Minik bedenini bıraktığı
dedesinin sıcak ve güvenli kucağında devletin yasal mermisi ile öldürülen
Miray İnce bebeğin anısına…
|
BEBEK KATİLİ KİMDİR,
KİME DENİR?
“ Rahat olun, yanlışlık
olursa ilgililerle ilgili gereği yapılır.” Eksiği var, fazlası yok, tamı tamına
böyle… Böyle buyurmuş partisini
kapatıp (-satıp) Akp’ye sığınan zat…
Yüzlerine tükürülse “Ya
Rabbim Şükür” yüzsüzlükleri değişmeyecek olan siyasi elitlerin bu ya da buna
benzer lafızları, yeniyetmelerimizin
“Oha”, “Çüş” refleksleriyle karşılık bulsa “pişkinlik hak ettiği yanıtı almış
olur” diye düşünmeden yapamıyor insan.
Haksızlık mı desek. Oysa sözcük
belleği dar, dalgacı, laylom gençlerimizin “Oha!”, “Çüş!” v.b. gibi irade ve
bilinç dışı çıkışları toplum içinde pek hoş karşılanmaz.
Yukarıda verilen “rahat
olun”la başlayan arızalı kafanın arızalı tümcesi, 1982 Anayasası’nın siyasi
iktidarca değiştirilmek istenmesi düşüncesi ile ilgili değil de, haftalardır
zaptedilmeye, “temizlenmeye” çalışılan Güneydoğu ilçelerinde katledilen onlarca
insandan biri olan, üç çocuk anası Melek Alpaydın’ın kahvaltı sofrasında
parçalanması ile ilgili söylenmiş. Hasbelkader ya da bilerek, Akp’ye oy vermiş
ve de halen desteğini sürdüren bir insana bu tümce, oldukça ciddi, oldukça
iddialı, hatta biraz sofistik bile gelebilir.
Durum böyle olunca,
kendi içinde tutarlı olmanın mantığı ve hakkaniyet kriterleri gereği, mevcut
kafanın ve ağızdan çıkan sözün sorunlu olduğunu düşünene şu soruları sormak
hakkı doğuyor:
Sizin ya da yakınınızın
kahvaltı sofrasına, hiç bir top mermisi düştü mü? Oradakilerin bedenlerini
parçalayan merminin iki pabuç büyüklüğündeki metal kalıntısının -bilimi ve
kuramlarını altüst edercesine- hiç ortadan kaybolduğu oldu mu?
Sizin sokak ortasında
düşüp kalmış cenazenize on gün, on beş gün yaklaşamadığınız,
yaklaştırılmadığınız, ona inançlarınıza göre son görevinizi yapamadığınız, en
acısı toprağa bile veremediğiniz oldu mu?
. . .
Muhtemelen onca
cehenneme, yangınlara karşın “rahat olun” diye başlayan pişkin tümce, 82
Anayasası’nın değiştirilmesi ile ilintili olarak da söyleniyordur. Artık, şu
canım ülkede her şeyin, her doğan yeni günün sonunun, her uygulamanın, muhalif
kimliği ile burnunu kapısından dışarıya çıkaran her sıradan insanın akıbetinin
ortak paydası AZAP (Ahmakça-Zalimce-Pervasızca) olduktan sonra, konuyla ilgili
ayrıntıların, edilen lafızların pek değeri/ anlamı olmasa gerek.
“Darbe Anayasası”nın
değiştirilip, daha demokratik bir anayasa yapılması masalına dair anımsadığım
son fotoğraf karesi, rastlantı bu ya yine bir 12 Eylül gününe ait… O talihsiz
günlerde tarihe not düştüğünün ayırtında olmayan, o ibretlik fotoğrafta aslan
sosyal demokratlarla radikal demokratların coşa gelmiş, yollara taşmış, içine
düşmüş oldukları “yetmez ama ne yapalım idare ederiz” halleri unutulası değil.
Bu günlerde
olabilecekler, yaşanacaklar, hatta şimdilerde yaşatılanların kaçınılmazlığı,
yani ahmakça, zalimce, zebanice, pervasızca durumlar, o günlerdeki politik
teslimiyetten, tarihsel yanılgı ve yanılsamadan belliydi. Haliyle öyle de oldu…
Onca tutuklama, onca yalan dolan, operasyon, komplo, ölüm, onca katliam, top
tüfek, kara propaganda… Yetmedi, yetmeyecek.
Görünen, anlaşılan o ki,
gerisi var, olacak. Giden yıl içinde en
az 1730 iş cinayetinin, 303 kadın
cinayetinin, 2016 Cizresi’nin, Suriçi’nin ötesi, defnedilemeyen cenazelerin ve
de dolan morgların daha ötesi ne olabilir?..
Resmin bütününe
bakıldığında, aklını, vicdanını yitirmemiş bir insan için umutlanacak, iyimser
olunacak bir neden hemen hemen yok gibidir.
Klasik bir film repliği
değil; insanın kanının donduğu, insanın kanını donduran zaman ve mekan tamda
burası olmalı. Yetmez ama evet
sorumsuzluğunun politik payandası ile tahkim edilen faşizmin
kurumsallaştırılmasının, süreklilik ve aleniyet kazandırılmasının, neredeyse meşrulaştırılmasının
2016’da eriştiği düzey, Silopi’den, Suruç’tan, Cizre’den, Suriçi’nden yükselen
kapkara dumanlar, o diyarlardan başka uzak diyarlara sıçrayıp yayılmasına belki
de ramak kalmış sinsi alevlerdir.
Tevatür değil; can kuşu uçmuş bir insan bedeninden
bir hafta sonra yayılan koku dayanılmazdır. 1976’da Diyarbakır Eğitim
Enstitüsü’nden deprem bölgesi Lice’ye koşarak yetişen yurtsever, devrimci
öğrenciler, devlet babadan kaynaklı sorumsuzluğun ve pervasızlığın ürünü bu
ağır kokunun tanığıdır.
2016 Cizresi’nde de 1976
Licesi’nde de yöre insanını ölümün kucağına atan, kıyımın, kırımın ve ateşin
ortasında bırakan imhacı/inkarcı zihniyet aynı zihniyettir. İster zihniyet
deyin, ister “kerim devletin şefkatli kolları”, yoksul, işsiz aşsız, sıvasız evlerde
buluyor, yakalıyor insanı. Bu hep böyle oluyor; hiç değişmiyor. Sadece Sur’da
Lice’de mi? Vurulup toprağa düşen gencecik askerlerin baba evlerinde de…
İçlerinde bebeklerin donduğu mülteci çadırlarında da… Dikili, Seferihisar sahillerine
vurmuş çocuk bedenlerinle… Naylondan yapılma şantiye barakalarında, güvensiz
inşaat asansörlerinde…
Ha top mermisi, ha
yoksulluk… Ha keskin nişancının nokta atışı, ha işsizlik…
İkisi de yakıyor ya da
donduruyor. Sonuçta her ikisinin de, yoksul hanelerin eşyasız ve sıvasız, yalnız ve sahipsiz odalarına bıraktığı şey
aynı: ÖLÜM !
İlkokul mezunu bilge
insan, şantiyenin demirci Arif ustası, haftalardır bakışları buğulu ve dalgın,
insanı rahatsız eden bir sessizlik içinde çalışıp duruyor… Arif usta... Sorduğu
soru, yürüttüğü akılla kafalarda soru baloncukları çoğaltan, sendikacıları bir
anda suspus yapan insan… Solcu filan değil, hayatında tek bir kitap dahi
okumamış. Kendisine ne aslan diyor, ne de demokrat. Ama komşusu açken, evinde
rahat uyuyamayan da bir tip…
Uzun sözün kısası, her
daim bahar dalı gibi kırılgan ve duyarlı bir yüreği var. İnsana Yunus’ca
bakıyor, seviyor, hoş görüyor. Bilmeden Baba İshak gibi düşünüyor.
Haftalardır buruk bir
suskunluk ve de tarifsiz hüzünler içinde.
Karşılaştık çay
molasının bir vaktinde, merdiven başında. Göçmen mavisi gözleri ile baktı
gözlerimin içine. Derinden…“ Komşusu açken yatan.” diye başlayan atasözünü
kendi kederi içinde uyarlamış, yine kendi kavlince.
“Komşusu öldürülürken,
bedeni kahvaltıda parçalanırken…” diyerek bozdu suskunluğunu. Gerisini
getiremedi, belli ki düğümlendi boğazı. Sadece, “ Niye artık sesi soluğu
çıkmıyor, neden yazmıyor diyorlar! Dalgalarını geçiyorlar.” diyebildi
sıkılarak…
Yazıyorum işte:
Arif ustam, güvensiz,
geleceksiz taşeron işçisi arkadaşım, sınıf yoldaşım; denizler durulmaz
dalgalanmadan… An itibari ile tünelin ucundan küçük bir umut ışığı gelmese de,
sıkılmana hiç gerek yok. Attıkları balçık güneşe yapışmıyor.
Uğruna kavgasını
verdiğimiz ve özlemi ile yandığımız bahar bahçesinden iki üç çiçeğimizi
koparsalar da, hayallerimizi tarümar edemeyecekler, bu topraklara baharın ve
kardeşliğin gelmesini, kardeş sofrasının kurulmasını önleyemeyecekler.
Cizre’ye, Suriçi’ne, cam işçisine, metal işçisine diz çöktüremeyecekler. Yıllar
var; bir bebek katili ve dış güçler umacısı ile korkuttular, koşullandırdılar,
soğuttular yürekleri.
En azından Güneydoğu’nun
ilçelerinden ülkenin batısına yayılan ağır ve pervasız, zifiri karanlık bir
kara propagandanın ayırtında olanlar için, Miray bebek dedesinin kucağında
vurulmuş olsa da umutsuzluğa, karamsarlığa hiç gerek yok. Işığı örtmek, ışığı
engellemek için atılan çamur güneşe yapışmıyor. Pek uzak değil; dönüp gelen
çamuru tarihin tekerleğinin geriye doğru döndüğüne, dönebileceğine inanmak/
inandırmak isteyenlerin suratlarında göreceğiz.
Hasan
Oğuz Bilgen, 11.01.2016, Sıcakdere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder