Eylem adımları ile geçilen caddelerde yasal bir kurşunla. Kapısında “Polis halkın dostudur”, dehlizlerinde “Burada Allah yoktur, Haydar vardır” yazan, sorgu labiretlerinde. Ya da, ‘tutuk evi’ diye belletilen zindanlarda hasbelkader ölmeyip de, kendinizi bir gün Kordon’da, bağrınızı İzmir meltemine açmış durumda bulduğunuzu düşünün.
İnsanın içinde güller açtıran bu duyguyu, Nazım Hikmet “Dışarıya çıkacağız, şapkayı yana yıkacağız” biçiminde yazmış, sevdalıları da bunu, içi ısıtan yüreği titreten özlem olarak okumuştur. Uzun sözün kısası, paçayı karaçalıdan kurtarmaktan farkı olmayan tahliye olmak böyle bir duygu durumu. İşte, yıllar sonra dışarı çıkan devrimcilerin şaşkın ördek örneği, -unuttukları- yeni yaşama tutunmaya çalıştıkları zamanlardı.
Yaşayanlar bilir. İnceden inceye bir yalnızlık/ kimsesizlik duygusunun, yeni dünyasında soluk borusu bulmaya çalışan insanın içine çöreklenmesi, “Haydar”ın tezgahında dönen çarkların, askı ve falaka düzeneklerinin eziyetinden beterdir.
Bu yüzden, o günlerde yaşamın hayhuyu içinde, çarşıda pazarda birbirleriyle karşılaşan bu arkadaşların, kurtuldukları Gayya kuyusu cezaevleri ile ilgili, ‘o günlerimizi özlerim’ ve ‘arıyorum’ mealinde esprili sohbetlerine tanık olanlar vardır.
İşte o dar günlerin daralan insanlarına yetişen “Hızır”, devletin sopasını tatmış, sendikacılıktan gelen bir muhasebecidir: Nurettin Karabaş.
Sözcüğün tam ve gerçek anlamıyla dayanışma fedaisi, imece gönüllüsü. Elinden tutmadığı, omuz vermediği insan yoktur. Asla çetelesini tutmaz. Kendine özgü bıyık altından muzip gülüşü, “Hadi bakalım bizim oğlan” diye takılması, sevdiği/ nazının geçtiği insanla -bıktırmadan- uğraşması dün gibidir.
Avukatımız, sevgili Gültekin Köktürk Suvarlı ağabeyimizi eşofmanıyla adeta alıkoyup, Lada Samara’sıyla ilgili dosyayı bulmak için Ankara’ya, oradan da Gaziantep’e uçurup F Tipi bir zindandan arkadaşımızı tahliye ettirdiği, ilerleyen günlerde başka insanlarımıza iş kurduğu, hatta kurulu düzenini teslim ettiği, işin acı yanı oranın da sahiplenilmediğinden zarar ettiği bilinen gerçeklerdir. Şöyle de denebilir: Ayakta kalmanın, geçim derdinin girdabına kapılmış birçok insanımızın kendisini kurtarmaya çalıştığı doksanlı yıllarda, o tam da tersini yaptı, çevresini kurtarmaya, çevresindekileri kalkındırmaya çalıştı. Duvarı ören, tuğla üzerine tuğla koyan hep o oldu. Onu Nurettin Karabaş yapan da buydu. Bizler onun için, -kemoterapi şeanslarına götürüp getirmenin dışında- pek fazla bir şey yapamadık. Yakın dostlar, yoldaşlar incinip darılmasın. Bu özeleşti bile, onun için çok, çok azdır.
* * *
Nurettin abi kulağı delik olan eski kulağı kesiklerdendir. Ona en yakın olan bir insanın deyişi ile “İnsan denilen varlığı çözmüş, tam bir hayat adamıdır.” Bir gün, bu arkadaşının tek atımlık barutu ile, elden düşme bir Murat 124 aradığını duyar. Çalıştığı belediye şantiyesine telefon edip Lada’yı ona vereceğini söyler, işyerine gelmesini tembihler. Üç beş gün bekler. Arabayı almaya gelen giden yoktur. Bir akşam vakti, bu arkadaşın evine gider, -içeri girmeden- kapıdan kontak anahtarını eşinin eline tutuşturur ve oraya çağırdığı bir taksiyle evine döner.
Sıkılan sıkılsın... Demirci Arif Ustanın, pis bir huyu vardır. Paylaşmasa çatlar. Eksiği var, fazlası yok; bu olaya ilişkin sözler Nurettin abinindir:
“Bu adam var ya; nesli kurumuş, su katılmamış bir Sovyet askeri. Bir de, kırmadan kırılmadan esnemeyi öğrenebilse. Lada’yı bu insana ben döve döve verdim. En son sopayı, borcunu ödemek istediğini söylediğinde yedi. Ne derler; alışmış kudurmuştan beterdir. Kaşıntısı tuttuğunda bana gelir. Hayvanlık ben de kalır, iki kadeh içirir gönderirim. Kaşıntı maşıntı kalmaz, CHP genel merkez binasının odalarında kafasına göre takılan Şero gibi, süt dökmüşe döner.”
* * *
Gün geldi, zaman eridi. Sovyet askeri onu hiç yalnız bırakmadı... Tepecik SSK yollarında, İnekçi Osman’a -Bergama-Poyracık- şifa arayışlarında, en son Turgutlu Devlet Hastanesi Dahiliye Servisi’nin nöbetlerinde. Her gözünü açtığında ya başucunda, ya kapısının eşiğinde hazır askerdi.
Nurettin abi, derin uykularına yenik düşmediği saatlerde, sol dirseğine gücü yettiğince inatla yüklenerek, yatağında -asla- sırt üstü yatmamaya, ısrarla pencereden dışarıya bakmaya çalıştı. Onun bu beden dilinden, ancak onu çok iyi tanıyan bir insan anlayabilirdi:
Beni bu lanet olası yatağa çivileyemeyeceksin! Beni yaşamdan koparamayacaksın!
Yatağında usanmadan inatlaştığı, direndiği elbette ölüm meleği değildi. O, akciğerinin en hassas yerine, kalbe çok yakın bir atardamar üzerine yerleşmiş olan inatçı/ kötü huylu bir tümörle kavga halindeydi. Öyle ya bu kavga da, dışarda verdikleri kavganın bir parçası değil miydi? O, kavgamızı/ sınıf mücadelesini, vefalı ellerinin vefasız ellerimizi bıraktığı son ana dek terk etmedi.
Bilgiyi önemser, bilime ve insan aklına inanırdı. Bunu kanıtlayan komodinin üzerinde, yanında okuma gözlüğü ile duran tuğla iki kitaptır: Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi. (1923-1950) Yahya S. Tezel. ve Felsefenin Temel İlkeleri. George Politzer.
* * *
90’lı yıllarda, içlerinde hatırı sayılır şirketlerin ve tanınmış iş insanlarının bulunduğu iki yüz ticari hesabın muhasebesini tutuyordu. Vicdanının ve Mahir’in sesini dinlemeseydi, kasasını bol sıfırlı çeklerle doldurabilir, (rakı balık-yan gelip) varlık içinde yaşayabilirdi.
Nurettin Karabaş, 2 Temmuz 2006 sabahının gün doğumundan hemen önceki alacakaranlıkta, yıllarca kavgasını verdiği davada gıkı çıkmadan, bir an olsun yakınmadan taşıdığı bayrağı bize emanet edip, hep o bildik kızgın/ küskün/sevimli görünümü ve küfürlü tavrı ile çekti gitti.
Hey gidi, hey Nurettin Abi...
Çalışma gününü altı saate düşüren, Josip Bros Tito" nun memleketi Yugoslavya doğumlu, ey koca göçmen...
Her biten gün, her tükenen dostluk, her çürüyüp kokuşan ilişki seni; usturuplu takılmalarını, geceler boyu sohbetlerini, hesapsız özverilerini, adamı hizaya getiren ağız dolusu küfürlerini, o günlerde çok küçük olan Gül’e Gülçe demeni anımsatıyor.
Açık Mektup Kolektifi. 02.07.2006. Turgutlu. Göçmen Mahalle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder