“8 MART” GÜNÜNDE BİR KENTİN “DELİ”SİNİ ANMAK…
Sıradan bir
Anadolu kentinin siyah-beyaz günlerinde, şimdilerde adeta normal bir durummuş
gibi üzerlerinde pek durulmayan yüzsüzlük-arsızlık içeriğinde olaylar asla
yaşanmadığından, o tarihlerdeki bir konu, bir olay ya da bir insan, bir çocuğun
belleğinde çok net biçimde canlılığını koruyabilmektedir.
1960’lı yılların sonu, Antik Spilos’un ya da
anlaşılır tanımla 1917 rakımlı Spil dağının amansız soğuğunu özellikle emekçi
insanların yoksul/çıplak tenlerinde hissettirdiği günlerdir… Her yılın nisan
ayında tarihi mesir macunun halka saçıldığı caminin batı yakasındaki Tarzan’nın
yetiştirip büyüttüğü büyük dutluk arazinin bir başka adı da ‘Bayram Yeri’dir. Bu
kez o dutlukta, çocukların meraklı gözlerle aralarında gezindiği salıncakların,
atlıkarıncaların ve sihirbaz/canbaz çadırlarının yerine, sisli, puslu, ıslak akşamlarında
bol dumanlı ürkek ateşlerin aydınlattığı, alçak, korunmasız ve mağrur branda
çadırlar kurulur.
İlk bakışta mutlu/mesut görünümlü kent küçüktür; telden tele atlayan, Karaköy’ün, Malta ve Dış
Mahalle sokaklarının emekçi hanelerini dolaşan ayaklı gazete haberleri
revaçtadır:
Bu sakin kentin “baldırı çıplak çöpçüleri”,
“kırlılar” işlerini güçlerini bırakmış, kentin muktedirlerine ve dahi pek “mümtaz”
yetkililerine kazan kaldırmışlar, itiraza, inkara durmuşlardır. Kibirli, zengin
beyefendiler, süslü hanımefendiler, grevci çadırlarının uzağından ve yakınından,
kibarlıkları gereği burunlarını tıkayarak, elleriyle gözlerini siper ederek
geçerler. Dağın yamacındaki
mahallelerin araç girmeyen sokaklarında eşek yüküyle onca çöpü toplayan,
böylece insanları salgın hastalıklardan koruyanlar, onların gözünde ‘ol hizmetliler’
yani “amele takımı, haddini aşmakta”, işin kötüsü de “ateşle
oynamaktadırlar”!
Kıyıda köşede kalmışların yaşadığı semtlerin
sokaklarında ise, branda çadırlara bakış elbette farklıdır. “Adamlar
haklıdır... İnsanlar durduk yerde, Spil’in bu ayazında ortalık yerde, bağdaş kurup ateş
yakmaz!”
Yine de, bu Karaköy’ün, Malta’nın, Dış Mahalle’nin
yoksul işçi/memur evlerinde, bir “fenalık olmasın” mealinde, çocuklara
‘gitmeyin, karışmayın’ öğütlerinde bulunulur.
Sultan Cami imamı kendi kavlince, daha ilk cuma namazında “şeytan azapta gerek” buyurur… Durum, evlerine ekmek götürmekten başka hiçbir derdi/amacı olmayan temizlik işçileri için bu denli kötü değildir elbette. Tarih, tabi ki ezilenlerin tarihi ve toplumsal olaylar, -yaşadığımız günlerde de acilen yapmamız gereken- dayanışmacı ve bölüşümcü edimlere, eylemlere tanıktır:
İnsanların çoğunlukla pek sokulmadığı, yakınından
geçmemeye çalıştığı grevci işçi çadırlarının, ikirciksiz, gözü pek, hesapsız
kitapsız iki müdavimi vardı: Kentin delisi “Deli Bayram” ve onun yol/yazgı
arkadaşı “Elif Kadın”… Deli Bayram her daim ipe sapa gelmez, iflah olmaz bir
insandır kentte. Etliye sütlüye karışmaz… Zararsızdır. Gün boyu yolları
arşınlar deli divane… Hal böyle olunca onun, söz konusu “çöpçü grevine” kayda
değer bir katkı verdiği söylenemez. Delinin
mektubunu okumak, meramını anlamak zordur;
o, grevcilere sıklıkla, nereden aldığı bilinmeyen ıslak pöstekiler
getirir bırakır. “Üşümeyin” der,
“bunlara sarılın, olmadı birbirinize…” Bayram’dır; bu kadardır oradaki olaya ilgisi!
Ne var ki “Elif” adı anılınca durum öyle olmaz,
olmayacaktır. Sonuçta Elif bir kadın, bir “pasaklı kontes”tir. O, farklı bir şey yapar; hemen her gün tahta parçaları, kuru ağaç
dalları getirir… Tek amacı yakılan ateşin sönmemesi, daha da büyütülmesidir.
Dökülen üstüne başına, onca kirine pasına karşın anaçtır, koruyan kollayandır. Sahiplenendir.
Her şey bir yana kadındır. Dur durak bilmez, yoldan belden çalı çırpı, atılmış
ekmekleri toplar... Olmadık yerleri süpürür. Sokağı kirletene, kırıp dökene, sövüp sayana
kızar.
Bir kezinde, oraya hasbelkader uğrayan ve kentin
tek külüstür polis cibinin önüne geçer, sözüm ona grevcilere koruyuculuk
yapmaktadır. Polis memuru Tavil Amca (Tavil
Sinemce) babacan, pos bıyık altı güler;
Elif’in sırtını patiler… Ne ki, 1960 sonlarında, insanlarının ‘grev
nedir’ bilmediği bir uzak kentin üretimden gelen gücene bir insan, kentin
delisi Elif de olsa omuz vermiş, el vermiştir artık. Haklı olan yenilmezdir.
Atlanmaması, yadsınmaması ve de unutulmaması gereken gerçeklik ise, o çadırların
yoksul brandasına ve dahi içlerinde birbirlerine sokulmuş titreşenlerine, akıl
sağlığı yerinde olmasa da, vicdan sağlığı yerli yerinde olan bir kadının elinin
değmesidir.
Çocuğun,
bir takım insanların deyimiyle “o
tekinsiz çadırların hikayesi ve akıbeti” ile ilgili bildiği ve bileceği bundan
ibarettir.
. . .
Yıl 2019, martın sekizinci günü… Yer, bir Bornova-Doğanlar
gecekondusu… Şantiye yorgunu demirci Arif usta harlı sobanın karşısında,
uzatmış ayaklarını yatıyor. Eşi
fakirhanenin yoksul sofrasını kurma telaşında… Hangi anlama gelen, ne menem
bir buluşmadır bilinmez, onun da adı Elif…
O, akşamın bilinen mutfak telaşındayken, bir
çırpıda çocukluğumun o unutulmaz renkli fotoğrafı “çöpçü grevi”ni
anlatıveriyorum. Kuru fasulye
tenceresini masaya bırakırken hareketleri ağırlaşıyor, muhtemelen gözleri de
dolmuştur. Oldum olası, bildim bilesi duygusaldır. Böylesi anlarda size bakamaz, bakmaz. Arif usta, tahta divanda horlamaktadır.
. . .
2019 martı itibari ile Flormar işçileri, işçi
kadınları hız kesmeden ve aman dilemeden ısrarla, dediğim dedik, ekmeğim ekmek
demeyi sürdürüyor. Piyasacı ortamda birçok kozmetik ürününün bırakın
güzelleştirmeyi tehlike saçtığı tespiti yapılmışken, dünyayı ancak emeğin ve
kadın elinin güzelleştireceğinde ısrarcı Flormar’ın Elif’leri.
. . .
2019 martı itibari ile kadınlar ürettikleriyle,
itirazlarıyla her yerde… Komşu İran’da öğretmenlerin grevi haftasını
dolduruyor. Çıkan fotoğrafta her nedense
hep kadın öğretmenler görülüyor.
Parasız, adil, karma eğitim verilmesini, maaşlar arasındaki uçurumun giderilmesini, eğitim/öğretim paylarının arttırılmasını, özlük haklarının tanınmasını, sendikal
çalışmanın engellenmemesini ve tutuklu bulunan eğitimcilerin salınmasını
istiyorlar. Çok tuhaf, tam da burada
“Türkiye İran Olmayacak” sloganı çok ironik kaçıyor… Hani, İranlı eğitimciler
bu sloganı kendilerine göre uyarlasalar hiç de haksız olmayacaklar.
. . .
Yoksulluk, işsizlik, hırsızlık, güvencesizlik, iş
cinayetleri günbegün artarken, yalan ve talan otobüsü yüz yirmi kilometre
hızla, yolun sonundaki beton duvara doğru
uçuyor… Hazır, söz yüz yirmi rakamına gelmişken; Demokratik Toplum Kongresi Eş Başkanı ve Halkların
Demokratik Partisi milletvekili Leyla Güven’in sürdürdüğü açlık grevi 8 Martta
yüz yirmi günün geride bırakacak. Talep edilen, uğruna ölüme yatılan isteğin,
bu “güçlü”, “diz çökmez”, “tarımsal üretimde Avrupa birincisi olan” bir ülkede
gerçekleşmesi, gerçekleştirilmesi çok mu
zor: “Tecridin kaldırılması ve cezaevi koşullarının iyileştirilmesi"dir, çok küçük ve önemsiz bir şey olarak istenen.
. . .
8 Martta işte yine bir kadın… Boyun eğmeyi,
susmayı onursuzluk olarak kabul eden barış imzacısı akademisyenlerden Füsun
Üstel… Hakkında verilen hapis cezasının
İstinaf mahkemesince onaylanmasına, vardık, varız, var olacağız dercesine
gülüyor. Gazete fotoğrafında elinde mikrofon, asla terk etmediği gülümseyen,
güleç yüzüyle yine fincancı katırlarını ürkütecek türden, -tabi ki- yine bilinenin
yinelendiği bildik konuşmalarından birini yapıyor.
. . .
2019 yılının mart ayında, ‘Kadın Yönetmenler
Haftası’ ve ‘8 Mart’ dolayısı ile, kadın sinemacılar, kadın yönetmenler İzmir’in konuğu… Belgesel,
uzun ve kısa metraj film gösterimleri, pek çok panel, söyleşi ve atölye
çalışmaları ile vahşi kapitalizmin erkek egemen sinema düzenine “yağma yok, biz
de varız” diyorlar.
. . .
Elif kadın fakirhanede tabakları masaya yayarken,
şantiye yorgunu demirci Arif usta derin uykularda, “martın sonunun bahar” olmadığı, karmaşık, anlaşılması ve sonuca bağlanması zor rüyalar görüyor.
Hasan Oğuz Bilgen, 08.03.2019, Yeni
Bağarası-Ekşisu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder