16 Ocak 2016 Cumartesi

BİRKAÇ SORUDA BEBEK KATİLİ KİMDİR, KİME DENİR?



Minik bedenini bıraktığı dedesinin sıcak ve güvenli kucağında devletin yasal mermisi ile öldürülen Miray İnce bebeğin anısına…



 
BEBEK KATİLİ KİMDİR, KİME DENİR?

“ Rahat olun, yanlışlık olursa ilgililerle ilgili gereği yapılır.” Eksiği var, fazlası yok, tamı tamına böyle… Böyle buyurmuş partisini kapatıp (-satıp) Akp’ye sığınan zat…
Yüzlerine tükürülse “Ya Rabbim Şükür” yüzsüzlükleri değişmeyecek olan siyasi elitlerin bu ya da buna benzer lafızları,  yeniyetmelerimizin “Oha”, “Çüş” refleksleriyle karşılık bulsa “pişkinlik hak ettiği yanıtı almış olur” diye düşünmeden yapamıyor insan.  Haksızlık mı desek.  Oysa sözcük belleği dar, dalgacı, laylom gençlerimizin “Oha!”, “Çüş!” v.b. gibi irade ve bilinç dışı çıkışları toplum içinde pek hoş karşılanmaz.

Yukarıda verilen “rahat olun”la başlayan arızalı kafanın arızalı tümcesi, 1982 Anayasası’nın siyasi iktidarca değiştirilmek istenmesi düşüncesi ile ilgili değil de, haftalardır zaptedilmeye, “temizlenmeye” çalışılan Güneydoğu ilçelerinde katledilen onlarca insandan biri olan, üç çocuk anası Melek Alpaydın’ın kahvaltı sofrasında parçalanması ile ilgili söylenmiş. Hasbelkader ya da bilerek, Akp’ye oy vermiş ve de halen desteğini sürdüren bir insana bu tümce, oldukça ciddi, oldukça iddialı, hatta biraz sofistik bile gelebilir.

Durum böyle olunca, kendi içinde tutarlı olmanın mantığı ve hakkaniyet kriterleri gereği, mevcut kafanın ve ağızdan çıkan sözün sorunlu olduğunu düşünene şu soruları sormak hakkı doğuyor:

Sizin ya da yakınınızın kahvaltı sofrasına, hiç bir top mermisi düştü mü? Oradakilerin bedenlerini parçalayan merminin iki pabuç büyüklüğündeki metal kalıntısının -bilimi ve kuramlarını altüst edercesine- hiç ortadan kaybolduğu oldu mu?
Sizin sokak ortasında düşüp kalmış cenazenize on gün, on beş gün yaklaşamadığınız, yaklaştırılmadığınız, ona inançlarınıza göre son görevinizi yapamadığınız, en acısı toprağa bile veremediğiniz oldu mu?
. . .

Muhtemelen onca cehenneme, yangınlara karşın “rahat olun” diye başlayan pişkin tümce, 82 Anayasası’nın değiştirilmesi ile ilintili olarak da söyleniyordur. Artık, şu canım ülkede her şeyin, her doğan yeni günün sonunun, her uygulamanın, muhalif kimliği ile burnunu kapısından dışarıya çıkaran her sıradan insanın akıbetinin ortak paydası AZAP (Ahmakça-Zalimce-Pervasızca) olduktan sonra, konuyla ilgili ayrıntıların, edilen lafızların pek değeri/ anlamı olmasa gerek.

“Darbe Anayasası”nın değiştirilip, daha demokratik bir anayasa yapılması masalına dair anımsadığım son fotoğraf karesi, rastlantı bu ya yine bir 12 Eylül gününe ait… O talihsiz günlerde tarihe not düştüğünün ayırtında olmayan, o ibretlik fotoğrafta aslan sosyal demokratlarla radikal demokratların coşa gelmiş, yollara taşmış, içine düşmüş oldukları “yetmez ama ne yapalım idare ederiz” halleri unutulası değil.

Bu günlerde olabilecekler, yaşanacaklar, hatta şimdilerde yaşatılanların kaçınılmazlığı, yani ahmakça, zalimce, zebanice, pervasızca durumlar, o günlerdeki politik teslimiyetten, tarihsel yanılgı ve yanılsamadan belliydi. Haliyle öyle de oldu… Onca tutuklama, onca yalan dolan, operasyon, komplo, ölüm, onca katliam, top tüfek, kara propaganda… Yetmedi, yetmeyecek.
Görünen, anlaşılan o ki, gerisi var, olacak.  Giden yıl içinde en az 1730 iş cinayetinin,  303 kadın cinayetinin, 2016 Cizresi’nin, Suriçi’nin ötesi, defnedilemeyen cenazelerin ve de dolan morgların daha ötesi ne olabilir?..

Resmin bütününe bakıldığında, aklını, vicdanını yitirmemiş bir insan için umutlanacak, iyimser olunacak bir neden hemen hemen yok gibidir.

Klasik bir film repliği değil; insanın kanının donduğu, insanın kanını donduran zaman ve mekan tamda burası olmalı.  Yetmez ama evet sorumsuzluğunun politik payandası ile tahkim edilen faşizmin kurumsallaştırılmasının, süreklilik ve aleniyet kazandırılmasının, neredeyse meşrulaştırılmasının 2016’da eriştiği düzey, Silopi’den, Suruç’tan, Cizre’den, Suriçi’nden yükselen kapkara dumanlar, o diyarlardan başka uzak diyarlara sıçrayıp yayılmasına belki de ramak kalmış sinsi alevlerdir.

 Tevatür değil; can kuşu uçmuş bir insan bedeninden bir hafta sonra yayılan koku dayanılmazdır. 1976’da Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nden deprem bölgesi Lice’ye koşarak yetişen yurtsever, devrimci öğrenciler, devlet babadan kaynaklı sorumsuzluğun ve pervasızlığın ürünü bu ağır kokunun tanığıdır.

2016 Cizresi’nde de 1976 Licesi’nde de yöre insanını ölümün kucağına atan, kıyımın, kırımın ve ateşin ortasında bırakan imhacı/inkarcı zihniyet aynı zihniyettir. İster zihniyet deyin, ister “kerim devletin şefkatli kolları”, yoksul, işsiz aşsız, sıvasız evlerde buluyor, yakalıyor insanı. Bu hep böyle oluyor; hiç değişmiyor. Sadece Sur’da Lice’de mi? Vurulup toprağa düşen gencecik askerlerin baba evlerinde de… İçlerinde bebeklerin donduğu mülteci çadırlarında da… Dikili, Seferihisar sahillerine vurmuş çocuk bedenlerinle… Naylondan yapılma şantiye barakalarında, güvensiz inşaat asansörlerinde…
Ha top mermisi, ha yoksulluk… Ha keskin nişancının nokta atışı, ha işsizlik…

İkisi de yakıyor ya da donduruyor. Sonuçta her ikisinin de, yoksul hanelerin eşyasız ve sıvasız,  yalnız ve sahipsiz odalarına bıraktığı şey aynı: ÖLÜM !

İlkokul mezunu bilge insan, şantiyenin demirci Arif ustası, haftalardır bakışları buğulu ve dalgın, insanı rahatsız eden bir sessizlik içinde çalışıp duruyor… Arif usta... Sorduğu soru, yürüttüğü akılla kafalarda soru baloncukları çoğaltan, sendikacıları bir anda suspus yapan insan… Solcu filan değil, hayatında tek bir kitap dahi okumamış. Kendisine ne aslan diyor, ne de demokrat. Ama komşusu açken, evinde rahat uyuyamayan da bir tip…

Uzun sözün kısası, her daim bahar dalı gibi kırılgan ve duyarlı bir yüreği var. İnsana Yunus’ca bakıyor, seviyor, hoş görüyor. Bilmeden Baba İshak gibi düşünüyor.
Haftalardır buruk bir suskunluk ve de tarifsiz hüzünler içinde.

Karşılaştık çay molasının bir vaktinde, merdiven başında. Göçmen mavisi gözleri ile baktı gözlerimin içine. Derinden…“ Komşusu açken yatan.” diye başlayan atasözünü kendi kederi içinde uyarlamış, yine kendi kavlince.
“Komşusu öldürülürken, bedeni kahvaltıda parçalanırken…” diyerek bozdu suskunluğunu. Gerisini getiremedi, belli ki düğümlendi boğazı. Sadece, “ Niye artık sesi soluğu çıkmıyor, neden yazmıyor diyorlar! Dalgalarını geçiyorlar.” diyebildi sıkılarak…
Yazıyorum işte:

Arif ustam, güvensiz, geleceksiz taşeron işçisi arkadaşım, sınıf yoldaşım; denizler durulmaz dalgalanmadan… An itibari ile tünelin ucundan küçük bir umut ışığı gelmese de, sıkılmana hiç gerek yok. Attıkları balçık güneşe yapışmıyor.

Uğruna kavgasını verdiğimiz ve özlemi ile yandığımız bahar bahçesinden iki üç çiçeğimizi koparsalar da, hayallerimizi tarümar edemeyecekler, bu topraklara baharın ve kardeşliğin gelmesini, kardeş sofrasının kurulmasını önleyemeyecekler. Cizre’ye, Suriçi’ne, cam işçisine, metal işçisine diz çöktüremeyecekler. Yıllar var; bir bebek katili ve dış güçler umacısı ile korkuttular, koşullandırdılar, soğuttular yürekleri.

En azından Güneydoğu’nun ilçelerinden ülkenin batısına yayılan ağır ve pervasız, zifiri karanlık bir kara propagandanın ayırtında olanlar için, Miray bebek dedesinin kucağında vurulmuş olsa da umutsuzluğa, karamsarlığa hiç gerek yok. Işığı örtmek, ışığı engellemek için atılan çamur güneşe yapışmıyor. Pek uzak değil; dönüp gelen çamuru tarihin tekerleğinin geriye doğru döndüğüne, dönebileceğine inanmak/ inandırmak isteyenlerin suratlarında göreceğiz.

Hasan Oğuz Bilgen, 11.01.2016, Sıcakdere.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder