DAĞLARINA BİBER GAZI GELMİŞ MEMLEKETİMİN…
2016
Türkiye’sinde arşınladığımız yolları, kaldırımları yapan, ekmeğimizi soframıza
koyan, hayatın şalterini ellerinde tutan çalışan insanlık üzerinde planlanan
oyunları duysa, az ötede yıkılmış Sur’u Cizre’yi görse, Cerrattepe’yi yaşasaydı
ne denli üzülüp kahrolacağını tahmin etmek çok zor değil. Yazı başlığı için
şiirin ustası Ahmet Arif’ten ne denli özür dilesem azdır. Aslında bunu büyük ustanın yapmasını
isterdim; milletin bir yerlerine
koymakla, ihalelerle, tahtla postla, mızraklı ilmihalle, kadının hayat dolu şen
kahkahası, Fırtına Deresi ile kafayı
yemiş edepsizlerin taş kafalarına birer şarjör dolusu dokuz milimetrelik şiir
boşaltsın diye…
* *
*
Bir 23
Nisan Bayram gününde, rutin konuşmalardan ve bildik törenlerden sonra ağaçtan
yapılma müsamere sahnesine fırlayan deneyimli sihirbaz suspus olmuş çocukların
meraklı gözlerine adeta görsel bir ziyafet çeker. Beklenmedik gösterinin
sonunda bol çocuk çığlıklı bir şamata kopar. Alkış korosunda sadece ön sırada
oturan sarışın çocuk yoktur; ertesi gün öğretmen sınıfta çocuğa nedenini sorar.
“O adam hepimizi kandırdı!” yanıtı
karşısında da “Bunu iyi niyetle yaptı, kötü niyetle değil. Hem bu, onun mesleği…” gibisinden bir iki laf
yuvarlar. Öğretmenine karşın, ikna olmayan çocuk aldatma
becerisinin Yahya Demirel’in ilk hayali ihracat hokkabazlığıyla nasıl gelişime
uğradığının, ondan sonraki yıllarda siyasi elitlerin ‘hünerli’ ellerinde nasıl
birer ballı, ikballi bir meslek durumuna dönüşebileceğinin, dönüştürüleceğinin
canlı tanığı olacaktır.
*
* *
İlüzyonistin,
Türkçe’siyle sihirbazın zor olduğu kadar, çokta kolay sayılabilecek keyifli bir
görsel sanatı uyguladığı söylenebilir. Yapılan işin zorluğu, olmayan bir şeyi
varmış, orada duruyormuş gibi göstermesinden, bir bakıma da aslında olan bir
cismi çok, insanı şaşırtacak denli, çok farklı yansıtmayı becerebilmesinden
gelmektedir. Hakkını vermek gerekir ki, sihirbazlık tekniğinin temelinde çok az
insanın sahip olabildiği üstün bir beceri, yine kolay bulunmayan bir yetenek
yatmaktadır.
-2-
Algı
yanılsamasından başka bir şey olmayan eğlenceli olayımızı, halkımız “göz
yanılması”, “el çabukluğu marifet” gibi
basit, yalın ifadelerle açıklamıştır. Tamam da, o zaman kolaylığı nerededir? Kolaylığı da, bu işin ustasının karşısında,
bulundukları mekanı sorgulama şansı olamayan, ışığın değişik açılardan
kırılmasından, perdeleme numaralarından
ve oturduğu koltuğun teknik dizaynından habersiz, aldanmaya, kanmaya, kandırılmaya
uygun bir insan kitlesinin bulunmasıdır. Bu özel durum, futbolcunun deyimiyle
“saha avantajı” gibi bir şey.
Konjonktürel
durumla ilgili konunun uzmanına kulak verilecek olsa, açıklama eminim çok daha
net ve anlaşılabilir olacaktır: “Hal
böyle olunca, sonuç elbette ülke seçmeninin
% 51’ inin, işçisinden köylüsüne, profesöründen sanatçısına,
gazetecisine, herkese saldıran, cana kasteden zalime, her hak talebini kendisine
karşı komplo olarak gören devlet refleksine ve paranoyasına karşın, içeride,
dışarıda memleketin güllük gülistanlık olduğuna inanması şeklinde olacaktır.”
Ayrıca,
bu % 51 efsanesinde bir de ahlaki boyut
-daha doğrusu ahlaksızlık boyutu- gizli ki, düşman başına. Hem de, etik olmayan
tam da bu allanıp pullanan ‘%51 çoğunluğun’ içinde. Bu %51’in de, en az yarısının hokkabaza ve
yarattığı paranoyaya inanmasa bile -elbette çıkar uğruna- inanmış gibi yapması,
sanki şaka içinde bir başka şaka gibi. Yoksa, ilüzyonist yanlış algı yüklediği,
hipnotize ettiği hayranları üzerinde yüzde yüz başarılı olsaydı; bu gün itibari
ile belleklerde bile asılı tabelası kalmamış olan ANAP, neredeyse İstanbul’un
fethinden önce Anadolu’da gerçekleşmiş salt bir kız kaçırma vakası öneminde,
lütfen kabilinde hasbelkader anımsanıyor olur muydu?
* *
*
Parlamento
ahırının tarihinde ilk sihirbazlığın hangi partinin hangi vekili marifeti ile,
hangi zaman yapıldığı, siyaset biliminin geçmiş eski sayfalarında tabi ki
vardır. Ne var ki, konu bu gündür ve mesleğin bugün eriştiği düzeydir. Popüler
AVM hayatının popüler deyimiyle son “canlı performans”a, kısmi zamanlı çalışma, kiralık işçilik ve
özel istihdam bürolarını içeren “Torba Yasası”nın
komisyon görüşmelerinde ve beklenen “taşeron işçisine beklenen kadro”
konusunda, kamuoyuna “büyük müjde” verilirken tanık olundu.
29 Ocak 2016 tarihinde “Kadın istihdam paketi”
adı altında, “Ailenin ve dinamik nüfusun korunup kollanması”, “doğum yapan,
çalışan kadın işçinin gözetilmesi” üzerinden yapılan laf cambazlığı, kadın işçinin
adını ve haklarını kullandığı, malzeme yaptığı için gayrı ahlaki bir yasadır.
Doğumla boşalan çalışma alanına ‘kiralık işçi büroları’ aracılığı ile kiralık
iş gücü yani kiralık işçi temin edilmesi planı, kazanılmış haklarını gasp
etmeyi, kiralık, yarı zamanlı ve güvencesiz çalışmayı meşrulaştırmayı
amaçlamaktadır. Bu yasadan “doğum yapan kadın işçi yarı zamanlı çalışarak...”
yararlanıyor gibi (elbette şimdilik) görünse de, bir kurala bağlı olmayan bu esnek, kaygan
zeminli uygulama ilerleyen yıllarda tüm işçileri kapsayacaktır.
* *
*
-3-
İkinci
ve son sihirbazlık gösterisi de, melon şapkadan “taşeron işçiye kadro” değil
de, “Özel Sözleşmeli Personel” çıkarılması biçiminde olmuştur. Başbakan 21 Mart
2016 konuşmasında bir türlü kadro dememiş, diyememiştir. Konuşma dili ve
sözcükler dil uzmanları tarafından dikkatlice belirlenmiş, özenle seçilmiştir. “Özel
Sözleşmeli Personel olarak kamuya alıyoruz” diyor. Ne, 657 sayılı (4-A) Devlet
Memurları Yasası’ndan, ne aynı yasanın 4-D maddesinden (iş sözleşmeleri ile
çalıştırılan sürekli işçi kadrolarından) söz ediyor, edebiliyor…
Söz
edemez; çünkü kamuda kadrolu olarak çalışma mevzuatı yukarıda belirtilen ve de
ilgili yasanın iş güvencesi altında olan iki ana çalışma statüsü üzerine
kuruludur. Bu durumda, açıklanan “Özel
Sözleşmeli Personel” ne olduğu belli olmayan, hiçbir yönetmeliğe ve yasal
statüye oturmayan, sözcüğün gerçek anlamı ile bir ucubedir.
ÖSP
konumuna getirileceği söylenen taşeron işçisinin tüzel pozisyonu, ne 4-A
maddesinden ne de 4-D maddesinden 657 sayılı yasa ile ilintilidir. Ne 4-A bendine göre “devlet güvencesi
altında” çalışacaktır, ne de 4-D bendine
göre “belirsiz süreli iş sözleşmeleriyle çalışan sürekli işçiler” olarak mevcut
“İş Yasası” hükümlerine tabi olacaktır.
Diğer
anlatımla, bu ülkede ister beyaz gömleği ile masa başında, kara tahta ya da
bilgisayar başında kafa emeği ile çalışsın, isterse de iş tulumu, iş eldiveni
ile tezgah başında kol emeği ile çalışsın, çalışanın kadrolu oluşundan söz edebilmek
için, 657 sayılı yasanın belirttiğimiz iki pozisyonun birisi üzerinden istihdam
edilmesi gerekmektedir.
Bu
yüzdendir ki, tam bir Drakula örneği olarak AKP kafasından doğup gelen, muhtemelen
önümüzdeki günlerde çalışma yaşamımızın tam göbeğine yerleşecek olan “Özel
Sözleşmeli Personel” profili tam bir ucubedir.
Demirci Arif Usta’nın “Ucube, ucube diyordun, al sana ucube.” dediği,
tam da budur. Hiçbir yasada adı sanı geçmeyen, hak hukuk sınırları belirsiz,
mevcut hiçbir yasal kalıba sığmayan ve hiçbir mesleki kabı doldurmayan tam bir
ucube…
Özel
Sözleşmeli Personel, ne “İş Yasası” ne “Devlet Memurları Yasası” ile
belirlenmiş ve adı konulmuş bir işçi/ memur olmadığından tıpkı taşeron işçileri
gibi, siyasal iktidar tarafından kamuda ucuz işgücü kaynağı olarak, güvencesiz
ve savunmasız biçimde çalıştırılacaktır.
“Tipitip” kılıklı Başvekil, “Dışarıda tek bir
işçi kalmayacak” ve “Hepsini kamuya alıyoruz” derken, akıl hocaları tarafından
önüne konulmuş kağıdı çok dikkatli okuduğu, suflörünü iyi dinlediği belli.
Buraya dikkat, “Kadroya alıyoruz” demiyor, diyemiyor. Kadro vermeleri ve bir
sicil kadro numarası ile çalıştırmaları asla söz konusu olmadığı gibi, taşerondaki
mevcut işçilerinin tümünün alınacağı da doğru değil. Ancak, emekli olmayan,
devlet memuru olma koşullarını taşıyanlar, adli sicil kaydı “temiz”(!) olanlar, sadece on iki (12) ay boyunca tam zamanlı
çalışanlar ve kimler tarafından
yapılacağı belli olmayan iki ucu açık yazılı ve sözlü sınavları kazananlar, ancak Özel Sözleşmeli Personel olabilecek.
-4-
Yukarıda
belirttiğimiz engelleri “ezkaza”, “hasbelkader” aşarak Özel Sözleşmeli Personel
olma hakkını kazanan işçilerden bu kez, başka şartlar(!) istenecek: O güne
kadar işveren aleyhine açmış oldukları davalardan vaz geçmeleri, o günden sonra
da, hak arama amaçlı dava açma ve başka yasal/meşru haklardan gönüllü olarak
feragat etmeleri gibi… Burada varılan hukuki durum, istisnasız ve de koşulsuz
işveren lehine olan, burjuva demokrasisi hak ve hukukunda da olsa, hiçbir
“hakkaniyet” ölçülerine sığmayan, bir kez daha işveren lehine gönüllü bir
“sulh”durumudur. Buna Batı kültüründe çok özel durumlarda “Uygar Teslimiyet”,
“Medeni Uzlaşma” deyimlerinde rastlanmaktadır.
Özel
Sözleşmeli Personel, “İş Yasası”na da, “6356 sayılı yasa”ya da tabi
olmadığından hak alma amaçlı iş bırakma eylemliliği, hareketliliği başta olmak
üzere, hiçbir biçimde serbest toplu
pazarlık yapma/ sürdürme hakkına sahip olamayacaklardır. Durum böyle olunca da
gelen her yeni seçim döneminde siyasal iktidarın oy deposu olmaktan kurtulamayacaklar, bitmedi kendi iradeleri ile özgürce bir
sendikaya üye olamayacaklar, kamu
istihdamında konumlandırılmış işçilerinin yararlandıkları sosyal haklardan ve
devlet ikramiyelerinden yararlanamayacaklar. Ayrıca iş akitleri de üç yılla
sınırlandırılmış sözleşme dönemlerinin akıbeti ile belirlenecektir. Bu sonuç, iş güvencesini fiilen ortadan kaldırması nedeniyle can alıcı önemdedir.
Teknik
detaylarını kabaca ele aldığımız, çıkarılmak/ uygulanmak istenen yasaya genel
olarak bakılacak olursa, bırakın İslamcı AKP
Diktatörlüğünün şapkadan tavşan çıkmasını, kurtarıcı olarak lanse ettikleri, allayıp
pulladıkları, abarttıkları dağ fare bile doğurmamıştır.
Son
bir kez yineleme:
2016
Türkiye’sinde, arşınladığımız yolları, kaldırımları yapan, ekmeğimizi soframıza
koyan, hayatın şalterini ellerinde tutan çalışan insanlık üzerinde planlanan
oyunları duysa, az ötede yıkılmış Sur’u Cizre’yi görse, Cerrattepe’yi yaşasaydı
ne denli üzülüp kahrolacağını tahmin etmek çok zor değil. Yazı başlığı için
şiirin ustası Ahmet Arif’ten ne denli özür dilesem azdır. Aslında bunu büyük ustanın yapmasını isterdim;
milletin bir yerlerine koymakla, ihalelerle, tahtla postla, mızraklı ilmihalle,
kadının hayat dolu şen kahkahası, Fırtına Deresi ile kafayı yemiş edepsizlerin
taş kafalarına birer şarjör dolusu dokuz milimetrelik şiir boşaltsın diye…
Hasan Oğuz Bilgen, 10.04.2016, Naldöken Şantiyesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder