23 Nisan 2014 Çarşamba

MOĞOLLAR ve TÜRKÜCÜ






MOĞOLLAR ve TÜRKÜCÜ

                                                        
 " İnsanlık tarihinde hiçbir toplumsal sorun yoktur ki, merkezinde insan olan sosyal kaynağınainilmeden halka karşın halk için çözümlenebilmiş olsun. "

 


Daha düne dek “kart kurt”la geçiştirilmeye çalışılan ve parasal karşılığı, ülkenin IMF borçlarını kapatabilecek düzeye ulaşmış olan malum Kürt sorununun, ülkenin değişik kurum ve platformlarında tartışılıyor gibi yapılması, hatta kıyısından köşesinden tartışılması ya da dillendirilmesi, siyaset ve toplum bilimi uzmanlarınca bir arpa boyu yol almak biçiminde açıklanıyor olsa da, köyleri haritadan silinmiş, insan dışkısı yedirilmiş, kuyulara atılmış insanların kederli yüzlerinde, nicedir yabancısı oldukları bir umut ışığı yanmıyor değil.

Gelinen nokta umutlandırıcı mı?  Hadi -bir şey yitirmeyiz- bir an için iyimser olalım, bardağın dolu  yanını görelim ve  “umutlandırıcıdır” diyelim.

Ah bir de… Yani bir de  “Devletin 86 yıllık inkar ve imha politikasına, Kürt halkının kültürel hak ve istemleri doğrultusunda son verilip, beklenen haklar ve özgürlüklerle ilgili yasal düzenlemeler yapılabilecek mi?”,  “ Bu özlemler yeni bir demokratik, adil bir anayasa şemsiyesi altında garanti altına alınabilecek mi?",  "Böylesi bir anayasal değişimi kaldırabilecek toplum bilincinin, uzlaşı ve kardeşliğin psikolojik ve toplumsal zeminini yaratmak adına gerekli çaba harcanıyor mu?" sorularına olumlu yanıtlar verilebilseydi ! . .

İnsan bu soruların yanıtlarını düşündüğünde paragraf başındaki pembe tümce ile anlatmaya çalıştığımız bardağın dolu yanını görme noktasının ister istemez gerisine düşüyor. Ardından yanıtlarını vermeye kalktığında en azından şu an itibari ile olumlu yanıtlar verilemeyeceğini söylemenin toplum ya da siyaset bilimcisi filan olmayı gerektirmediğini görüyor.

- 2 -
Konu ile ilgili olarak oligarşik devlet cihazının yeni liberal-dinci hükümetini kuran partinin, ona muhalefet eden partilerin, yine düzenin değişik siyaset kurumlarının farklı nüanslarda da olsa, sorunu salt  terör ve güvenlik sorunu görüp, terörle mücadele etmek ve kökünü kazımak saplantısına takılarak hep aynı histerik, ırkçı, kafatasçı ruh hallerinde, ama hep tıpkı bir hıyar gibi ikiye bölünme ve parçalanma paranoyası ile dillendirilen tepkiler, bu tabuların ve statükocu tutumların toplumun zaten acılı, yaralı insanlarında olan korkuları, kaygıları ve umutsuzlukları arttırması sorunun çözümsüzlüğünün en açık kanıtı. 

Şimdilik Amerikan Emperyalizminin, onunla bütünlemiş ılımlı İslamcı yerli, egemen oligarşik yapısının gölgesinde, içi boş sözler üzerinden seyreden iyi niyet gösterileri ve “üslup görüşmeleri” sığlığındaki süreç, bir yandan devletin yüksek ve “haki” renkli burçlarından, bir yandan da “derin” yerlerinden sakin ama sert ve şahin bakışlarla izlenirken, bu güne dek çözümsüzlükten başka bir şey üretmemiş, sözcüğün tam anlamı ile soruna hep tıkaç, takoz olmuş militarist, şoven ve ulusalcı anlayışların felaket tellallarınca günbegün yokuşa sürülmekte…

Durum böyleyken Kürt halkının iş, aş, eşitlik, anadili, kimlik ve barış beklentileri  olarak somutlaşan hem ekonomik ve siyasal hem de kültürel istemlerinin istismar edilerek türlü manipülasyonlara tabi tutulması, üstüne üstlük tehlikeli, vebali ağır ve spekülatif mecralara çekilmesi de sorunun ayrı bir endişe verici yanı. 

Oysa sorunun çözümü, kökleri tarihin derinliklerinden gelen mevcut devletin imha, şiddet, inkar geleneğinden beslenen resmi politikası ile kurumsal anlamda ciddi  bir yüzleşmede saklı.

Geleneksel, resmi anlayışının sorgulanması, dolayısı ile mevcut inkarcılığın,  “kart kurt” yalan demagojisinin tek ve aleni savunucusu olan MHP denilen kafatasçılığın etkisinin silinip, barış karşıtı militarist baskısının ve egemenliğinin kırılması, halk düşmanı provakatör, ırkçı ve savaş yanlısı yüzünün açığa çıkarılması, en azından şimdilik pek olanaklı görülmüyor.

- 3 -

CHP cephesinde ise yeni bir şey yok…  Lideri de yönetici konumda olanları da, Kıbrıs konusunda “ezeli tıkaç” görevini üstlenmiş Rauf Denktaş’ı kıskandıracak derece de, her zaman olduğu gibi olup biteni trafik kulesinden bakıp izlemenin kolaycılığında... Çoktandır  “Bekle ve gör”,  “Her şeyi eleştir” , “Kör tıpa ol.” tutumunu korumaktalar. Hemen her gün, her fırsatta geleneksel misak-ı milli bakışının " Tekçi " kafası ile,  savaş ve felaket tellallığını en sıkı ulusalcı beylere, Başbuğ’un neferlerine bırakmadan, azimle,  kuşku, endişe ve korku imparatorluğunun temellerini güçlendirmekte.      
               
Moğol istilasından bu yana, bu denli pervasızlıkta, bu denli vahşet boyutunda bir emek, doğa, tarih yağmasının, kültürel talanının, insan kıyımının yaşanmadığı kadim Anadolu topraklarında, müzmin yaraya merhem olacak, toplumsal uzlaşıyı ve barışı tesis edecek iksirin bırakın uygun kıvama gelmesini, henüz bulunabilmiş, adı konulabilmiş bile değil.

Yok  “ Önce sen vurdun ” çocuklaşmasıyla, “ Bölmeye kalktın “, “ Öyleyse tek dil Türkçe ” ve “ Dediğim dedik çaldığım düdük “ biçiminde özetlenebilecek ısrarcı, inkarcı ve de ayrılıkçı ezber yinelemesi üzerinden akıl ve vicdan tutulması sürdükçe, yara da kanamaya, hasta da kan yitirmeye devam edecektir.

Gerçekliğini sevgili Celal Başlangıç’ın bir söyleşi dizisinden öğrendikten sonra, yazıya dökerek dillendirmeye çalıştığım yaşanmış olay “Türkücü”, yıllardır iflah olmaz bir kısır döngü içinde, sorunu salt  “ güvenlik ve terörle mücadele " sorunu olarak görüp,  Battal Gazi refleksi ile çözmeye çalışan asker kafaların değişmesi gerektiği noktasında bizlere traji-komik iletiler sunmakta. . .
- 4 -

Diyarbakır-Bingöl karayolu kesilmiştir…

Ay ışığı gecenin ıssız karanlığında omuzlarda asılı silahlarının namlularında parlamakta… Pötikareli poşularıyla yüzlerini örten adamların sesleri  kapalı ağızlarından biraz sert ve boğuk, biraz da sinirli çıkmaktadır. 

“ Herkes aşağı insin ”  diye bağırır, diğerlerine göre biraz önde dikilen uzun boylusu.

Yolcuların erkek olanları kirli kasketli, poşulu, yöreye özgü şalvarlı ve yeleklidir. En traşlısı en az bir haftalık sakallıdır. İstisnasız tümü kara bıyıklı erkeklerin hemen arkasından, allı morlu libasları, başları yine yöresel bağlanışlarıyla tülbentli, iki elleri her daim utangaç durumda ağızlarında, sessiz, ürkek, her halleriyle ezik Kürt kadınları, birer birer geçer otobüsün ölgün far ışıklarının önünden...

Erkeklerinin arkasında saf tutar gibi, bedenleri, emekleri ve dahi ruhları ile hiçbir sığışacak yerleri olmayan erkek egemen kapital dünyasının onca günahını işlemişçesine başları önde sıralanırlar. Yollarını kesip onları külüstür otobüslerinden indirenler, bu yoksul, mahçup insancıkların alıkonulmalarına neden olacak bir şey yapmadıkları, hiçbir kötü muameleyi hak etmedikleri gerçeğinin ağırlığı altında biraz suçlu, yine de insanı ürküten bir sessizlik içindedirler.

Tam bu sırada, başlarına sardıkları poşularla yüzleri örtülmüş sert adamların en küçük bir hareketi kaçırmayan denetleyici bakışları, rahatlığından, biraz da keyfiliğinden olsa gerek, en sona kalmış birinin üzerinde şaşkın bakışlara dönüşür. Bölgenin bilinen, kanıksanmış giyim tarzına aykırı birisi belirmiştir merdivenlerde…
 
- 5 -
Kirli beyaz takım giysisi, boynunda o diyarlarda belki ilk kez görülen kravatı, dirsek ve diz yerleri çıkmış giysisinin rengine uygun abartılı rugan ayakkabıları ile tıpkı bir ayrık otu gibi, insanın hemen dikkatini çeken biridir bu. Üstü başı, garip tipi, rahat ve telaşsız hareketlerinin yanı sıra, muzip bakışlı bu adam için oradakiler pek anlam veremez…

Yolu kesenler beklemedikleri bu konukları karşısında ilk şaşkınlıklarını üzerlerinden atar atmaz, o hiçte tekin olmayan gecenin içinde ışıl ışıl parlayan adamı karşılarına alıp sorgular gibi;                
“ Hemşerim…  Gel hele…  Ne iş yaparsın sen? ”
“ Türkücüyem ”  der adam,  “ Türkü söylirem. ”
“ Yolculuk nere? ”
“ Bingöl’e dügüne… Türkü söylemeye gidiyem.  Sırtımdaki de sahne elbisemdir.   Eyle işte …" 

 
Namlularına mermi sürülü, ay ışığının şavkıyan beyazı altında ilerleyen gecenin gerginliğine karşın, kendisinin sadece türkü söyleyen biri olduğunu söyleyen adamın konuşması rahattır. Adamın komik yüz ifadesi, sıra dışı kılığı, duruşu ortamı hiç beklenmedik bir anda yumuşatıvermiştir.   

Alışılmamış kıyafeti ile gecenin karanlığında ışıyan, adeta göz kamaştıran çelimsiz adam, yolu kesen silahlı adamların merak kaynağı  olmuştur.

Diğer yolcularsa unutulmuş gibidir. Sadece gözlerini açıkta bırakan kafalarına sardıkları poşularının ve rahat giysilerinin içinde kendilerinden oldukça emin görünen adamlar bir süre ayrı ayrı düşünürler. Ortalık üzerinden çok geçmeyecek derin bir sessizliğe gömülmüştür. Kısa süre aralarında fısıldaşırlar.  Sonunda ortaklaştıkları kararı, ardı belirsiz yalçın dağların sabrı ile bekleşen insanlara yüksek sesle bildirirler.  Otobüsün sürücüsü yolları üzerindeki karakollara kesinlikle uğramayacaktır, böylece otobüs hiç durmadan yoluna devam edecektir.

- 5 -
“ Herkeş otobüse… Sen şofer, hiç durmadan gaza basacaksan... Sadece Türküçi kalacak… Onunla  işimiz bitmedi. Sallanma hade… Herkeş arabaya.  Marş marş ... ”

Otobüsten en son inen adam, kızdığı akşamın beklenmedik bir vaktinde, ortalık yerde, hiç tanımadığı ve ilk kez karşılaştığı insanların arasında bir başına kalakalmanın şaşkınlığına karşın soğukkanlılığını korumaktadır.  

“ Seni komutana götürelim… Gösterelim hele… Bakalım o ne diyecek ?! ”  diyerek, vururlar ardından dağlara.

Gecenin iflah olmaz söz dinlemez karanlığında, tek tük yanıp sönen ateş böcekleri, dağın dinginliğinin ayrıcalığına apayrı bir güzellik katmaktadır. Yürüyüş kolu düzeninde, tek sıra birbirlerini izlerler uzun süre;  hiçbir yakınma ve en küçük bir yorgunluk belirtisi göstermeden. Her gün diken üzerinde, çatışmalarla geçen yaşamlarının elektrikli havasını değiştirip renklendiren Türkücüye de arada bir takılıp aralarında şakalaşırlar.  Sarp dağ yolları boyunca pek keyiflidirler.

Sakin görünen adamınsa içten içe yüreğinin yağı erimektedir:

“ Poki yedik.” der içinden,  “ Dügün mügün kalmadi...  Aha şimdi poki yedik…  Bunlar bizim eşkiyalar… Dügün mügün kalmadi… Dinime imanıma sabbaha kadar nöbetteyiz. “ 

Kem gözlerden ırak, kuşku çekmeyen koyağın derinliğindeki, büyükçe iki  kayanın arasında kurulu gerilla kampına ulaşmaları biraz zaman alır. Ayaklarında “Mekap” ayakkabılar, sırtlarında yükleri belirsiz tıka basa dolu çantalar, boyunlarından sarkan fişekliklerle göğüs hizalarında sallanan el bombalı adamlarının arasında, gözüne hiç alışık gelmeyen kravatlı, tuhaf giysili birisinin kampa doğru geldiğini görünce komutan da şaşırır. Alışık olmadığı, hazır cevap adamın düğünlerde halkı eğlendiren birisi olduğunu öğrenince çocukça sevinmesi tutar.  Pek keyiflenir, yüzünde gülleri açar. Yoldaşları gibi, o da uzun zamandır köyünden, sevdiklerinden ayrıdır ve insanlara, halkına olduğu kadar türkülere de sevdalıdır.  

 - 6 -
Böyle olunca, oradakilerin her birisini yavuklusuna, yollarını gözleyen anasına, sılasına götürüp getirecek olan eğlenceli gecenin, Türkücü için epeyce uzun ve yorucu geçmesi elbette kaçınılmazdır. Komutan adamı bir süre dikkatle süzdükten sonra:  “ Oku bakalım bir türkü.” der. 

Türkücü çaresiz bir Kürtçe türkü tutturur. Komutan, yanık, yanık olduğu kadar da şen şakrak sesini beğenmiştir.  Türkücü değişik ve renkli ses tonuyla ortalığı inlettikçe, hep ortak yazgıları eziyet ve işkencede buluşmuş yaralı gönülleri kasıp kavurdukça, yüreği dağlanan komutan da coştukça coşar.

“ Bir tane daha, bir tane daha.” diye diye, sabahın ilk ışıklarına dek, çok sevdiği, çoğu zaman arkadaşlarıyla birlikte yüksek sesle eşlik ettiği, bildiği bütün Kürtçe türküleri söyletir adama.

Mor dağların meraklı gözlerden uzak, tahmin edilmeyen serin koyağında konuşlanmış kampın hayli aşağısında, yol kenarında bir jandarma karakolu vardır. Gecenin dinginliğinde Türkücünün gür ve yanık  sesi, iki dağı birden tutmuş, karakola dek gitmektedir.  Oradaki komutanın ve askerlerin şafak vaktine kadar, sadece dağdan geldiğini bilebildikleri, sözlerini anlamadıkları bir dilden avaz avaz söylenen coşkulu türküler sayesinde uykuları kaçmıştır. Türkücü yanık-gür sesiyle, gelen günün akşamında başına geleceklerden habersiz jandarma karakoluna ilk konserini verirken, askerler de tanımadıkları bu sesin sahibine dillerine geldiğince ağız dolusu sövüp sayarlar.
.   .   .
Tanyeri daha ağarmadan Türkücü’nün gözlerini bağlarlar. “ Türküden zarar gelmez;  sen söylemeye devam et.”  diyerek, kulaklarına gördüğü kampı ve insanları unutmasını salık veren kibar uyarı sözcüklerinı fısıldaya fısıldaya, onu önlerine katıp patika yoldan aşağıya indirirler. Uzun, yorucu bir yürüyüşün sonudur… İçlerinden tok sesli olanı silahının namlusunu adamın ensesine dayayarak, son kez ve yüksek sesle tembihler:

- 7 -
“ Sakın ola ki, hiç ama hiç susmayasan. Arkana bakmayasan. Göz bağını açmayasan… Hiç durmadan bayır aşağı söylemeye devam edeceksan. ”

Türkücü nerede olduğunu, nereye gittiğini bilmeden, gözleri bağlı, yokuş aşağı salar kendini. Sabaha dek, bilmem kaçıncı kez çığırdığı türküleri artık kararmaya ve bulanmaya başlayan beyninde sil baştan, tekrar sıraya koymaya çalışırken, bir yandan da tökezlenmemeye çalışmaktadır.  

Adamların eline ilk düştüğünde içinden geçen iki sözcük, artık sözleri birbirine karışan yorgun-uykusuz türkülerin, farkında olmadan doğal nakaratı olmuştur: " Poki yedik,  Poki yedik. " 

Uykusuzluk ve yorgunluktan sersem sepelek, nerdeyse el yordamı ile tökezleyerekten ilerlemeye çabalarken, dizlerinin dermanı gibi bitmez tükenmez bellediği soluğu da tükenmek üzeredir.  Bu arada geçen zaman nedir, poşulu sert adamlar nerede kalmıştır, hiç ama hiç ayırtında değildir.

Başlangıcını anımsayamadığı, sonunu kestiremediği zamanın belirsizliğinde gezinirken; bu kez çok farklı bir dilde ve ağızda bir ses :  “ Na’pıyon be hemşerim? ” der.

Bu kez, yolunu kesen aynı uykusuz geceden kalma, sinirleri bozulmuş askerlerdir.  Gözbağına dokunmadan, az önce kulaklarına fısıldanmış dostça tavsiyelerden habersiz, koltuk altlarına giren kuvvetli ve sabırsız eller, ayaklarını yerden kesip zaten bulutlarda gezinen çaresiz insanı sürüklercesine yürütürler…

Karşı dağın düzlüğünde, iki gözetleme kulesindeki ağır silahlarla korunan karakollarına ulaştıklarında gözlerindeki bağı açarlar, ellerini çözerler. Oldukça kızgın ve sitemlidirler:

 - 8 -
 “ Gel bakalım. ” der içlerinden birisi,   “ Seni komutana götüreceğiz ! ”
 
Üsteğmen rütbeli komutanın emrindeki askerlerden çok daha sinirli olduğu ahşap masa üzerindeki, çoğunluğu yarısında söndürülmüş sigara izmaritlerinin taşırdığı kül tablasından anlaşılmaktadır. Mesleği türkü söylemek olan mahçup adamı, bir süre parmaklarının arasındaki külü kıvrılmış sigarasıyla, burnundan soluyarak izleyen karakol komutanı sonunda sessizliğini bozar:

“ Ulan, ulan !.. ”  “ Sen miydin ulan sabaha kadar kafamızı ütüleyen ? ”   

Türkücü başına gelenleri tüm doğallığı ile anlatmasına karşın, komutan yine de kızmadan edemez.

“ Demek sendin ha !.. Bizi sabaha kadar uyutmayan eşşoğlu ?! ”,  “ Çık nakalım şu karakolun damına. Önce bağırarak İstiklal Marşı'nı oku…  Sonra bildiğin bütün Türkçe türküleri.   Akşama kadar da burada, Türkçe söyleyeceksin ! ”

Talihsiz adam bıkkın adımlarla kerpiç dama çıkarken ortalık çoktan ışımıştır. Güneş mor dağların doruklarından yeni bir güne göz kırparken, karşı tepelerin bir yerlerinde dağın sarp tepelerine doğru tırmanan silahlı insan siluetleri kapanmaması için çabaladığı  gözlerinde yitip gitmektedir.
                             
Hasan Oğuz Bilgen, Karşıyaka, 15.08.2009





Haber Tarihi: 06/05/2011,  
 Haber Editörü: Özgür Medya,  Haber Kaynağı: Özel
++ Ozgur Medya ++ info@ozgurmedya.org,  Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar.
Yazı içeriklerinden site yönetimi yasal sorumlu değildir. Tüm yazılar Telif Hakları Yasası'nca korunur.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder