmış, hatta yorgun bir akşamın sakin vaktinde “asaplarımızı”
bozmuş olabilecek olan, yukarıdaki “iç karartan” bunca ayrıntıdan sonra, bir
sanat eserinin öyküsünden söz etmek iyi gelebilir.
Kemani Sarkis Efendi, uzunca bir
aradan sonra o nahoş öpücüğün atıldığı İstiklal Caddesi'ndeki Cercle d’Orient Kulübü’nde
demlenmektedir. Şatafatlı salonun pahalı masalarından birinde son kadehini
yuvarladıktan sonra, günlerdir beklediği ilham perisi de sazının tellerine
konuverir. Vuslat anıdır… Üstat Sarkis Efendi, Vedat Hocanın kitabında
anlattıkları ile haşa, uzaktan yakından ilgisi ve bağlantısı olmayan (!) “ Kimseye etmem şikayet; ağlarım ben halime.
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime ” şarkısını besteler.
. . .
1915’in, bir halkın dağların kuytuluklarında, yol boylarınca salkım saçak kırılmasının üzerinden yüz yıl geçmesine
karşın, bizim hala, çoktan kabullenilmesi gereken bir sosyal
travmayı kanıtlamaya çalışıyor olmamızı, derin bir hüzün, çokça şaşkınlık hali
içinde izleyen bir Sarkis Efendiyi gözlerimizin önüne getirebilsek bile, onun 2015 ikliminde nasıl
bir beste yapabileceğini düşlemek zor.
Hasan Oğuz Bilgen, 15 Ocak 2015,
Aliağa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder