3 Mayıs 2016 Salı

KOMŞUMUZ POLİS MEMURU TAVİL AMCA…

BU YIL İÇİN TAKSİM’DEN UZAK DURMAK ve
KOMŞUMUZ POLİS MEMURU TAVİL AMCA… 
 
Amerikan Emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi, bu projenin alt başlıklarından biri olan ılımlı İslam hedefi, on yıl önce revaçta olan emperyal politikalarının yegane prototip tasarımıydı. Ortadoğu coğrafyasındaki mevcut hegemonyayı güçlendirerek sürdürmeyi hedefleyen yayılmacı ve sömürgeci kafaya göre, Ortadoğu ölçeğindeki bu siyasal-mali tasarım konjonktürel olarak doğru olabilirdi. Karmaşık zaman içinde senaryonun esas oğlanı gözü ile bakılan RTE - AKP erkinin çok bilinmeyenli ilişkiler denkleminde yeni Osmanlıcı kısa vadeli düşleri, radikal dincilerle ilişkileri ve başına buyruk fetihçi profili BOP katarının lokomotif olamayacağına ilişkin kuşkuları hızla güçlendirmişti.

Aktör seçiminde bu sorunlu durum, ana projenin alt başlıklarından olan dincilikle piyasacılıktan, uyumlu ruh ikizi yaratma ve Müslüman demokratlığı yaygınlaştırma, kurumsallaştırma tasarısında da rahatsızlıkları beraberinde getirmiştir.  Müslüman Demokratlığın kurumlar temelinde güçlendirilmesi düşüncesi Hıristiyan Demokrat geleneğinin ülke özelinde tekrar edilmesinden başka bir şey değildi.  BOP’un bir ayağı da burada iflas etmişti.  Avrupa Burjuvazisi, Orta Çağ derebeylerinin şatolarını temellerinden sarsmayı ve feodalitenin çanına ot tıkamayı daha 1789 Paris’inde başlatmıştı. Bu, kıta Avrupası’nda palazlanan kapitalizmin önünde bir engel tanımadan, kendi iç dinamikleri ile gelişmesi demekti. Bunun, -elbette- kendisinden önceki üretim biçim ve ilişkilerini tasfiye etmesinin, üst yapıda da bu değişimin bir izdüşümü, yansıması olacaktı.

Hıristiyan Demokratlığın doğuş ve var oluş nedeni bu sosyal ve ekonomik iklimdi.  Kapitalizminin önemli payandalarından biri olan Hıristiyan Demokratlar, sistemle tam bir ayniyet ve uygunluk içinde olmayı, aslında sistemin kendi içinde tutarlılığı olarak kabul görür. Avro bölgesindeki, genel olarak anamalcı dünyadaki bu realite ve Hıristiyan Demokratların bu siyasal duruşu, açıktır ki artı değer gaspının ve tekel karı sömürüsünün kuralına göre hareket etmesi ve kurulu düzenin değirmenine su taşıması anlamındadır. Bırakınız bu statükoyla, yasama organlarıyla, seküler ve laik yapıyla didişip kavga etmesini, biçime ya da usule dair en küçük bir eleştiriyi dahi yaptıramazsınız. Baskıcı ve fetihçi değillerdir;  bir Hıristiyan Demokrat en sıradan insanından lider konumunda olanına, -bizdeki gibi- asla “ben yaptım oldu, yerseniz” diyemez. Demez. Ne dindarlığı ne piyasacılığı başkalarına bırakırlar, ne de laik ve sosyal hukuk devletini karşılarına alırlar.

Emperyal politikaların Ortadoğu’da ılımlı İslam tasarısının kırılma noktalarından birisi de AKP diktatörlüğünün yasama sistemine, hukuka, gazete haberciliğine, laik yaşam tarzına, sanata, yazara çizere düşünene, eleştirene, ez cümle topyekun çalışma yaşamına sistematik olarak “istemezük” demesidir.  İşte bu, asla Batı’nın istediği gibi bir Hıristiyan Demokrat kıvamına gelemeyen, bu yüzden birilerini ciddi biçimde düş kırıklığına uğratan bizdeki dinci-piyasacı ucube, Taksim Alanı’nın bu 1 Mayıs’ta da emekçiler ve emek dostları tarafından sahiplenilmesine yine “istemezük” dedi, “Sur, Cizre, Silopi gibi orası da benimdir. Al sana 2500 adet beton bariyer!..”

Konu aslında onların ne yaptığının ne dediğinin çok ötesinde, bizim hangi niyette ve hangi söylemde olduğumuzdadır. Adını hemen koymak gerekir ki, sokak başlarında ve yokuşlarında canlarımızı verdiğimiz Taksim, özüyle, sözüyle, ruhuyla “1 Mayıs Alanı”dır.
Başta Disk olmak üzere 1 Mayıs bileşenleri bu kez, “Taksim’de değiliz” dediler. Her ne kadar sendikaların kan yitirdiği olumsuz bir süreci yaşıyor olsak da, eylemlilik durumu şart ve elzem olsa da, söz konusu karar örgütlü bir gücün kararıdır. Ancak askeri savaş stratejilerinde de, yaşanmış deneyimlerinde de,  her koşul ve zamanda sürgit bir saldırı/taarruz biçiminde bir aksiyon durumu yoktur. 

Meramımızı daha anlaşılır kılmak için:

Siyah beyaz yıllarda,  küçük taşra kentinin tek polis aracı olan “Dodge” kamyonetin kent merkezinde, özellikle de “Hükümet Konağı” etrafında dolandığı, birilerinin de konağın karşısındaki duvara “Kahrolsun Faşizm” yazabilmek için gece gündüz kafa yorduğunu, bunun için kaç zamandır mesai yaptığını hayal etmek, düşünmek yararlı olabilir. Belki çelişik gelebilir.  Birisinde, yasaklanan bir yere kitle gücüyle, yara yara çıkmak var; diğerindeyse olabilirliğini, mantığını kollayıp, bir punduna getirip oraya yazmak düşüncesi.

Burada anlatılmak istenen ortak payda, konulan hedefe ulaşmak için kararlılığın, sabrın ve inancın “Dodge” kamyonetin gölgesine ya da biber gazına, basınçlı suya, işkenceye ve de hapis cezasına karşın asla yitirilmemesi, gerekli teknik çalışmaların,  örgütlenme ve daha fazla bir araya gelmelerin, dayanışmaların bir gün olsun aksatılmaması esprisidir.

*   *   *

Hayli ileri gidilerek, bir ihanet suçlamasıyla siyasal lince uğrayan “Bu yıl Taksim’de yokuz” kararı, belki de yeni bir kitle katliamına olanak vermeyerek RTE’nin bozuk ve tekdüze borazanını bir süre için susturup, baş imamın bildiğini okumasını, daha doğrusu kan, kıyım, komplo üzerinden laf ebeliği ve ajitasyon yapmasını engellemiş olabilir.  Bu size inandırıcı gelse de gelmese de, “Bu yıl Taksim’den geri durma”nın yüzlerde ve ruhlarda yarattığı düş kırıklığı ve burukluk  - İstanbul’u bilemem ama - İzmir Gündoğdu’da hatırı sayılır ölçüde belirgindi…

Bir inceden üzerimize çöken kaygı ve kırılganlığa rağmen, yine de insanlarımızın bunu belli etmemeleri, oraya, alana gelen diğer parti, sendika, grup ve derneklerden aldıkları güç ve moralle bu coşkuyu karşısındakilere yansıtmaları, bunu açıktan belli etmeleri, “ancak bir arada olursak güçlüyüz” dercesine hep birlikte marşlara katılıp sloganları yine hep birlikte atmaları çok anlamlı ve epeyce de duygulandırıcıydı.

Bunun yanında, kürsü konuşmalarında kurulan tümcelerin, saptanan öngörülerin, söylenen sözcüklerin birçoğunun işçi ve emekçilere, işsizlere, emeklilere ve gençlere gereğince/yeterince ulaşmadığı, oradakilerin yüreklerine dokunmadığı, belleklerine temas etmediği bizzat tanıklığımızdadır. Ulaşanların, dokunanların da işçi gözünde, işçi yüreğinde inandırıcılıktan epeyce uzak olduğu göze çarpan acı gerçeklerdendi.

Mealen filan değil, aynen şöyle diyordu sendikacı, tüm alan dinliyordu:  “O kiralık işçilik yasası Meclis Genel Kurulu’na getirildiği gün orada oluruz; sadece Ankara’yı değil tüm ülkeyi onlara dar ederiz.” Aynı gün Ankara’da olacaksın… Yine aynı gün memleketi, Sur’u Cizre’yi yerle bir eden bir güce dar edeceksin(!)  O alanda, o an kaç kişinin kafasından “yumurta ve delik” örneği geçti bilemem ama, yanı başımda Disk Keramik İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan Dost Cam işçilerinin seslice güldüklerini,  aralarında gürültülü bir biçimde şakalaştıklarını çok iyi anımsıyorum.

Aslında durum vahim… Kazanılmış haklara saldırı yasaları kapıda, sendikacı alttan ısıtmalı deri koltuklarda derin uykularda,  işçi örgütleri ve örgütlü hareketlilik hızla kan/ivme yitirmede. Ortada, -kızılca kıyameti koparmasa da- ciddi bir patırtı sebebi olacak olan kıdem tazminatı hakkının moleküllerini bile yok etme düzenbazlığına ve barbarlığına karşı ne somut bir karar, ne somut bir adım var.  Hatta ufukta en küçük bir ışık bile yok. Durum epeyce vahim.  Bu memlekette insanlar günlerce tıkıldıkları bodrumlardan burunlarını çıkaramamışken, bir takım siyaset imamları “senin kıdem tazminatın da ne ki!?”(!) der gibi fütursuzca, utanmazca sırıtmada…  

Evet, ne ki?  Ne ki, umut var… Dedik ya, dinci-piyasacı madrabazın da, uyuklayan sendikacının da ne söylediği pek önemli değil, belirleyici olan bizim sözümüz, bizim kavlimiz. Biliyoruz ki… Aklımız başımızdan gitmeden diyoruz ki;

*  Asla mevzilerimizi, bağlı olduğumuz sendikaları terk etmeyeceğiz. Biz, var isek onlar da var.  Sendika içini dolduran örgütlü işçi ile birlikte sendika olmaktadır; kapılarına astıkları tabelalarla değil.

*  Asla yılgınlığa, karamsarlığa kapılmayacağız… Zalimin sarayına da, yasalarına da pabuç bırakmayacağız.  Paranın saltanatına teslim olmayacağız.

*  Laik yaşamın köküne kibrit suyu dökmeye niyetli dinci gericiliğe, işçi sınıfının da karşı çıkacağını,  çıkması gerektiğini göstereceğiz.

*  Yaşamın her alanını piyasaya açan, ticarileştiren egemenlere,  rahavet içindeki, dostlar alışverişte görsün hallerindeki sendikacıya karşın, yanı başımızdakinin elini bırakmayacağız.

*  Taksim’den asla vazgeçmeyeceğimizi; aslında bizim olan oraya çıkmakla, bütün gerici, piyasacı, demokratik ve insani olmayan yasaların geri püskürtülmesinin eş değerde olduğunu bıkıp usanmadan anlatacağız.

*  Bu ülkede imamlar baş olduysa, ayaklar da olabilir.  Bir başka dünya da, barış da kardeşlik de, adalet ve eşitlik de pekala kurulabilir.

*  15-16 yaşlarında tüyü bitmemiş çocuklar, planlanan yazılamadan bihaber polis memuru Tavil Amca’ya rağmen, kentin tek polis aracının aman vermeyen, göz açtırmayan turlamalarına inat, Hükümet Konağı’nın karşısındaki büyük duvara “Kahrolsun Faşizm” yazabilmeyi becerebilmişse,  bu haklı ve isabetli şiarı, bir gün Taksim Alanı’nın eski Sular İdaresi yönündeki duvarın “münasip” bir yerinde neden görmeyelim? 

*  Bizim o sloganı yazmaya da gücümüz de, yüreğimiz de var, görmeye de hakkımız da…  Sorun, “ben bunu yapabilirim, yapmalıyım, yaparım.” diyebilmekte,  o güce ulaşabilmekte, o örgütlülüğü yaratabilmekte.  Tüm bunlara, mesai arkadaşımızı da, tezgah, torna başındakini de, demirci Arif Usta gibi diğerlerini de inandırabilmekte. O kadar.    

Küçük Arda, iş eldivenlerini ellerine geçirip çapayı eline aldığında, kendisine özel olarak belletilmese de ve ne anlama geldiğini fazlaca bilmese de, “Çok iş var, çok iş var. Çok işimiz, çok işimiz... İşçiyiz biz, işçiyiz.” sözlerini bir şarkı sözü tadında, adeta Avusturya İşçi Marşı’nın keyfinde heyecanla yineliyorsa umut var demektir.  

*  Arda, demirci Arif Usta’nın kafasında;  az laf, çok iş !..  Ve elbette onun izinde… Yılmamak, umut etmek ilaç gibi, merhem gibi.  İlaçsa derde derman, şifa demek… Demek ki çıkış da var, çare de var. Tespitin de analizin de, özü de özeti de budur. 


Hasan Oğuz Bilgen, 02.05.2016, Sıcakdere Mevki.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder