1 MAYIS KAVGA GÜNÜDÜR.
Yukarıdaki başlık, en önemli belirtisi ağızdan çıkan ya da
yazıya dökülen her sözcüğü polemik konusu yapmak olan çocukluk hastalığımızı
nüksettirme endişesi yaratıp, inceden bir goşizm, anarşizm havası estirse de,
durum o kadar hafife alıp geçiştirilecek ya da abartılarak çarpıtılacak cinsten
değil...
Şimdi… Değişik dil, din, etnik özelliklere sahip bir ülke
düşünün ki, suyunun üzüm gibi baskılanarak çıkarılmasına rıza gösteren insanlarının
%50’si sağa eğilimli, tutucu ve milliyetçi damarları sertleşmiş olsun… Yine,
nüfusunun kabaca yarısı internet kullanmıyor, hatta böyle bir iletişim
mucizesiyle hiç tanışmıyor, hatta hatta bu oran, ülkenin doğusuna,
güneydoğusuna doğru gidildikçe %70’lere, %80’lere tırmanıyor olsun… Bu tür bir
Suudi, Molla Bedevi çağrışımlı ‘Cehiliye Devri’ tablosunun öne çıkan görüntüsü,
-SS üniformalı, Adolf bıyıklı olmasa da- öfkeyle, kötü kötü bakan bir diktatör
bozuntusu olmasın da, kim olsun…
Padişah Kafalı Diktatörlük, uzun süredir, kentleri, fabrikaları,
parkları, alanları, dağları, ormanları, dereleri, bilcümle koca bir ülkeyi
teslim almaya, rantiye mantığı ile peşkeş çekmeye çalışırken, bir yandan da
akıl hocalarının yardımıyla uzmanlaştığı algı ve irade mühendisliği sayesinde,
okuldan eve, atölyeden tarlaya toplumun hamuruna kafasına göre şekil vermeye
çalışıyor. Aile düzeninden, çocuk sayısına, ortak alanlarda, parkta, okul
sırasında insanların cinslerine göre nasıl oturması gerektiğine, mimarının,
mühendisinin, kent plancısının, yani bilim insanının dünyaya ‘Kanal-İstanbul’,
‘3.köprü’ gözlüğünden bakmasına, üniversitenin hocası, öğrencisiyle Darwin’i
filan karıştırmadan akıllı, uslu, itaatkar olmasına, yargıçların mümkün
olduğunca birlik-beraberlik masalına uygun kararlar almasına kadar...
Çok çalışıyor yani, hummalı, sabırlı bir çalışma bu;
gerektiğinde işten atıp işsiz bırakması, olmadı yetim bırakmasıyla, abasıyla,
sopasıyla, olmadı, ‘Palalı’sıyla, gerektiğinde suyun hiddeti, biberin gazıyla,
gerektiğinde sürgünleriyle, sürpriz atamalarıyla, süresiz tutuklamalarıyla…
Adeta bir ‘İstiklal Harbi’; öyle geçiyor balkon nutkunda... Son olarak, Kayseri
müftüsü kılığında, onun ağzından seslendi malum zat, hükümranlığı altındaki
topraklarda yaşayan insanlara: Zinhar isyan etmeyin, ibadet edin!.. Biat geleneğinden
şaşmayın. İtaatkar olun, asla şikayet ve dahi itiraz etmeyin. Türkçeye çevirirsek:
Alın terinizi, emeğinizi, kadınlarınızın kimliğini, çocuk işçiliğini çaldık,
çalıyoruz. Şimdiyse geleceğinizi ve umutlarınızı istiyoruz. Çark aynı çark, film aynı film denebilir. Doğrudur. Lakin, bu kez çark daha sesli ve hızlı dönmekte, filmin ikinci makarasıysa tam bir klasik "Vahşi Batı"...
Aslında, -daha doğrusu devrimciler için- yeni bir şey değil
tüm bunlar. Oligarşinin iktidar erki postal çıkardı, üniforma sıyırdı, takunya, cübbe giydi;
Silivri’den önce Metris vardı. Hepsi bu…
Bu ülke, bu ülkenin güzel ve aydınlık insanları,
komünistleri 12 Eylül’den 12 Mart’tan önce serin suların ürpertisini
Karadeniz’in derinliklerinde duydu, gecenin ayazını, falakanın hasını ‘1950
Tevkifatı’nda yaşadı. 1971 Mart’ından sonra Ziverbey Köşk’ünün tirajikomik
öykülerini duymayan var mı? Taburelerini tekmeleyen üç THKO savaşçısını… Ya da
Kızıldere Manifestosunu... Salya sümük Ergenekon askerlerinden önce, bu ülkenin
zulüm tezgahlarından, ‘hadi öt bakalım’ denildiğinde benzersiz horoz taklidiyle
sorgucunun ruh sağlığını bozan, ama Kaypakkaya’nın yüzünü de ağartan bir Hasan
Şensoy geçti. Daha, ne diktaların zindanlarını yaran, fincancı katırlarını
ürküten nice isimsiz devrimciler. Hiçbiri mağdur değildi, olmadı. Orada, zincirsiz ve prangasız günlere giden yolun üzerinde, kırılması, parçalanması gereken bir devlet mekanızması vardı. Görevler belliydi.
“Ağlak solculuk dönemi bitti” diyor, 1970’lerden bir dost
M.Ender Öndeş, doğru diyor. Sözün arka yüzünü de, ben okuyorum kendi kavlimce: Aynı
yılların Tercüman’ında çıkan ‘Pehlivan Tefrikaları’na taş çıkartan durum
analizleri yapma, “broşür yazma” dönemi bitti!.. Bilineni, olup biteni
birbirimize, ama hep birbirimize yineleyip durma dönemi sona erdi. Neticede it
üreyecek, kervan yürüyecek ve dahi kavgada şamar aranmayacaktır. Aslolan artık ne yapacağımız, ne yapmamız,
nasıl yapmamız gerektiğidir. Anmalarımızın, eylemlerimizin, kalkışmalarımızın
içlerini gereğince doldurup doldurmayacağımızdır; bütün mesele budur.
Sizce, ülkenin geleceği, genç nesillerin eğitimi, sağlığı,
sosyal güvenliği açısından, ters dönmüş, tükenmiş bir Toma’nın görüntüsü,
devamlı su sıkan ve kustuğu gazla kimyasal yayan, faal bir Toma’dan daha mı az
sanatsal ve estetiktir?! İptal olmuş bir
Akrep aracı, gaz kapsüllerinin hedefi olmuş, oyulmuş gözlere daha hoş gelmez,
ezilmiş ruhlara biraz olsun soğuk su serpmez mi?
Biz bu soruların yanıtlarını düşünelim, tartışalım duralım,
uzun koşunun daha başında görüşlerini heyecanla okuduğumuz ustanın, “Halkın
öğretmeni olmadan öğrencisi olmalı” mealinden görüşünü kanıtlayan gelişmeler de
olmakta. Nasıl mı? Ünlü
analizlerimizden, tahlillerimizden bihaber köylüler HES’lerin dozerlerine karşı
ormanlarını, derelerini beklemeye başladı bile.
Yatağan işçileri Ankara kapılarında kendileri zincirlemede.. Greif
işçileri sendika bürokrasisine, sendika-patron uzlaşısına karşın, çuval fabrikasının çatısında… Kazova,
Feniş işçileri esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma koşullarına, taşeronlaştırmaya karşı eylem
adımlarıyla yürüyüşte... Mahalle halkı parklarında, tarihi bostanlarında AVM
şeytanlığını bozmak, çılgın projelerin milyonlarca kuşun katlini durdurmak için
nöbette…
Belki çoğumuzun gözünden kaçan bir haber
bülteninde, Karadeniz’li yaşlı bir amcayla, Muğla’lı köylü kadın oturduğu
toprağa yapışmış, kendinden emin, -farklı bölgesel ağızla olsa da- kararlı bir
yüz ifadesi ile aynı şeyi söylüyordu. “Değil bu derenin bir balığını, bu
ormanın bir ağacını, tek bir börtü böceğini, tek bir çöpünü, dal parçasını vermeyiz,
vermeyeceğiz.” Şairin “Ne zaman bir köy
türküsü duysam şairliğimden utanırım.” dediği yer, tam da burasıdır. Buradan
sözü uzatmaktan çok, kıssadan hisse çıkarmaya gidilir.
En son Kayseri müftüsü kılığında görünen egemen güç,
“Şımarmayın, Taksim’den uzak durun.” derken, umutlarımıza ve geleceğimize de
rest çekiyordu. Müftü postuna bürünmüş kurt, son sözünü söyledi, bam teline
dokundu. Bu tehlikeli dokunuş, Marks’ın “Önce siz ateş edin mösyö burjuvazi.”
sözünü anımsatıyor.
. . .
Bundan tam kırkbir yıl önce, henüz 16 yaşındaki lise ikinci
sınıf öğrencisi çocuk, babasının öğretmenlik yaptığı ilkokulun müdür odasına
gizlice girer. O yıllarda, defterlerde kullanılan kırmızı, mavi çerçeveli
etiketlerin üzerine, okulun daktilosuyla bu yazının başlığını slogan olarak
yazar. Aynı günün geç bir akşam vakti, o etiketleri mahalle bekçisine
görünmeden lisenin giriş kapısına ve iç kapının camlarına yapıştırır. Ertesi
gün, kentin tek polis cipi okula gelir!.. Okulda ve kahvelerde ileri geri laflar
edilir; hatta ‘faili meçhul etiketler’ Cumhuriyet gazetesinde haber bile olur.
Çocuğun korkmadığını söylemek yalan olur. Ne ki, kendisiyle övündüğünü, yaptığı işten heyecan duyduğunu da yazmak gerek.
Kırk yıl önce içerdiği amaçtan, işaret ettiği hedeften
habersiz, çocukça ama heyecanla, taşra kentinde hiç alışılmadık biçimde duyurulan bu
slogan, 2014 koşullarıyla nasıl da örtüşüp uyuşmakta. Koca ülkenin
teslim alınmaya çalışıldığı bir zaman ve mekanda, 1 Mayıs kavga günü değildir
de nedir?!
H.Oğuz Bilgen, 30.04.2014, Bornova.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder