17 Temmuz 2022 Pazar

VESAYET

ÖZGÜRLÜK KUŞUN KANADINDA.


Hastane Koridoru.

Çalışan klimalara, koşuşturan görevlilere karşın, yine de bekleşen insanları boğan, sıkboğaz eden bir hastane ortamı düşleyin. Ağlaşan, mızmızlanan, sinirli gergin hastalar. Kimilerinde kaygılı, endişeli, üzgün bakışlar. Ya da takıntılı, huzursuz bir beden dili.  Diğerlerinde ise bir endişe, bir sabırsızlık, bir panik, manik-depresif durumları. Duygu durum bozukluğunu beklenmedik sert iniş çıkışlarla yaşayanlar, hemen karşısında oturan, hemde kendisi gibi bir hastaya hırlayıverecek, kalkıp ensesine çökecek gibi; o denli... 

İşte, az ötede sudan sebepten yersiz gereksiz bir ağız dalaşı. Karşıda, uzun kayıt kuyruğunda heyheylenen bir hasta yakını. Üstlerindeki kirli tek tip hastane önlükleriyle, küçük çocukların şaşkın bakışları altında karşılıklı kahkahalarla gülüp, onca insanın arasında köşe kapmaca oynayan iki genç kadın... En kötüsü, ambulanstan yaka paça indirilen yaşlı bir adamın acınası hali. Hemen arkasında ağlak yüzlü bir kadın; belki de kızı. Ardı sıra koşturan biri kız, diğeri oğlan salya sümük iki esmer çocuk. Son görüntü daha sarsıcı... Derdest edilmiş, iki görevli eşliğinde üst kata çıkarılan iri kıyım, kolları döğmeli ve jilet kesiği içinde, ne var ki, az önce acilde yediği iğneden olsa gerek kedi gibi olmuş bir babayiğit.    

Öyle kayda değer uzunlukta olmasa da, yine de sıkıntı veren bir bekleyiş düşünün. Sonra adınızın salondaki ekranda belirmesini ve aynı anda açılan poliklinik kapısından kızgınca bağırılmasını...  
.   .   .


İlgili Poliklinikte.

"Neden burdasınız?!" Daha kaykıldığı masanın karşısındaki sandalyeye oturmanızı söylemeden, alelacele soruyor sorusunu. Biraz azarlar, çokça damarınıza basar gibi. 
"Tamam" diyorsunuz, "İşte, hazırlıklı olmam gerektiği özellikle belirtilen, şaşırtma amaçlı o kışkırtıcı konuşma biçimi. Tuzak soruların hazırda beklediği nasıl da belli!.."

Uzman hekim otuz otuz beş yaşlarında. Sizinle iletişim kurdukça kuruntularınızın boş ve yersiz olduğunu anlıyor, hatta biraz da kendinize kızıyorsunuz. Hangi yılda, hangi mevsimde olduğumuzu, günlerden hangi gün olduğunu, bir binanın neyle yapıldığını soran ve aklınıza ilk gelen kuş adlarını kendisine söylemenizi isteyen, yüzden yedişer yedişer geriye saymanızı rica eden ve yüzünde gülümseme eksik olmayan psikiyatrı sevmeye bile başlıyorsunuz. 

İçinde bulunulan ruhsal duruma, bilinç altına ve olası hezeyana ilişkin önemli ipuçları veren, ilk bakışta basit, ilgisiz hatta saçma gelen sorular, birbiri peşi sıra uzayıp gittikçe diyalog eğlenceli bir hal bile alabiliyor. Aslında akıl sağlığınızın yeterli düzeyde olduğunun göstergesi, belki de kanıtı olan, psikiyatrın hiç beklemediği, hatta hazırlıksız yakalandığı, oradaki konuşmanın akışına, mantığına uygun karşı sorular bile sorabiliyorsunuz. Psikiyatr kimi kez başını hiç kaldırmadan önündeki dosyaya uzun notlar alıyor. Bir saatten fazla bir zaman sonra, son anda ayırtına vardığınız ses kayıt cihazının düğmesine sertçe basıyor. Dışarıya derin bir yorgunluk soluğu verirken gözlerinizin içine bakıp gülümsüyor. Belki de sizin kullanmanız gereken itiraf sözcüğünü o kullanmak zorunda kalıyor: 

"Pes doğrusu!.. 

Hemen yandaki odaya geçip, psikolog arkadaşımın vereceği testleri yanıtlamaya başlayabilirsiniz. Ha, sonrası da var... Bu rutin işlemler biraz zaman -hatta günler- alabilir. Ama tasalanmayın. Yemeklerimiz fena değildir. Konukseverliğimiz de ona keza."  
.   .   . 


Aklından kuşku duyulup ne idiği belirsiz, bitimsiz boşluğa itilmişin düşünceleri: 

Sarsılmak... "Tedavi altına alınıp, vasiliğini isterim" tümcesi ile darmadağın olmak. Orada geçen tek bir sözcükle, "vesayet" sözcüğü ile çarpılmak... Talihsiz bir günün, kötülüğün ilmek ilmek örüldüğü ilerleyen saatlerinde. Damdan düşer gibi aniden:  "Vasilik", "Vesayet" v.s... Alt yapısında özel mülkiyet olan, mevcut sistemin üst yapısında her birinin bir anlamı, bir önemi, bir karşılığı elbette vardır. Lakin, dünya görüşünüz ve siyasal tercihiniz dayatılan düzene itiraz ediyor, "Başka bir dünya mümkün" diyorsa, bir sokak başında sıradan birisinden duysanız aldırmaz, dönüp de bakmazsınız bile. 

Şimdi.

Tut ki günü, yılı, mekanı belirsiz bir zamanını tekinsiz kuytuluklarında yürüyorsunuz. Önceki günün iflah olmaz yorgunusunuz. Belleğinizin bir yerlerinden çıkıp gelen, memur maaşı ile taksit taksit yapılmış o kagir ev. Ve o küçük, şirin evin kendisi gibi dökülen, ahşaptan penceresi. Orada görünüp yiten, hareketli sapsarı bir minik baş. Her iki yanında, iki siyah tel tokayla tutturulmuş iki tutam saç. İki sarı bukle. Tutup sevmeye kalksanız elinizde kalacak. O denli cılız. 

Bir küçük kız çocuğu. Belli belirsiz minik ağzını cama dayamış. Sanırsınız ki küçük dudakları camı öpüyor: "Babaa..."  Olmadı. Hayli uzatıyor: "Baaabaaaa.."  Yüksek, ahşap tavanlı oda çın çın inliyor olmalı.

Cam buğulanıyor. Aslında ses gelmiyor. Sokağa ulaşan öyle bir ses yok. İşe giden babanın ardından bir sesleniş var ama. Orası kesin. Genç adam bunu biliyor. "Babaa"nın ardı sıra gelen, dahası babalık duygularını karmakarışık eden, canevinden vuran sözcükleri de: "Gitme. Dön. Gel.." Cilveleniyor kız çocuğu. Cilve yapıyor kendince. Apaçık.

Adam genç. Bu ince işlerde toy mu toy. Babalığı deneyimsiz. Cesareti yok. Aldanıp dönse, sonrasında ayrılması hayli zor olacak. Eski ahşap ev gibi, o an oracıkta duyumsadıkları da kırılıp dökülüyor. Dönüp bakamıyor bile. Minik ağzın her deviniminde cam tekrar tekrar buğulanıyor. Her buğulanmada kızın yüzü silikleşip yitiyor. Acemi baba, yüzün görünmesini engelleyen yayılan buğuda "Gel. Beni al. Beni sev" yakarışını okuyor. Bu iletinin pekala ayırtında. Sokağın ortalık yerinde saplanıp kalmış, anın her saniyesini iliklerinde yaşıyor. Peşini bırakmayan, içini acıtan bir yerlerinde. Yüreğinde. Yeşil dallar kırılıyor. Dönemiyor. Dönüp bakamıyor bile.

Niye dağılıp uçuşuyor sözcükler? Kız çocuğu. Camın buğusu. Nereden çıktı şimdi bunlar? Sözcükler. Neden yetersizler?  Ya, ahşap ev? Sarı sıcak yuva ne halde?  Yoksul ama içten komşularınca "Yıkıldı yıkılacak! "denilen. Sinsice. Uzaktan uzağa gözlenen. Tuzaklanmış. Emniyetçe günlerce, tekinsiz gölgelerce ve de karanlığın cücelerince "Karakol" kurulan ev.  Sokağının en yumuşak kedi kıpırtısına, hoyratça çarpılan otomobil kapılarından çıkan sese kulak kabartılan uykular. Eşrefpaşa. Eski bir semttir.  Gönüllerde kadimdir. Anıları gizlidir. Yaşanmışlıklarda saklıdır. Şimdilerde dillerde pelesenk ve pek bir "mühim" anlatımlar: "Kentsel dönüşüm"... Doğrusu "Rantsal Virüs"!!!
.   .   .


Gecelerden Birinde.  
Seyrek tavan lambalarının ölgün ışığı ile sonu seçilemeyen, insan horultularına, kesif ter ve osuruk kokularına, histerik sayıklamalara boğulmuş havasız mekanda, altlı üstlü ranzalar. Koridorda ayak sesleri, koşuşturmalar... Bir takım tartışmalar. Muhtemelen ikna çabaları.

Gecelerden Diğerinde.
Bir yerlerde boğuşmalara, it dalaşına varan sataşmalar, taciz... Hiçbir eşyanın olmadığı, ses geçirmeyen yalıtılmış odada, birbirine değmeyen;  değmekten, dokunmaktan sakınan kör, sağır ve sessiz gölgeler. 
.   .   .


Boşa düşmüş insan aklında, belirsiz yarına dair koordinatsız/ pusulasız yol haritaları...

Alışılmışın, bilinenin, yıllarca, geceler boyu göz bebeği gibi korunup kollananın, geleneksel olanın çözülüşü. Ve dahi tabunun, halkalı resmiyetin çöküşü. O eski ev, çatı aralıklarındaki kırlangıç yuvaları ile birlikte daha o zaman yıkılmamış mıydı?

Kem gözlerden kaçılan, demli çay sohbetlerinde soluklanılan o sığınak... Yenice mi? Yeni mi yıkıldı? Yoksa!?  Camlar artık neden buğulanmıyor?  Orada iki minik bukle. İki tutam saç.  Sarı, küçük bir baş. Yapay düşlerde de olsa, niçin bir belirip, bir yitmiyor?  Sözcükler, göz temasları neden yetersiz? Daha düne dek, belleklerimizin cefakar, fedakar, vefalı bekçileri anılar neden belirsiz? Silik? Yitik? 

Urla tarafı. Çatalkaya... Canım Ege'nin Karaburun açıkları. Açıklar... Her yer mi boz bulanık?!  Çatalkaya karardı mı, ne? Ağaçtan yapıp balkona astığım kuş yuvasında umarsız, insanın içini kanırtan cıvıltılar. Yavrular feryat figan! Anaç kuş tedirgin. Bir giriyor. Bir çıkıyor. Erkek kuş. Erkek ya! Ortalıkta değil. Görünmüyor. Varsa yoksa, anne kuş. Bir telaş. Bir telaş. Ah, herkes mi suskun? Ah, herkes mi lal olmuş!  Senin mi; yeni yetmeliğinden bu yana, sevdiğin kızdan sakındığın, uğruna ölümlere gidip geldiğin halkın için atan, yürüdüğün yolda ödünsüz, yakınmasız, canını dişine takıp taşıdığın bu yürek?!  An gelir; niçin sözden anlamaz!
.   .   .


"Heyet" Günü...
 
Eski taş binaya, devasa koğuşlarına yakışmayan, kapısında güvenlik görevlisinin beklediği prefabrik binanın önünde, birbirinden uzak öbekler halinde, fısıldaşan, tartışan, küfürleşen, ayıp laflar eden kadınlı erkekli, için için kaynayan bir insan kalabalığı...Tek takılanlar da yok değil. Başına buyruk volta atanlar, olmayacak yöne, gökyüzüne doğru diklenip sağına soluna, boşa yumruk atanlar. Tek tük koyu gölgeli ağaçların diplerinde, tespih böceği örneği kapanıp ufalmış paranoyaklar, şizofrenler... Zavallıların acınası iç çekişleri, yer yer, zaman zaman sesli çocukça ağlamaları. Benim diyen insanın yüreğini yakan bedduaları, kahreden ilenmeleri...

Üst tarafında "Sağlık Kurulu" yazan, içeriyi göstermeyen siyah camlı kapı düzensiz aralıklarla, aniden açılıp kapanıyor. Dışarıya uzanan belli belirsiz bir baş, bekleşen dağılmış, dökülmüş ve bitik insancıkları adlarını okuyarak çağırıyor. Adları okunanlar, suçlu insanların ürkekliğinde sakınarak kapının ardında kayboluyorlar.

Beklemekten sıcaktan sırılsıklam terlenen civcivli saatlerin sonunda, mesai bitimine doğru, hızla açılıp kapanan kapıdan adınız okunuyor. Diğerlerinin tam tersine, dışarıdakilerin ve de içeridekilerin dikkatlerini çekecek biçimde, oldukça sakin ve kendinizden emin klima soğuğu salona giriyorsunuz:
 
"Hocam, şu sandalyeye oturabilirsiniz..."

Hocam!?  

Sağlık kurulu başkanı, kıdemli ve uzman bir hekim değil de, girdiğiniz kahvehanede size yer gösteren sıradan, mütevazı garson sanki. Geciktirmeksizin kurul üyesi arkadaşlarına dönüyor. Vardığı sonuçtan, verdiği karardan oldukça emin bir konuşma dili ile: 

"Tüm sonuçlar önümüzde.  Derin testler, tıbbi tahliller, ayrıca detaylı laboratuvar deneyleri. Bu hastanede, şu sokaklarda onca aleni, belirgin ve kronik vaka varken, bu mahkemeler bizi ne diye oyalar? Anlamak mümkün değil!  Beyfendinin eşi, hakkındaki şikayet dilekçesini analık içgüdüsü ile, asıl bipolar rahatsızlığı olan kızını korumak amacıyla vermiş. Epikriz ve tanı bundan ibarettir."
 
"Size gelince... Rapor ilgili mahkemeye internet yolu ile gidecek. Siz işinize bakın. Çıkabilirsiniz."

??!!

Kapıyı açıp yol veren görevli memur hınzırca sırıtıp, bir solukta kulağına fısıldıyor: 
 
"Hemşerim, eşin baltayı taşa vurmuş!.. Sen bu akşam, bir kadeh de benim için iç."  
.   .   .


Ek binaları, poliklinikleri, uzun saatler boyunca kurumuş susuz beton zeminine bakıp dalıp gittiği bahçedeki su havuzunu nasıl geçip, hastaneden nasıl çıktığının ayırtında olmadan kendisini caddenin karşı yanındaki otobüs durağında bulur.

"Vesayet" sözcüğünün ağırlığı ve inatçı vıcık yapışkanlığı artık üzerinden kalkmış, bir ihanet fısıltısını çağrıştıran karabasanı beynini terk etmiştir. Oracıkta, göğün maviliğinden süzülüp gelen yalnız bir kar tanesine, ani bir güvercin ürküntüsünden sıyrılmış bir kuş tüyüne dönüşüvermiştir.  Günlerdir kapalı kalmış cep telefonunu açar. Neşeli bir melodi ile açılan cihaza, yine günlerdir kara çalı gibi yakasını, paçasını bırakmayan sözcüğü sorgulatır.  Ekrandaki Tdk. açıklamasında, Haldun Taner'in "Vesayet ve himaye altına giren bir devlet istiklalini yitirir." sözü belirir.  "Devletin istiklali", bireyin özgürlüğü mü ola!?

Bir Livaneli klasiği "Sevgi kuşun kanadında" şarkısını mırıldanarak, belediye otobüsünü beklemeden ve asla arkasına bakmadan yürür gider.

Kaynak: Bir Demirci Arif Usta anlatısı.

Hasan Oğuz Bilgen, 19.07.2022, Saz Mahalle-Manisa.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder