ERTELENEN
DERBİ 13 NİSAN’DA…
Süper
Lig’de 20 Mart Pazar günü oynanması programlanan Galatasaray - Fenerbahçe derbi
maçının “güvenlik” nedeni ile ertelenmesinden günler sonra beklenen büyük
karşılaşmanın 13 Nisan’da gerçekleşeceği açıklandı. ( Gazeteler )
* * *
Yaşı
ellilerde, altmışlarda olan hemen her yurdum insanı, çocukluğunda ya da
yeniyetme yaşlarında, yarı şaka yarı ciddi ama mutlaka uluorta söyleniveren “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu.”
tekerlemesini dün gibi anımsayacaktır.
Bu basit, biraz da sokak ağzından esintiler taşıyan bu çocukça söz, o
zamanlar hepimize ciddi bir lakırtı gibi gelir; derin bir dünya görüşünü şakayla karışık
anlattığı, insanın duruşuna ve de durduğu yere işaret ettiği düşünülürdü.
Sonra
kavak yellerinin deli başlarımızı ağır ağ terk etmeye başladığı yıllarda -tekerlemenin genç beyinlerde yarattığı
algının değişikliğe uğramasından olacak- sanki akıl verir, nasihat eder gibi
söylenmeye başlandı. “Ben böyleyim,
böyle yaparım, sen de öyle ol !” mealinde…
Ama ok
yaydan çıkmıştı bir kez.
Ağır
ağabeyler dün kısa pantolonlarıyla, boş
arsalarda “mahalle maçları” yapmalarıyla dalgalarını geçtikleri çocukların,
artık ağır eylem adımlarıyla akan sulara karşı yürümeye başladıklarının
ayırtında değillerdi. Bilgiç pozlarda,
yüzümüze karşı pişkince, kabak tadı veren o boş sözü yinelediklerinde, biz de
içimizden “görürsek söyleriz” diyor, birbirimize bakıp hınzırca gülüyorduk. Nasıl
yapmışsa yapmış, devrimci mücadelenin açık denizlerinde kulaç atmayı,
yüzebilmeyi öğrenmiştik.
Şimdi…
An
geldi; yukarıdaki tarih sayfası ile bu satırların yazıldığı “deneyim ve bilinç hali” arasına yaklaşık elli
yıllık bir zaman dilimi sığışmaya çalışırken, aslında her ikisi arasında nasıl
da bir ince çizgi bulunduğunu hayretle gördüm.
Buna neden olan, demirci Arif Usta’nın çay molasında, uzaktan uzağa “ Derbi 13 Nisan’da ” diye bağırması ve kendine özgü komik ve manidar bakışlarıydı.
Tecrübeyle sabittir: Şantiye tarihinin hiçbir gününde, demirci Arif
Usta’nın güncele ilişkin (kıdem tazminatı, kiralık işçilik, istihdam büroları
v.s. dahil) hiçbir yüksek sesli haberi,
bu kadar sıcak bir ilgi ve heyecanla, bu
denli yoğun bir şamatayla karşılanmamıştır. Bu son
dakika haberinin detaylarını sabırsız ve ateşli konuşmalarla tartışan
kalabalığın arasından çaktırmadan sıyrılıp gelen bilge adam, hinoğluhin bir
gülümsemeyle kulağıma fısıldamakta gecikmiyor: “ Bu seferki yazının
başlığı bu olacak!.. Başka yolu yok!..”
“Güvenlik”
nedeniyle ertelenen derbi karşılaşmasının yapılacağı “Büyük gün”!!
Diğer deyişle 13 Nisan !?
Seri
çocuk tecavüzlerinin, otomatiğe bağlanmış iş ve kadın cinayetlerinin işlendiği,
utanmaz kahramanlık nutuklarının atıldığı, aklın, vicdanın çukura, insanın
bodruma tıkıldığı, “İğfal ediyorlar,
öldürüyorlar ama çalışıyorlar” denilmesine ramak kalmış bir ülkede, işin doğrusu
meraklanmadan edemiyor insan: “O büyük
gün geldiğinde ne olacak?”( ! )
Yani
nasıl denir?! Aklını ve vicdanını henüz
yitirmemiş bir insanın “görmedim, duymadım, bilmiyorum” diyemeyeceği türden
çılgınlıkların yaşandığı günlerde, daha
demincek “akrep gibi” olan insanların, aniden pürdikkat 13 Nisan’a kulak
kesilmesi olayı, üzerinde durulması ve analiz edilmesi gereken klinik bir ruh
hali olsa gerek.
* * *
Ya, 13 Nisan 1938!?
13
Nisan 2016 Çarşamba günü oynanacak derbi maçının sonucu ne olursa olsun, kim nereye dikkat kesilirse kesilsin bundan tam 78
yıl önce, yine bir nisan günü, 13 Nisan 1938’de Viyana’da oynanan “dostluk
maçının” muhteşem final sahnesi kadar çarpıcı, sarsıcı ve de beyinlerde iz bırakıcı
olamayacağı şimdiden söylenebilir. Nasıl
mı?
Şöyle…
Nazi
ordusu ve başındaki Führer gözünü Avusturya’ya dikmişti…
Hitler 1938 yılının
mart ayı başında, “Avusturya’nın hiçbir zaman kendi başına bir ülke olmadığını,
olamadığını, olsa olsa güçlü bütünün bir parçası olabileceğini” söylerken, bu
ülkenin çok yakın tarihte Almanya’ya bağlanacağının ilk işaretlerini de vermiş
oluyordu. İşgal ve ilhak düşüncesini
oldubittiye getirip üzerini örtmenin en uygun yolu, “dostluk karşılaşması”
adını verecekleri bir futbol maçını ustaca (siz ‘ahlaksızca’ okuyun)
kullanmaktan geçiyordu. “ İki ülkenin birleşmesi”( !) 13 Nisan 1938
tarihinde, Viyana’da gerçekleştirilecek bu dostluk maçı ( !) ile tescillenmiş /
meşrulaştırılmış olacaktı.
Maç öncesi futbolcular soyunma odalarında sivil
giyimli sert görevlilerce oldukça ciddi tarzda uyarılır. Maç ‘dostça’ oynanacak, ‘yeneni ve yenileni
olmayacak’ ya da en fazla ‘gollü bir beraberlikle’ bitecekti.
Santiago
stadyumunda olduğu gibi, insanlık tarihinde faşizmi ve faşistleri çileden
çıkartan bir Victor Jara her zaman olmuştur ve olacaktır.
Bu maçın Victor Jara’sı
da, savaşa, ırkçılığa ve faşizme karşı nefretini açığa vuracak kadar cesaret
sahibi olan, Avusturya takımının ünlü oyuncusu Matthias Sinderal’dır. Faşizmin
propaganda ve reklam oyununa, ahlaksız talimatına fazla dayanamayacağı bellidir. Maçın son on dakikası içinde, Alman
kaleciden dönen topa sertçe ama akıllıca dokunur. Başta Adolf Hitler, Göbels olmak üzere oradaki
tüm faşistlerin gözlerinde şimşekler çakar.
Matthias Sinderal tedbiri elden bırakmaz; vakit geçirmeksizin Nazilerin olduğu
tribünün önüne gider ve golünü coşkulu bir biçimde, çılgınca kutlayarak şovunu tamamlar.
Bu gol,
özellikle de onca izleyicinin şaşkınlık ve hayranlık dolu bakışları önünde
sergilediği görsel şölen onun ölüm fermanı olacaktır.
* * *
Futbol
yaşama, yaşamın doğasına nasıl da benziyor, onunla ne denli örtüşüyor. Doğrudur, top yuvarlaktır. Doksan dakika
içinde akılları uçmuş, vicdanları kurumuşları ve her şeylere egemen olduklarını
sananları, hiç beklemedikleri bir anda çileden çıkaran aykırı durumlar olabilmektedir. Farklı
zamanların farklı coğrafyalarında, parlamento ahırlarında, fabrika, işlik,
ofiste yani ezcümle çalışma alanlarında, mahkeme salonlarında kafalarına göre
düdük çalıp yaşamımızı yönlendirmeye çalışan siyasi hakemlerden bu gün kaçının
adı anılıyor?
Top yuvarlak, tamam… Ne ki hareketi idealist felsefenin fasit
dairesinin dönüşüne hiç ama hiç benzemiyor…
* * *
Ya, 25 Nisan
1947!?
25
Nisan 1947’de Amsterdam’da, Ajax stadına bakan yoksul bir mahallede doğar. Adı
Johan Cruyff’dır. On yaşında Ajax’ın
çocuk ekibinde top çevirirken, annesi de kulübün kantininde çalışmaktadır. Johan
Cruyff yine doğduğu ay olan nisan ayında, geçtiğimiz günlerde parlak ve
efsanevi bir futbol yaşamına sessizce veda etti.
Anılarında
“Karşılaşma başlamazdan önce takım oyuncularının maçı kazanmak için küçük bir
odada dua etmesine ve tanrıya yakarmalarına anlam veremediğini” açıklamasının
metafiziğin akıl hocalarının, idealizmin antrenörlerinin, oyun ve sistem
kurucularının, bilumum düzen çalıştırıcılarının sinirlerini adamakıllı bozduğu
söylenebilir. Johan Cruyff, nam-ı diğer
“Sarı Fare”. Futbol tarihinde dünya
transfer rekoru kırarak Barcelona’ya gitti. Ajax başkanı onu Real Madrid’e
göndermek istedi. Faşizmden ve faşist diktatör Franco’dan nefret ettiğinden çok daha fazla para vermelerine karşın, öneriyi kabul etmedi. Yıllar sonra
kendisiyle yapılan bir söyleşide “Bu faşizme meydan okumaydı.” diyebilme
cesaretini gösterecekti.
Ya, St.Pauli
topçusu!?
Bizim
futbol dünyamızda da oldukça “sinir bozucu” şeyler olabiliyor. Almanya’da,
St.Pauli takımındaki bol akçeli futbol geleceğini bırakıp Gençlerbirliği’ne
gelen Deniz Naki gibi… O da M.Sindelar, Carlos Caszely, J.Cruyff, Metin Oktay
gibi statükonun kalıplarına sığmayan, sığdırılamayan bir futbolcu… Dilinde küfür ve nefret olmayan, barıştan,
kardeşlikten yana olduğunu da söylemekten bıkıp usanmayan, belki de sırf bu
yüzden Ankara’nın göbeğinde meydan dayağı atılan bir sporcu…
Döğmeleri
yüzünden ne “Piç” liği, ne “Vatan hain” liği kalan… Kurtlu, sopalı, palalı, dört bir koldan
saldırıya, tacize, dört bir yandan linçe
uğrayan…
* * *
Ya, yazının orta
yerinden çıkıp gelen Metin Oktay!? Tek
sözcükle “Yazısız”…
* * *
Maçın -uzatma dakikaları dahil- doksan dakikası, yani futbol renkleri, zenginlikleri, zıtlarının birliği, etkileri tepkileri ile yaşama ve
yaşamın tam da kendisine benziyor. Meşin yuvarlak vurulan ustaca bir tekmeyle
harekete geçiyor, -yer çekimi yasası karşısında boynu bükük- ancak fiziğin diğer
yasalarına uygun olarak verilen bir falsoyla bazen ağlara, bazen de “Kralın
Çıplak” olduğu hedefe doğru aykırı bir ayakkabı ya da muhalif bir yumurta
misali süzülüyor.
Şimdilerde
kapitalist ekonomilerin sultası altına alınmış, popüler kültürün rant çöplüğünde kokuşturulmaya, çürütülmeye çalışılan endüstriyel futbol, “Çarşı”sı, “Sol Açığı”, aykırı, muhalif ve sivri tiplemeleri ile garip bir biçimde
yaşamın diyalektiğine uygun kendi mecrasında akıp gidiyor.
Hangi
fincancı katırını nerede ürküteceği, hangi diktatörü, hangi egemen zihniyeti ne
zaman ve hangi kalede ters köşeye yatıracağı belli olmuyor.
Hasan
Oğuz Bilgen, 30. Mart. 2016, Naldöken Şantiyesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder