7 Nisan 2016 Perşembe

DAĞLARINA BİBER GAZI GELMİŞ MEMLEKETİMİN


DAĞLARINA BİBER GAZI GELMİŞ MEMLEKETİMİN…

2016 Türkiye’sinde arşınladığımız yolları, kaldırımları yapan, ekmeğimizi soframıza koyan, hayatın şalterini ellerinde tutan çalışan insanlık üzerinde planlanan oyunları duysa, az ötede yıkılmış Sur’u Cizre’yi görse, Cerrattepe’yi yaşasaydı ne denli üzülüp kahrolacağını tahmin etmek çok zor değil. Yazı başlığı için şiirin ustası Ahmet Arif’ten ne denli özür dilesem azdır.  Aslında bunu büyük ustanın yapmasını isterdim;  milletin bir yerlerine koymakla, ihalelerle, tahtla postla, mızraklı ilmihalle, kadının hayat dolu şen kahkahası,  Fırtına Deresi ile kafayı yemiş edepsizlerin taş kafalarına birer şarjör dolusu dokuz milimetrelik şiir boşaltsın diye…

*  *  * 
Bir 23 Nisan Bayram gününde, rutin konuşmalardan ve bildik törenlerden sonra ağaçtan yapılma müsamere sahnesine fırlayan deneyimli sihirbaz suspus olmuş çocukların meraklı gözlerine adeta görsel bir ziyafet çeker. Beklenmedik gösterinin sonunda bol çocuk çığlıklı bir şamata kopar. Alkış korosunda sadece ön sırada oturan sarışın çocuk yoktur; ertesi gün öğretmen sınıfta çocuğa nedenini sorar.  “O adam hepimizi kandırdı!” yanıtı karşısında da “Bunu iyi niyetle yaptı, kötü niyetle değil.  Hem bu, onun mesleği…” gibisinden bir iki laf yuvarlar.   Öğretmenine karşın, ikna olmayan çocuk aldatma becerisinin Yahya Demirel’in ilk hayali ihracat hokkabazlığıyla nasıl gelişime uğradığının, ondan sonraki yıllarda siyasi elitlerin ‘hünerli’ ellerinde nasıl birer ballı, ikballi bir meslek durumuna dönüşebileceğinin, dönüştürüleceğinin canlı tanığı olacaktır.    

*  *  * 
İlüzyonistin, Türkçe’siyle sihirbazın zor olduğu kadar, çokta kolay sayılabilecek keyifli bir görsel sanatı uyguladığı söylenebilir. Yapılan işin zorluğu, olmayan bir şeyi varmış, orada duruyormuş gibi göstermesinden, bir bakıma da aslında olan bir cismi çok, insanı şaşırtacak denli, çok farklı yansıtmayı becerebilmesinden gelmektedir. Hakkını vermek gerekir ki, sihirbazlık tekniğinin temelinde çok az insanın sahip olabildiği üstün bir beceri, yine kolay bulunmayan bir yetenek yatmaktadır.

-2-
Algı yanılsamasından başka bir şey olmayan eğlenceli olayımızı, halkımız “göz yanılması”,  “el çabukluğu marifet” gibi basit, yalın ifadelerle açıklamıştır. Tamam da, o zaman kolaylığı nerededir?  Kolaylığı da, bu işin ustasının karşısında, bulundukları mekanı sorgulama şansı olamayan, ışığın değişik açılardan kırılmasından,  perdeleme numaralarından ve oturduğu koltuğun teknik dizaynından habersiz, aldanmaya, kanmaya, kandırılmaya uygun bir insan kitlesinin bulunmasıdır. Bu özel durum, futbolcunun deyimiyle “saha avantajı” gibi bir şey.
Konjonktürel durumla ilgili konunun uzmanına kulak verilecek olsa, açıklama eminim çok daha net ve anlaşılabilir olacaktır:  “Hal böyle olunca, sonuç elbette ülke seçmeninin  % 51’ inin, işçisinden köylüsüne, profesöründen sanatçısına, gazetecisine, herkese saldıran, cana kasteden zalime, her hak talebini kendisine karşı komplo olarak gören devlet refleksine ve paranoyasına karşın, içeride, dışarıda memleketin güllük gülistanlık olduğuna inanması şeklinde olacaktır.”

Ayrıca,  bu % 51 efsanesinde bir de ahlaki boyut -daha doğrusu ahlaksızlık boyutu- gizli ki, düşman başına. Hem de, etik olmayan tam da bu allanıp pullanan ‘%51 çoğunluğun’ içinde.  Bu %51’in de, en az yarısının hokkabaza ve yarattığı paranoyaya inanmasa bile -elbette çıkar uğruna- inanmış gibi yapması, sanki şaka içinde bir başka şaka gibi. Yoksa, ilüzyonist yanlış algı yüklediği, hipnotize ettiği hayranları üzerinde yüzde yüz başarılı olsaydı; bu gün itibari ile belleklerde bile asılı tabelası kalmamış olan ANAP, neredeyse İstanbul’un fethinden önce Anadolu’da gerçekleşmiş salt bir kız kaçırma vakası öneminde, lütfen kabilinde hasbelkader anımsanıyor olur muydu?

*  *  * 
Parlamento ahırının tarihinde ilk sihirbazlığın hangi partinin hangi vekili marifeti ile, hangi zaman yapıldığı, siyaset biliminin geçmiş eski sayfalarında tabi ki vardır. Ne var ki, konu bu gündür ve mesleğin bugün eriştiği düzeydir. Popüler AVM hayatının popüler deyimiyle son “canlı performans”a,  kısmi zamanlı çalışma, kiralık işçilik ve özel istihdam bürolarını içeren  “Torba Yasası”nın komisyon görüşmelerinde ve beklenen “taşeron işçisine beklenen kadro” konusunda, kamuoyuna “büyük müjde” verilirken tanık olundu.  

29 Ocak 2016 tarihinde “Kadın istihdam paketi” adı altında, “Ailenin ve dinamik nüfusun korunup kollanması”, “doğum yapan, çalışan kadın işçinin gözetilmesi” üzerinden yapılan laf cambazlığı, kadın işçinin adını ve haklarını kullandığı, malzeme yaptığı için gayrı ahlaki bir yasadır. Doğumla boşalan çalışma alanına ‘kiralık işçi büroları’ aracılığı ile kiralık iş gücü yani kiralık işçi temin edilmesi planı, kazanılmış haklarını gasp etmeyi, kiralık, yarı zamanlı ve güvencesiz çalışmayı meşrulaştırmayı amaçlamaktadır. Bu yasadan “doğum yapan kadın işçi yarı zamanlı çalışarak...” yararlanıyor gibi (elbette şimdilik) görünse de,  bir kurala bağlı olmayan bu esnek, kaygan zeminli uygulama ilerleyen yıllarda tüm işçileri kapsayacaktır.

*  *  * 
-3-
İkinci ve son sihirbazlık gösterisi de, melon şapkadan “taşeron işçiye kadro” değil de, “Özel Sözleşmeli Personel” çıkarılması biçiminde olmuştur. Başbakan 21 Mart 2016 konuşmasında bir türlü kadro dememiş, diyememiştir. Konuşma dili ve sözcükler dil uzmanları tarafından dikkatlice belirlenmiş, özenle seçilmiştir. “Özel Sözleşmeli Personel olarak kamuya alıyoruz” diyor. Ne, 657 sayılı (4-A) Devlet Memurları Yasası’ndan, ne aynı yasanın 4-D maddesinden (iş sözleşmeleri ile çalıştırılan sürekli işçi kadrolarından) söz ediyor, edebiliyor…

Söz edemez; çünkü kamuda kadrolu olarak çalışma mevzuatı yukarıda belirtilen ve de ilgili yasanın iş güvencesi altında olan iki ana çalışma statüsü üzerine kuruludur.  Bu durumda, açıklanan “Özel Sözleşmeli Personel” ne olduğu belli olmayan, hiçbir yönetmeliğe ve yasal statüye oturmayan, sözcüğün gerçek anlamı ile bir ucubedir. 

ÖSP konumuna getirileceği söylenen taşeron işçisinin tüzel pozisyonu, ne 4-A maddesinden ne de 4-D maddesinden 657 sayılı yasa ile ilintilidir.  Ne 4-A bendine göre “devlet güvencesi altında” çalışacaktır,  ne de 4-D bendine göre “belirsiz süreli iş sözleşmeleriyle çalışan sürekli işçiler” olarak mevcut “İş Yasası” hükümlerine tabi olacaktır. 

Diğer anlatımla, bu ülkede ister beyaz gömleği ile masa başında, kara tahta ya da bilgisayar başında kafa emeği ile çalışsın, isterse de iş tulumu, iş eldiveni ile tezgah başında kol emeği ile çalışsın,  çalışanın kadrolu oluşundan söz edebilmek için, 657 sayılı yasanın belirttiğimiz iki pozisyonun birisi üzerinden istihdam edilmesi gerekmektedir.

Bu yüzdendir ki, tam bir Drakula örneği olarak AKP kafasından doğup gelen, muhtemelen önümüzdeki günlerde çalışma yaşamımızın tam göbeğine yerleşecek olan “Özel Sözleşmeli Personel” profili tam bir ucubedir.  Demirci Arif Usta’nın “Ucube, ucube diyordun, al sana ucube.” dediği, tam da budur. Hiçbir yasada adı sanı geçmeyen, hak hukuk sınırları belirsiz, mevcut hiçbir yasal kalıba sığmayan ve hiçbir mesleki kabı doldurmayan tam bir ucube…

Özel Sözleşmeli Personel, ne “İş Yasası” ne “Devlet Memurları Yasası” ile belirlenmiş ve adı konulmuş bir işçi/ memur olmadığından tıpkı taşeron işçileri gibi, siyasal iktidar tarafından kamuda ucuz işgücü kaynağı olarak, güvencesiz ve savunmasız biçimde çalıştırılacaktır.                  

“Tipitip” kılıklı Başvekil, “Dışarıda tek bir işçi kalmayacak” ve “Hepsini kamuya alıyoruz” derken, akıl hocaları tarafından önüne konulmuş kağıdı çok dikkatli okuduğu, suflörünü iyi dinlediği belli. Buraya dikkat, “Kadroya alıyoruz” demiyor, diyemiyor. Kadro vermeleri ve bir sicil kadro numarası ile çalıştırmaları asla söz konusu olmadığı gibi, taşerondaki mevcut işçilerinin tümünün alınacağı da doğru değil. Ancak, emekli olmayan, devlet memuru olma koşullarını taşıyanlar,  adli sicil kaydı “temiz”(!) olanlar,  sadece on iki (12) ay boyunca tam zamanlı çalışanlar ve  kimler tarafından yapılacağı belli olmayan iki ucu açık yazılı ve sözlü sınavları kazananlar,  ancak Özel Sözleşmeli Personel olabilecek.  

-4-
Yukarıda belirttiğimiz engelleri “ezkaza”, “hasbelkader” aşarak Özel Sözleşmeli Personel olma hakkını kazanan işçilerden bu kez, başka şartlar(!) istenecek:   O güne kadar işveren aleyhine açmış oldukları davalardan vaz geçmeleri, o günden sonra da, hak arama amaçlı dava açma ve başka yasal/meşru haklardan gönüllü olarak feragat etmeleri gibi… Burada varılan hukuki durum, istisnasız ve de koşulsuz işveren lehine olan, burjuva demokrasisi hak ve hukukunda da olsa, hiçbir “hakkaniyet” ölçülerine sığmayan, bir kez daha işveren lehine gönüllü bir “sulh”durumudur. Buna Batı kültüründe çok özel durumlarda “Uygar Teslimiyet”, “Medeni Uzlaşma” deyimlerinde rastlanmaktadır.

Özel Sözleşmeli Personel, “İş Yasası”na da, “6356 sayılı yasa”ya da tabi olmadığından hak alma amaçlı iş bırakma eylemliliği, hareketliliği başta olmak üzere,  hiçbir biçimde serbest toplu pazarlık yapma/ sürdürme hakkına sahip olamayacaklardır. Durum böyle olunca da gelen her yeni seçim döneminde siyasal iktidarın oy deposu olmaktan kurtulamayacaklar,  bitmedi kendi iradeleri ile özgürce bir sendikaya üye olamayacaklar,  kamu istihdamında konumlandırılmış işçilerinin yararlandıkları sosyal haklardan ve devlet ikramiyelerinden yararlanamayacaklar.  Ayrıca iş akitleri de üç yılla sınırlandırılmış sözleşme dönemlerinin akıbeti ile belirlenecektir.  Bu sonuç, iş güvencesini fiilen ortadan kaldırması nedeniyle can alıcı önemdedir.

Teknik detaylarını kabaca ele aldığımız, çıkarılmak/ uygulanmak istenen yasaya genel olarak bakılacak olursa, bırakın İslamcı AKP Diktatörlüğünün şapkadan tavşan çıkmasını, kurtarıcı olarak lanse ettikleri, allayıp pulladıkları, abarttıkları dağ fare bile doğurmamıştır. 

Son bir kez yineleme:
2016 Türkiye’sinde, arşınladığımız yolları, kaldırımları yapan, ekmeğimizi soframıza koyan, hayatın şalterini ellerinde tutan çalışan insanlık üzerinde planlanan oyunları duysa, az ötede yıkılmış Sur’u Cizre’yi görse, Cerrattepe’yi yaşasaydı ne denli üzülüp kahrolacağını tahmin etmek çok zor değil. Yazı başlığı için şiirin ustası Ahmet Arif’ten ne denli özür dilesem azdır.  Aslında bunu büyük ustanın yapmasını isterdim; milletin bir yerlerine koymakla, ihalelerle, tahtla postla, mızraklı ilmihalle, kadının hayat dolu şen kahkahası, Fırtına Deresi ile kafayı yemiş edepsizlerin taş kafalarına birer şarjör dolusu dokuz milimetrelik şiir boşaltsın diye…

Hasan Oğuz Bilgen, 10.04.2016, Naldöken Şantiyesi.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder