2 Nisan 2016 Cumartesi

ERTELENEN DERBİ MAÇI 13 NİSAN’DA…

ERTELENEN DERBİ 13 NİSAN’DA…

Süper Lig’de 20 Mart Pazar günü oynanması programlanan Galatasaray - Fenerbahçe derbi maçının “güvenlik” nedeni ile ertelenmesinden günler sonra beklenen büyük karşılaşmanın 13 Nisan’da gerçekleşeceği açıklandı. ( Gazeteler )

 *  *  *  
Yaşı ellilerde, altmışlarda olan hemen her yurdum insanı, çocukluğunda ya da yeniyetme yaşlarında, yarı şaka yarı ciddi ama mutlaka uluorta söyleniveren  “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu.” tekerlemesini dün gibi anımsayacaktır.  Bu basit, biraz da sokak ağzından esintiler taşıyan bu çocukça söz, o zamanlar hepimize ciddi bir lakırtı gibi gelir; derin bir dünya görüşünü şakayla karışık anlattığı, insanın duruşuna ve de durduğu yere işaret ettiği düşünülürdü.  

Sonra kavak yellerinin deli başlarımızı ağır ağ terk etmeye başladığı yıllarda  -tekerlemenin genç beyinlerde yarattığı algının değişikliğe uğramasından olacak- sanki akıl verir, nasihat eder gibi söylenmeye başlandı. “Ben böyleyim, böyle yaparım, sen de öyle ol !” mealinde…

Ama ok yaydan çıkmıştı bir kez.

Ağır ağabeyler dün kısa pantolonlarıyla,  boş arsalarda “mahalle maçları” yapmalarıyla dalgalarını geçtikleri çocukların, artık ağır eylem adımlarıyla akan sulara karşı yürümeye başladıklarının ayırtında değillerdi.  Bilgiç pozlarda, yüzümüze karşı pişkince, kabak tadı veren o boş sözü yinelediklerinde, biz de içimizden “görürsek söyleriz” diyor, birbirimize bakıp hınzırca gülüyorduk. Nasıl yapmışsa yapmış, devrimci mücadelenin açık denizlerinde kulaç atmayı, yüzebilmeyi öğrenmiştik.  

Şimdi…
An geldi; yukarıdaki tarih sayfası ile bu satırların yazıldığı  “deneyim ve bilinç hali” arasına yaklaşık elli yıllık bir zaman dilimi sığışmaya çalışırken, aslında her ikisi arasında nasıl da bir ince çizgi bulunduğunu hayretle gördüm.  Buna neden olan, demirci Arif Usta’nın çay molasında, uzaktan uzağa  “ Derbi 13 Nisan’da ” diye bağırması ve kendine özgü komik ve manidar bakışlarıydı. 

Tecrübeyle sabittir:  Şantiye tarihinin hiçbir gününde, demirci Arif Usta’nın güncele ilişkin (kıdem tazminatı, kiralık işçilik, istihdam büroları v.s. dahil)  hiçbir yüksek sesli haberi, bu kadar sıcak bir ilgi ve heyecanla, bu denli yoğun bir şamatayla karşılanmamıştır.  Bu son dakika haberinin detaylarını sabırsız ve ateşli konuşmalarla tartışan kalabalığın arasından çaktırmadan sıyrılıp gelen bilge adam, hinoğluhin bir gülümsemeyle kulağıma fısıldamakta gecikmiyor:  “ Bu seferki yazının başlığı bu olacak!..  Başka yolu yok!..”

“Güvenlik” nedeniyle ertelenen derbi karşılaşmasının yapılacağı “Büyük gün”!!  
  Diğer deyişle 13 Nisan !?

Seri çocuk tecavüzlerinin, otomatiğe bağlanmış iş ve kadın cinayetlerinin işlendiği, utanmaz kahramanlık nutuklarının atıldığı, aklın, vicdanın çukura, insanın bodruma tıkıldığı, “İğfal ediyorlar, öldürüyorlar ama çalışıyorlar” denilmesine ramak kalmış bir ülkede, işin doğrusu meraklanmadan edemiyor insan:  “O büyük gün geldiğinde ne olacak?”( ! )  

Yani nasıl denir?!  Aklını ve vicdanını henüz yitirmemiş bir insanın “görmedim, duymadım, bilmiyorum” diyemeyeceği türden çılgınlıkların yaşandığı günlerde, daha demincek “akrep gibi” olan insanların, aniden pürdikkat 13 Nisan’a kulak kesilmesi olayı, üzerinde durulması ve analiz edilmesi gereken klinik bir ruh hali olsa gerek.

 *   *   *   
Ya, 13 Nisan 1938!?

13 Nisan 2016 Çarşamba günü oynanacak derbi maçının sonucu ne olursa olsun, kim nereye dikkat kesilirse kesilsin bundan tam 78 yıl önce,  yine bir nisan günü, 13 Nisan 1938’de Viyana’da oynanan “dostluk maçının” muhteşem final sahnesi kadar çarpıcı, sarsıcı ve de beyinlerde iz bırakıcı olamayacağı şimdiden söylenebilir.  Nasıl mı?

Şöyle…
Nazi ordusu ve başındaki Führer gözünü Avusturya’ya dikmişti… 
Hitler 1938 yılının mart ayı başında, “Avusturya’nın hiçbir zaman kendi başına bir ülke olmadığını, olamadığını, olsa olsa güçlü bütünün bir parçası olabileceğini” söylerken, bu ülkenin çok yakın tarihte Almanya’ya bağlanacağının ilk işaretlerini de vermiş oluyordu.  İşgal ve ilhak düşüncesini oldubittiye getirip üzerini örtmenin en uygun yolu, “dostluk karşılaşması” adını verecekleri bir futbol maçını ustaca (siz ‘ahlaksızca’ okuyun) kullanmaktan geçiyordu.  “ İki ülkenin birleşmesi”( !) 13 Nisan 1938 tarihinde, Viyana’da gerçekleştirilecek bu dostluk maçı ( !) ile tescillenmiş / meşrulaştırılmış olacaktı.   
Maç öncesi futbolcular soyunma odalarında sivil giyimli sert görevlilerce oldukça ciddi tarzda uyarılır.  Maç ‘dostça’ oynanacak, ‘yeneni ve yenileni olmayacak’ ya da en fazla ‘gollü bir beraberlikle’ bitecekti. 

Santiago stadyumunda olduğu gibi, insanlık tarihinde faşizmi ve faşistleri çileden çıkartan bir Victor Jara her zaman olmuştur ve olacaktır. 

Bu maçın Victor Jara’sı da, savaşa, ırkçılığa ve faşizme karşı nefretini açığa vuracak kadar cesaret sahibi olan, Avusturya takımının ünlü oyuncusu Matthias Sinderal’dır. Faşizmin propaganda ve reklam oyununa, ahlaksız talimatına fazla dayanamayacağı bellidir.  Maçın son on dakikası içinde, Alman kaleciden dönen topa sertçe ama akıllıca dokunur.  Başta Adolf Hitler, Göbels olmak üzere oradaki tüm faşistlerin gözlerinde şimşekler çakar.  Matthias Sinderal tedbiri elden bırakmaz;  vakit geçirmeksizin Nazilerin olduğu tribünün önüne gider ve golünü coşkulu bir biçimde, çılgınca kutlayarak şovunu tamamlar.

Bu gol, özellikle de onca izleyicinin şaşkınlık ve hayranlık dolu bakışları önünde sergilediği görsel şölen onun ölüm fermanı olacaktır.

 *   *   *   
Futbol yaşama, yaşamın doğasına nasıl da benziyor, onunla ne denli örtüşüyor.  Doğrudur, top yuvarlaktır. Doksan dakika içinde akılları uçmuş, vicdanları kurumuşları ve her şeylere egemen olduklarını sananları, hiç beklemedikleri bir anda çileden çıkaran aykırı durumlar olabilmektedir.  Farklı zamanların farklı coğrafyalarında, parlamento ahırlarında, fabrika, işlik, ofiste yani ezcümle çalışma alanlarında, mahkeme salonlarında kafalarına göre düdük çalıp yaşamımızı yönlendirmeye çalışan siyasi hakemlerden bu gün kaçının adı anılıyor? 
Top yuvarlak, tamam… Ne ki hareketi idealist felsefenin fasit dairesinin dönüşüne hiç ama hiç benzemiyor…

 *   *   *   
Ya, 25 Nisan 1947!?

25 Nisan 1947’de Amsterdam’da, Ajax stadına bakan yoksul bir mahallede doğar. Adı Johan Cruyff’dır.  On yaşında Ajax’ın çocuk ekibinde top çevirirken, annesi de kulübün kantininde çalışmaktadır.  Johan Cruyff yine doğduğu ay olan nisan ayında, geçtiğimiz günlerde parlak ve efsanevi bir futbol yaşamına sessizce veda etti.  

Anılarında “Karşılaşma başlamazdan önce takım oyuncularının maçı kazanmak için küçük bir odada dua etmesine ve tanrıya yakarmalarına anlam veremediğini” açıklamasının metafiziğin akıl hocalarının, idealizmin antrenörlerinin, oyun ve sistem kurucularının, bilumum düzen çalıştırıcılarının sinirlerini adamakıllı bozduğu söylenebilir. Johan Cruyff, nam-ı diğer “Sarı Fare”.  Futbol tarihinde dünya transfer rekoru kırarak Barcelona’ya gitti. Ajax başkanı onu Real Madrid’e göndermek istedi. Faşizmden ve faşist diktatör Franco’dan nefret ettiğinden çok daha fazla para vermelerine karşın, öneriyi kabul etmedi. Yıllar sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide “Bu faşizme meydan okumaydı.” diyebilme cesaretini gösterecekti.     

Ya, St.Pauli topçusu!?

Bizim futbol dünyamızda da oldukça “sinir bozucu” şeyler olabiliyor. Almanya’da, St.Pauli takımındaki bol akçeli futbol geleceğini bırakıp Gençlerbirliği’ne gelen Deniz Naki gibi… O da M.Sindelar, Carlos Caszely, J.Cruyff, Metin Oktay gibi statükonun kalıplarına sığmayan, sığdırılamayan bir futbolcu… Dilinde küfür ve nefret olmayan, barıştan, kardeşlikten yana olduğunu da söylemekten bıkıp usanmayan, belki de sırf bu yüzden Ankara’nın göbeğinde meydan dayağı atılan bir sporcu…

Döğmeleri yüzünden ne “Piç” liği, ne “Vatan hain” liği kalan…  Kurtlu, sopalı, palalı, dört bir koldan saldırıya, tacize,  dört bir yandan linçe uğrayan…

 *   *   *   
Ya, yazının orta yerinden çıkıp gelen Metin Oktay!?  Tek sözcükle “Yazısız”…

 *   *   *   
Maçın  -uzatma dakikaları dahil- doksan dakikası, yani futbol renkleri, zenginlikleri, zıtlarının birliği, etkileri tepkileri ile yaşama ve yaşamın tam da kendisine benziyor.  Meşin yuvarlak vurulan ustaca bir tekmeyle harekete geçiyor, -yer çekimi yasası karşısında boynu bükük- ancak fiziğin diğer yasalarına uygun olarak verilen bir falsoyla bazen ağlara,  bazen de “Kralın Çıplak” olduğu hedefe doğru aykırı bir ayakkabı ya da muhalif bir yumurta misali süzülüyor. 

Şimdilerde kapitalist ekonomilerin sultası altına alınmış, popüler kültürün rant çöplüğünde kokuşturulmaya, çürütülmeye çalışılan endüstriyel futbol, “Çarşı”sı, “Sol Açığı”, aykırı, muhalif ve sivri tiplemeleri ile garip bir biçimde yaşamın diyalektiğine uygun kendi mecrasında akıp gidiyor.

Hangi fincancı katırını nerede ürküteceği, hangi diktatörü, hangi egemen zihniyeti ne zaman ve hangi kalede ters köşeye yatıracağı belli olmuyor.


Hasan Oğuz Bilgen, 30. Mart. 2016, Naldöken Şantiyesi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder