BU YIL İÇİN TAKSİM’DEN UZAK DURMAK ve
KOMŞUMUZ POLİS MEMURU TAVİL AMCA…
Amerikan Emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi,
bu projenin alt başlıklarından biri olan ılımlı İslam hedefi, on yıl önce
revaçta olan emperyal politikalarının yegane prototip tasarımıydı. Ortadoğu
coğrafyasındaki mevcut hegemonyayı güçlendirerek sürdürmeyi hedefleyen
yayılmacı ve sömürgeci kafaya göre, Ortadoğu ölçeğindeki bu siyasal-mali
tasarım konjonktürel olarak doğru olabilirdi. Karmaşık zaman içinde senaryonun
esas oğlanı gözü ile bakılan RTE - AKP erkinin çok bilinmeyenli ilişkiler
denkleminde yeni Osmanlıcı kısa vadeli düşleri, radikal dincilerle ilişkileri
ve başına buyruk fetihçi profili BOP katarının lokomotif olamayacağına ilişkin
kuşkuları hızla güçlendirmişti.
Aktör seçiminde bu sorunlu durum, ana projenin alt
başlıklarından olan dincilikle piyasacılıktan, uyumlu ruh ikizi yaratma ve
Müslüman demokratlığı yaygınlaştırma, kurumsallaştırma tasarısında da rahatsızlıkları
beraberinde getirmiştir. Müslüman
Demokratlığın kurumlar temelinde güçlendirilmesi düşüncesi Hıristiyan Demokrat
geleneğinin ülke özelinde tekrar edilmesinden başka bir şey değildi. BOP’un bir ayağı da burada iflas etmişti. Avrupa Burjuvazisi, Orta Çağ derebeylerinin
şatolarını temellerinden sarsmayı ve feodalitenin çanına ot tıkamayı daha 1789
Paris’inde başlatmıştı. Bu, kıta Avrupası’nda palazlanan kapitalizmin önünde
bir engel tanımadan, kendi iç dinamikleri ile gelişmesi demekti. Bunun,
-elbette- kendisinden önceki üretim biçim ve ilişkilerini tasfiye etmesinin,
üst yapıda da bu değişimin bir izdüşümü, yansıması olacaktı.
Hıristiyan Demokratlığın doğuş ve var oluş nedeni
bu sosyal ve ekonomik iklimdi.
Kapitalizminin önemli payandalarından biri olan Hıristiyan Demokratlar, sistemle
tam bir ayniyet ve uygunluk içinde olmayı, aslında sistemin kendi içinde
tutarlılığı olarak kabul görür. Avro bölgesindeki, genel olarak anamalcı
dünyadaki bu realite ve Hıristiyan Demokratların bu siyasal duruşu, açıktır ki
artı değer gaspının ve tekel karı sömürüsünün kuralına göre hareket etmesi ve
kurulu düzenin değirmenine su taşıması anlamındadır. Bırakınız bu statükoyla, yasama
organlarıyla, seküler ve laik yapıyla didişip kavga etmesini, biçime ya da
usule dair en küçük bir eleştiriyi dahi yaptıramazsınız. Baskıcı ve fetihçi
değillerdir; bir Hıristiyan Demokrat en
sıradan insanından lider konumunda olanına, -bizdeki gibi- asla “ben yaptım
oldu, yerseniz” diyemez. Demez. Ne dindarlığı ne piyasacılığı başkalarına
bırakırlar, ne de laik ve sosyal hukuk devletini karşılarına alırlar.
Emperyal politikaların Ortadoğu’da ılımlı İslam
tasarısının kırılma noktalarından birisi de AKP diktatörlüğünün yasama
sistemine, hukuka, gazete haberciliğine, laik yaşam tarzına, sanata, yazara
çizere düşünene, eleştirene, ez cümle topyekun çalışma yaşamına sistematik
olarak “istemezük” demesidir. İşte bu,
asla Batı’nın istediği gibi bir Hıristiyan Demokrat kıvamına gelemeyen, bu
yüzden birilerini ciddi biçimde düş kırıklığına uğratan bizdeki dinci-piyasacı
ucube, Taksim Alanı’nın bu 1 Mayıs’ta da emekçiler ve emek dostları tarafından
sahiplenilmesine yine “istemezük” dedi, “Sur, Cizre, Silopi gibi orası da
benimdir. Al sana 2500 adet beton bariyer!..”
Konu aslında onların ne yaptığının ne dediğinin
çok ötesinde, bizim hangi niyette ve hangi söylemde olduğumuzdadır. Adını hemen
koymak gerekir ki, sokak başlarında ve yokuşlarında canlarımızı verdiğimiz
Taksim, özüyle, sözüyle, ruhuyla “1 Mayıs Alanı”dır.
Başta Disk olmak üzere 1 Mayıs bileşenleri bu kez,
“Taksim’de değiliz” dediler. Her ne kadar sendikaların kan yitirdiği olumsuz
bir süreci yaşıyor olsak da, eylemlilik durumu şart ve elzem olsa da, söz
konusu karar örgütlü bir gücün kararıdır. Ancak askeri savaş stratejilerinde
de, yaşanmış deneyimlerinde de, her
koşul ve zamanda sürgit bir saldırı/taarruz biçiminde bir aksiyon durumu
yoktur.
Meramımızı daha anlaşılır kılmak için:
Siyah beyaz yıllarda, küçük taşra kentinin tek polis aracı olan
“Dodge” kamyonetin kent merkezinde, özellikle de “Hükümet Konağı” etrafında
dolandığı, birilerinin de konağın karşısındaki duvara “Kahrolsun Faşizm”
yazabilmek için gece gündüz kafa yorduğunu, bunun için kaç zamandır mesai yaptığını
hayal etmek, düşünmek yararlı olabilir. Belki çelişik gelebilir. Birisinde, yasaklanan bir yere kitle gücüyle,
yara yara çıkmak var; diğerindeyse olabilirliğini, mantığını kollayıp, bir
punduna getirip oraya yazmak düşüncesi.
Burada anlatılmak istenen ortak payda, konulan hedefe ulaşmak için kararlılığın, sabrın ve inancın “Dodge” kamyonetin gölgesine ya da biber gazına, basınçlı suya, işkenceye ve de hapis cezasına karşın asla yitirilmemesi, gerekli teknik çalışmaların, örgütlenme ve daha fazla bir araya gelmelerin, dayanışmaların bir gün olsun aksatılmaması esprisidir.
Burada anlatılmak istenen ortak payda, konulan hedefe ulaşmak için kararlılığın, sabrın ve inancın “Dodge” kamyonetin gölgesine ya da biber gazına, basınçlı suya, işkenceye ve de hapis cezasına karşın asla yitirilmemesi, gerekli teknik çalışmaların, örgütlenme ve daha fazla bir araya gelmelerin, dayanışmaların bir gün olsun aksatılmaması esprisidir.
* * *
Hayli ileri gidilerek, bir ihanet suçlamasıyla
siyasal lince uğrayan “Bu yıl Taksim’de yokuz” kararı, belki de yeni bir kitle
katliamına olanak vermeyerek RTE’nin bozuk ve tekdüze borazanını bir süre için
susturup, baş imamın bildiğini okumasını, daha doğrusu kan, kıyım, komplo
üzerinden laf ebeliği ve ajitasyon yapmasını engellemiş olabilir. Bu size inandırıcı gelse de gelmese de, “Bu
yıl Taksim’den geri durma”nın yüzlerde ve ruhlarda yarattığı düş kırıklığı ve
burukluk - İstanbul’u bilemem ama - İzmir
Gündoğdu’da hatırı sayılır ölçüde belirgindi…
Bir inceden üzerimize çöken kaygı ve kırılganlığa
rağmen, yine de insanlarımızın bunu belli etmemeleri, oraya, alana gelen diğer
parti, sendika, grup ve derneklerden aldıkları güç ve moralle bu coşkuyu
karşısındakilere yansıtmaları, bunu açıktan belli etmeleri, “ancak bir arada
olursak güçlüyüz” dercesine hep birlikte marşlara katılıp sloganları yine hep
birlikte atmaları çok anlamlı ve epeyce de duygulandırıcıydı.
Bunun yanında, kürsü konuşmalarında kurulan
tümcelerin, saptanan öngörülerin, söylenen sözcüklerin birçoğunun işçi ve
emekçilere, işsizlere, emeklilere ve gençlere gereğince/yeterince ulaşmadığı,
oradakilerin yüreklerine dokunmadığı, belleklerine temas etmediği bizzat
tanıklığımızdadır. Ulaşanların, dokunanların da işçi gözünde, işçi yüreğinde
inandırıcılıktan epeyce uzak olduğu göze çarpan acı gerçeklerdendi.
Mealen filan değil, aynen şöyle diyordu sendikacı,
tüm alan dinliyordu: “O
kiralık işçilik yasası Meclis Genel Kurulu’na getirildiği gün orada oluruz;
sadece Ankara’yı değil tüm ülkeyi onlara dar ederiz.” Aynı gün
Ankara’da olacaksın… Yine aynı gün memleketi, Sur’u Cizre’yi yerle bir eden bir
güce dar edeceksin(!) O alanda, o an kaç
kişinin kafasından “yumurta ve delik” örneği geçti bilemem ama, yanı başımda
Disk Keramik İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan Dost Cam işçilerinin
seslice güldüklerini, aralarında
gürültülü bir biçimde şakalaştıklarını çok iyi anımsıyorum.
Aslında durum vahim… Kazanılmış haklara saldırı
yasaları kapıda, sendikacı alttan ısıtmalı deri koltuklarda derin
uykularda, işçi örgütleri ve örgütlü
hareketlilik hızla kan/ivme yitirmede. Ortada, -kızılca kıyameti koparmasa da-
ciddi bir patırtı sebebi olacak olan kıdem tazminatı hakkının moleküllerini
bile yok etme düzenbazlığına ve barbarlığına karşı ne somut bir karar, ne somut
bir adım var. Hatta ufukta en küçük bir
ışık bile yok. Durum epeyce vahim. Bu
memlekette insanlar günlerce tıkıldıkları bodrumlardan burunlarını çıkaramamışken,
bir takım siyaset imamları “senin kıdem tazminatın da ne ki!?”(!) der gibi
fütursuzca, utanmazca sırıtmada…
Evet, ne ki?
Ne ki, umut var… Dedik ya, dinci-piyasacı madrabazın da, uyuklayan sendikacının
da ne söylediği pek önemli değil, belirleyici olan bizim sözümüz, bizim
kavlimiz. Biliyoruz ki… Aklımız başımızdan gitmeden diyoruz ki;
*
Asla mevzilerimizi, bağlı olduğumuz
sendikaları terk etmeyeceğiz. Biz, var isek onlar da var. Sendika içini dolduran örgütlü işçi ile
birlikte sendika olmaktadır; kapılarına astıkları tabelalarla değil.
* Asla yılgınlığa, karamsarlığa kapılmayacağız…
Zalimin sarayına da, yasalarına da pabuç bırakmayacağız. Paranın saltanatına teslim olmayacağız.
*
Laik yaşamın köküne kibrit suyu dökmeye
niyetli dinci gericiliğe, işçi sınıfının da karşı çıkacağını, çıkması gerektiğini göstereceğiz.
* Yaşamın her alanını piyasaya açan,
ticarileştiren egemenlere, rahavet
içindeki, dostlar alışverişte görsün hallerindeki sendikacıya karşın, yanı
başımızdakinin elini bırakmayacağız.
* Taksim’den asla vazgeçmeyeceğimizi; aslında
bizim olan oraya çıkmakla, bütün gerici, piyasacı, demokratik ve insani olmayan
yasaların geri püskürtülmesinin eş değerde olduğunu bıkıp usanmadan
anlatacağız.
* Bu ülkede imamlar baş olduysa, ayaklar da
olabilir. Bir başka dünya da, barış da
kardeşlik de, adalet ve eşitlik de pekala kurulabilir.
* 15-16 yaşlarında tüyü bitmemiş çocuklar,
planlanan yazılamadan bihaber polis memuru Tavil Amca’ya rağmen, kentin tek
polis aracının aman vermeyen, göz açtırmayan turlamalarına inat, Hükümet
Konağı’nın karşısındaki büyük duvara “Kahrolsun Faşizm” yazabilmeyi
becerebilmişse, bu haklı ve isabetli
şiarı, bir gün Taksim Alanı’nın eski Sular İdaresi yönündeki duvarın “münasip”
bir yerinde neden görmeyelim?
* Bizim o sloganı yazmaya da gücümüz de,
yüreğimiz de var, görmeye de hakkımız da…
Sorun, “ben bunu yapabilirim, yapmalıyım, yaparım.” diyebilmekte, o güce ulaşabilmekte, o örgütlülüğü
yaratabilmekte. Tüm bunlara, mesai
arkadaşımızı da, tezgah, torna başındakini de, demirci Arif Usta gibi diğerlerini de inandırabilmekte. O kadar.
* Küçük Arda, iş
eldivenlerini ellerine geçirip çapayı eline aldığında, kendisine özel olarak
belletilmese de ve ne anlama geldiğini fazlaca bilmese de, “Çok iş var, çok iş
var. Çok işimiz, çok işimiz... İşçiyiz biz, işçiyiz.” sözlerini bir şarkı sözü
tadında, adeta Avusturya İşçi Marşı’nın keyfinde heyecanla yineliyorsa umut var
demektir.
* Arda,
demirci Arif Usta’nın kafasında; az laf,
çok iş !.. Ve elbette onun izinde…
Yılmamak, umut etmek ilaç gibi, merhem gibi. İlaçsa derde derman, şifa demek… Demek ki
çıkış da var, çare de var. Tespitin de analizin de, özü de özeti de budur.
Hasan Oğuz
Bilgen, 02.05.2016, Sıcakdere Mevki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder