17 Ocak 2016 Pazar

GÖRÜNEN KÖY KLAVUZ İSTER Mİ?

GÖRÜNEN KÖY KLAVUZ İSTER Mİ?

Yoksulluk kader değildir?
* Kriz (açlık, yoksulluk ve işsizlik de) sömürmeye doymayan kapitalistlerin hırsı, soygun düzeninin sürmesi için karıştırdığı haltlar sonucunda çıkmaktadır. 
* O halde, krizin faturasını neden yoksullar ödesin? 
* Krizin kaynağı bizzat sistemin kendisi, kapitalizm ise; Bunca yalan, dolan, kandırmaca, iki yüzlülük, rol kesme, artistlik niye?   
* Gerçekten şaşmamak elde değil !..
* Krize düşen kapitalist yine sermayesine sarılır...
* Orada fazla kalmayacak; kendisinin kazdığı, asıl kendisinin layık olduğu çukura yoksulları, işsizleri, işçileri ve Kürt Türk ayırmadan tüm emekçi halkı çekecektir. 
* Ve aslında öyle de olmaktadır.

GÖRÜNEN KÖYE DAİR...

2002 yılından günümüze gelen Oligarşik yapının AKP erki, her ne kadar 12 Haziran seçimlerinde, dillere pelesenk olan “başarı yüzdesi” ve Gringo’nun onayı  ile  ( Obama’nın kutlama telefonu ve ardı sıra gelen görüşmeler filan.)  hegemonyasını sağlama almış, işleri yoluna koymuş gibi görünse de, ortalık yerde olup bitene bir göz atmak bile durumun hiçte iç açıcı olmadığını, direksiyon hakimiyeti ile, freni ile hiçte öyle kontrollü giden bir araba içinde olmadığımızı bize gösteriyor.

Yüzyıllardır kavimlere, uygarlıklarına kucak açmış, şu kadim Anadolu topraklarında, ne Bizans, ne Osmanlı oyunu, ne yalan, dolan, baskı, zulüm, ne katliam eksik oldu, ne de çarçur edilen insan emeği, alın teri, gözyaşı ve kardeş kanı… Düzen aynı düzen, oyun aynı oyun, insan yaşamına, doğaya yönelen felaketler ve tehlikeler hep aynı yerden, aynı kaynaktan… Baskın güçten, egemen güçten, egemenden yana olan var olan düzenden…

Planlı, kontrollü olup olmadığının soruşturulması ve kovuşturulması, konunun yetkili uzmanlarının görev ve sorumluluk alanında olan, sonuçlarına yine  ( Etnik kimliği, cinsi, dili, dini ne olursa olsun) yoksul halkın emekçilerinin ve işsizlerinin katlanacağı, katlanmak zorunda bırakılacağı üç büyük tehlike, toplumu önüne katmaya, tavşana kaç tazıya tut demeye hazırlanıyor.   
Yaşamın her alanında, hemen her türden ilişki ve çelişkisini belirleyen, birbirini bir yerlerde yakalayıp tetikleyecek, yine birbirini neden-sonuç ilişkisi içinde alevlendirecek, arıza gösteren üç büyük sorunlu alan, yani tam bir sacayağı belası, ülke gündemine tıpkı cami avlusuna bırakılan bebek gibi bırakılmıştır. En azından böyle bir duygu uyandırmaktadır insanda;  yoksa felaket tellallığı anlamında değil elbette.
  
1-) EKONOMİ: Daha henüz 2001 ve 2008  yıllarında yaşanan finans krizinin çalkantılı ve belirsiz piyasası, beraberinde gelen sınıf mağduriyetleri (Gelen zamlar, pahalılık, işten çıkarmalar, işsizlik…) için “teğet geçti” geçmedi tartışmaları yeni bitmişken, 2012 ya da 2013 yılı için öngörülen uluslararası tekelci kapitalizmin sürekli ve genel bunalımının özünden, doğasından üreyen, bağrında nur topu gibi bir finans krizini taşıyan uzun süreli durgunluğun kıpırtıları mevcut sistemin arka bahçelerine dayandı bile. ( Komşu günlerdir kavruluyor, İspanya ayakta, İtalya, Almanya, Fransa aportta…)

2002 seçimlerinin yengi sarhoşluğu ile, IMF’ye “Sen kim oluyorsun da…” biçiminde sanki karşı duruluyor, itiraz ediliyor havası verilerek, 2011 sonuna ve 2012 yılının tamamına yayılarak ertelenen ve tedbirsizce hiç gelmeyecekmişçesine davranılan kredi dış borcu ödemeleri geldi çattı. Hem de, bir ceza, bir yaptırım gibi, hayli katlanmış biçimde yani çok daha yüksek faiz oranlarıyla.

2002 yılı yaptırımlarına göre, çok daha ağır külfetlerle IMF-Dünya bankası maliyecilerine ödenmesi gereken dış borç yükünün, yine aynı yıldan katlanarak gelen devlet bütçesi açığına ve özelleştirme politikalarının gereği satma-savurma sonucunda oluşan tamtakır kasalara denk gelmesi de, beklenen mali curcunanın tuzu biberi olacaktır.  Bu sıkıntılı doğum sürecinin bir de, üretim sürecinin dışında mayalanan tüketim ilişkileri ve sonuçları ayağı var. ( Bu boyutu mercek altına aldığımızda, hani şu “sorunsuz faiz fırsatları”na aldanarak borçlanan yurttaşı ve artık kanıksamaya başladığımız kredi kartı mağdurlarını görürüz. )

Kapitalistlerin, vampirin taze kan araması gibi, sıcak para araması ve bunun kaynağını yaratabilmek için de her türlü namussuzluğa başvurmayı olağan ve meşru sayması, salt bizim ülkemizde başvurulan sahteci bir davranış biçimi değildir. Bankalar, kapitalist düzenin ezilen ve sömürülen halk kesimiyle, -kazanın- başında da sonunda da, birebir temas halinde olan aracıdır. Tamponudur. Artık çarpışma anına, kart mağduru  hazır olmasa da, halka  “sıkıntısız borçlanma koşulları sunarak, kolay kredi olanağı yaratan” sistem hazırdır.   

Bir başka deyişle, madalyonun  diğer bir yüzü olarak:  “Ne paralar vardı, zaten hiç olmadılar!?” ince esprisinin hakkını veren, o fizikteki zahiri gölge örneği, o mevcudiyetsiz, o sanal, o kalem oyunları ile kağıt üzerinde gösterilen paralarla, ekonominin hatırı sayılır ölçüde çarklarının ( Konunun uzmanlarına göre ekonominin 1/4’ü -dörtte biri-) döndürülmeye çalışılması meselesi yani… Bunca açmaza, aymazlığa karşın, hala “ihracatın ve istikrarın parlayan yıldızı” olarak lanse edilen AKP’nin, çaktırmadan, arka kapıdan buyur etmeye hazırlandığı uluslararası finans krizinin külfetlerini -değişmeyen klasik yöntemle- işçi sınıfının ve emekçi halkın sırtına yüklemek isteyeceği kabak gibi ortadadır:  İşte, çalışma yaşamında sınıfın önüne konulan, henüz başımıza geçiremedikleri  Torba Yasa…

 2-) ÇALIŞMA YAŞAMI:  Bu alan da, tıpkı ekonomi gibi sistemin yarılmaya, patlamaya hazır yumuşak karnı… Siyasal arenada AKP iktidarı olarak kendini gösteren  oligarşik yapılanması, gerek Orta Doğu ve güney komşularımızla gerekse de Yunanistan krizine ilişkin Obama-Hillary takımı ile minyatür sahada tek kale maçla günü kurtarmaya çalışıyor.

Nato’ya, IMF’ye olan bağımlılığı arttırması, neoliberal politikalar eşliğinde özelleştirme, kemer sıkma, işten atma, başa çorap örme  uygulamalarındaki ısrar, sınıfa doğrudan tehdit, şantaj ve gözdağı, sokağa basınçlı su ve biber gazı olarak yansımaktadır.  Bu ısrarın içinde ne var?  Ulusal İstihdam Projesi adı altında yaşama geçirilmek istenen sinsi ve vahşi plan elbette... Ve elbette Torba Yasa ile, bu güne dek kazanılmış hakları gasp etmeye yönelik saldırı tasarıları...
  • Kıdem Tazminatlarının orta vadede, kazanılmış hak olarak uygulanmasının kaldırılması planı.
  • Asgari ücretin daha da düşürülmesinin önünü açacak “Bölgesel asgari ücret” uygulaması düşüncesi.
  • Taşeronlaştırmanın, taşeron sisteminin daha kolay uygulanabilir olmasını sağlayacak yeni hak kayıplarının devreye sokulması.
  • Kişinin iş seçme iradesini  “Özel İstihdam Büroları”na devredilmesini yasal zeminini hazırlayacak kölelik uygulamalarına geçilmesi.
  • Esnek ve kuralsız çalıştırmanın, güvencesiz bir iş ortamının koşullarının yaratılması… 
Sınıfa, emek dünyasına doğru sinsice, ama örgütlüce ve de ağır ağır, bir panter gibi yaklaşan tehlikenin çalışma yaşamı ayağında yatan bunlardır.
Gelelim son sacayağına; aş, iş ve gelecek derdinde olan toplumu yanlış ve tehlikeli bir mecrada kilitleyen, ne düşünmesine ne de sorgulamasına fırsat vermeyen etnik önyargı konusuna…

3-) ETNİK PROVOKASYON:  Devlet tarafından yapılan, olay yeri incelemesinin bittiği, sonuçlarının yakında kamuoyu ile paylaşılacağı söylenen, adamakıllı tanığı olan, ama bol tartışmalı, bizden 20 insanımızı koparıp alan Silvan yangını, bu gün itibari ile her türlü sele ve yıkıma gebe tehlikenin başka bir itirafı olmuştur.

Ne talihsizliktir ki, olaydan sonra ‘Kerim Devlet’ erkanının sağduyu, sükunet ve ortak acıyı adabına uygun bir biçimde yaşamak yerine ortalığı daha da gerici ve de kışkırtıcı (Özellikle de, vatandaşını ayırmadığını her yerde söyleyen başefendinin Kürtleri hedef gösteren) bir dil kullanması, olayın duyarlılığını ve yakıcılığını çok daha farklı bir bıçak sırtına taşımaktadır. 

Gelinen nokta neresidir? 

Gelinen nokta, Batı dünyasının seçkin müzikhollerinde kabul ve takdir gören bir sanatçımızın -her dilden şarkıların söylenip eğlenildiği bir sahnede- Kürtçe türkü söylediği için yuhalanması, taciz edilmesi ve tıpkı Ahmet Kaya gibi linç edilmek istenmesidir.

Gelinen nokta, BDP’nin, PKK’nin yaprak kımıldatmadığı ses soluk çıkarmadığı bir memleket diyarında, sanki “terörü öven” gösteriler yapılıyormuş ve “bölücü sloganlar” atılıyormuş yanılsaması yaratılarak, halkın da bu “tahrik” karşısında haklı olarak doğal tepkisini göstermesi olarak yansıtılan, ama gerçekte bir recm, bir linç atmosferinde Kürt insanına saldırıldığı, yine Kürtlere ait iş yerlerinin yakılıp yıkıldığı Zeytinburnu noktasıdır. İstanbul’un birçok varoşunda olduğu gibi, burada da farklı bölge ve etnik kimlikten gelen ve de yıllardır kardeşçe, dostça yaşayan halklar, emekçi insanlar  “bundan böyle hiç kimse iyi niyet beklemesin” sözünden hayli etkilenmiş olsalar gerek…

Emek, Özgürlük ve Demokrasi Blok’unu oluştururken buluştuğumuz duygu, düşünce ve amaç bütünlüğünde olduğu gibi, yaşadığımız acı günlerde de muradımız, herkesçe bilinen, ne olup ne bittiğine ilişkin gelişmeleri, olayları birbirimize anlatıp durmanın ötesinde, asıl önemli olanın ne yapılması ve nasıl yapılması gerektiğini sesli düşünebilmek, yeni soluk boruları, çıkış yolları önerebilmektir.

Siyaset sahnesinde doğru ve ortak hedeflerle, yere basan ilke ve duruşlarla oluşturulan Bloğun, seçimde elde ettiği başarı kesinlikle bir rastlantı ya da bölgesel detay değildir. Bir kez Blok, halka fiziksel, düşünsel ve ruhsal olarak dokunabilmiştir. Halkın derdine, sorununa, acısına ve ağrıyan yerine dokunulmuştur. Halkımız “İnsanın canı ağrıyan yerindedir” der. İşçinin, emekçinin, memurun canı da, derdi de işinde, aşında, geleceğindedir. Kürt halkınınsa bunlara ek olarak, kültür ve kimlikle ilgili istemleri içeren bir ulusal derdi vardır.

Sorun buradadır.  Şimdi, şimdiye dek yaşamın sınırlı bir mecrada yaşanan, son seçimlerle ilk kez gerçek olan, halka ve sorunlarına düşünsel, ruhsal, duygusal ve fiziksel “dokunma”, yani somut ”temas” olayı, yukarıda kısa başlıklar altında değindiğimiz, arıza sinyali veren bölgelerde de yinelenebilir. Blok mantığı, blok duruşu, blok gücü bu alanlarda da denenebilir, denenmelidir. 

Ekonomide, AKP’nin dokuz yıllık “maşallah, inşallah” politikası ile, her zaman kuvvetli olasılıklar içinde bulunan bir finans krizi ya da uzun sürecek bir durgunluk sürecinde, olaylara soldan bakan, mali gelişmeleri sosyalizmin dünya görüşü ile yorumlayan yazarlar, ekonominin uzmanları, akademisyenler sistemin -deyim yerindeyse- ipliğini pazara çıkarmalı, burada da birlikte bir bakış sergilenmeli, soruna, halka yansıyan krize dokunulmalıdır. Her yerde, her fırsatta ortak açıklamalarla “Marks ölmedi; bakın kapitalizm yine krizde, yine içinden bir türlü çıkamadığı finans krizlerinden birinin içinde debelenip duruyor…” denilebilmelidir.

Keza, ekonomik, demokratik, kitlesel mücadele tarzını içeren sendikal alanda da, geniş tabanlı, işçi sınıfını ve emekçi halkı uyaran, bilinçlendiren ve örgütleyen platformların koşulları zorlanabilir, yaratılabilir.  Böylece AKP’nin gündemindeki “Torba Yasası” içinde bulunan kıdem tazminatlarını hedef alan sinsi planlar, bir tür ortak akıl oluşturularak ve bu doğrultuda tavır alışlarla etkisiz, zararsız duruma getirilip bozulabilir. Sendikal ortamın doğasına, özgün koşullarına ters düşmeyen, aksine onunla örtüşen, uyuşan, bilinç götüren, mücadeleci ve üretken birliktelikler gündemi sınıfın çıkarları çizgisine çekebilir.

Ayrıca, oligarşinin inisiyatifinde hareket eden AKP-Cemaat ve militarist güçlerince tezgahlanan, etnik önyargı-provokasyon oyunu, - gelen tehlikeyi bir iki cılız, biriken havayı boşaltma amaçlı basın açıklamasıyla geçiştirmeye çalışan sendikalar da daha mücadeleci çizgilere zorlanarak -  bozulabilir.

Buradan gelelim mevcut Blok’un konumuna:  AKP erkinin yarattığı, hükmettiği gündeme takılıp kalmak, demokrasi güçlerinin önünü tıkayan, mücadeleyi kısırlaştıran, üzerinde durulması gereken önemli bir açmaz. Özellikle, etnik önyargı-provokasyon eşiğinde, Blok yine halka birlikte, insanlara, soruna dokunmayı, ezber bozmayı sürdürmeli, sadece Sırrı Süreyya Önder’in Zeytinburnu semtini ziyareti ile sınırlı kalmayıp, durum değerlendirmesini, -belki de- rutin toplantılardan birini, gündemin kaçmasına izin vermeden, sıcağı sıcağına gidip İstanbul’un sorun çıkarılan semtinde yapmalıdır. (27 Temmuz akşam haberlerinde çıkan Blok milletvekillerinden dördünün Zeytinburnu’na gittiği haberi, bu yazıdaki önerme ile örtüşen olumlu ve umutlandırıcı bir gelişmedir.

GÖRÜNEN KÖYÜN NEDEN KLAVUZ İSTEDİĞİNE DAİR.

Konfederasyon, oda, birlik gibi geniş tabanlı şemsiye örgütlenmeler içinde, irili ufaklı onlarca, yüzlerce, yapılanın edilenin ayırtında olan, mevcut sistemin sosyal uyanışı ve örgütlülüğü sindirmeye, bitirmeye kilitlenmiş her türden kurumsal, yasal ve siyasal saldırılarına muhalefet edip karşı duran, mücadele eden kişiler, öncü gruplar, aktif-gözü pek sendikacılar, sendikalar var.  Tüm bunlar, belli ilkeler etrafında derlenip toparlanıp birlikte tavır koyabildiklerinde saldırı ve komplolara geri adım attırabilecek güç olabileceklerine inananlar, -ister aynı ister farklı iş kollarında olsunlar- şimdilerde örgütsüz olduklarından, ülkenin sorunlarına müdahale etme, hatta gündemi belirleme noktasında kendilerini güçsüz ve yetersiz görmektedirler.

Tekel işçilerinin Ankara’da, sokak ortasında, devletin zorbalığına, kuru ayazın hışmına karşı durmaları, başta entel polemikleri, aydın ukalalığını, sendikacı akıl hocalarını oldukları yere çivileyerek, bizlere, sözün, laf kalabalığının, manipülasyonun bittiği yerde ne yapılması, nasıl yapılması gerektiğini iş yaparak, iş içinde somut çözüm yolları üreterek göstermiştir. Tekel işçilerinin bu örnek direnişinin ortaya serdiği bir başka ayrıntı da, nicelik anlamda zayıf da olsa, ama kararlı ve örgütlü bir topluluğun, onca olumsuzluklara karşın ülke gündemini yakalayabileceğini, “Biz hep vardık, var olacağız.” gerçeğini egemenlerin gözlerine sokulabileceğini kanıtlanmış olmasıdır. Burada elbette “İşçi sınıfı bitmiş, sınıf mücadelesi tükenmiştir.” diyen, şimdilerde “Yetmedi ama, ne yapalım” utangaçlığını yaşayanlar da paylarına düşeni almışlardır.

Şimdi, bu kararlı ve örgütlü duruşun niceliği arttırılıp tabanı sağlamlaştırılarak, daha nitelikli, daha örgütlü bir birlik, blok tavrına ulaştırılabilmiş olsa, ne IMF reçetelerinin acı ilacının hep halka içirilmesi, ne kıdem tazminatları, ne de etnik önyargı ve provokasyon konusunda, oligarşinin AKP, Cemaat ve kontra güçleri kediler gibi hem üste çıkıp hem de, utanmadan avaz avaz bağırabilirler mi ?!

Aklı işleyen, gözü gören muhalif insanlar, yeteneksiz, güçsüz ve edilgen oldukları konusunda, hep yalnız, bir başlarına, desteksiz bırakıldıkları düşüncesi içinde, kendiliğindenci bir önyargı birliği içindedirler. Bu kendiliğinden oluşan birliktelik, tersi düşünceler, tabi ki ikna yöntemleriyle motive edildiğinde, ortaya nasıl karşı konulmaz bir güç, ne denli enerji çıkabileceğini kestirmek hiçte zor değil.

Tam burada, bir motorun devinime geçip hareketini, üretimini sürdürebilmesi için gerekli olan ilk enerjinin, bir başka enerji üretecinden -marş otomatiğinden- gelmesi gerektiği gerçeğine uygun olarak, devrimci ve sosyalistlerin de tıpkı marş motoru görevi görmesine, ana motora önderlik etmesine gereksinim olduğunu söylemek gerek. Ne ki, sosyalistlerin motivasyonu ve harekete geçiriciliği, başlangıçta ilk kez ama son kez uyarı gönderen mekanik işleyiş gibi, ya da kimyasal reaksiyondaki katalizörün işlevi gibi değil, toplumsal tepkimenin başından sonuna değin içinde olması karakteristiğindedir.  Öyle de olmalıdır.

Uzun sözün kısası, içinde bulunduğumuz toplumsal ve sınıfsal mücadelenin, Marksist bilim insanlarına, sol, devrimci ve sosyalistlere, dünden -her zamankinden- daha fazla, ivedilikle, can alıcı gereksinimi vardır. Altı özellikle çizilen bu kişisel saptamayı, sosyalistlerin de, bunların dışındaki kişi, kurum ve örgütlerin de önüne alıp düşünmesi, üzerinde kafa yorması, yetişmekte zorlandığımız akıp giden ve gündemi oligarşinin siyasal ve savaş yanlısı güçlerince belirlenen sürecin sağlığı için yararlı olabilir.

Ekonomik, toplumsal ve siyasal olaylar arasında, etki- tepki, neden-sonuç ilişkileri kurmak, hiçbir olguyu diğerinden koparmadan, olayları ve gelişmeleri maddi koşulların yeni üretim dinamikleri, devinim yasaları, piyasanın iç çelişkileri / kuralları üzerinden açıklamak ve yorumlamak, her zaman Marksizmin devrimci tarzı ve Marksistlerin de geleneksel yöntemi olmuştur.

Ve anlaşılan o ki:  
Sorunla yakından ilgilenen ve mücadelenin örülmesi gerektiğine inanan insanlara ateşten gömlek giydirilen böylesi günlerde, görünen köy de klavuz ister.

Güncel Not: Marks’ın ölmediğini, neden ölmeyeceğini ülke insanımıza ve bizlere, mücadele yaşamı boyunca ders verir gibi, bıkmadan anlatan, açıklayan sosyalist iktisatçı, bilim insanı Arslan Başer Kafaoğlu hocamızın, ölüm haberin aldığımız bu acı günde, umutlarımızın ve inançlarımızın güçlenmesi dilek ve inancı ile…    

Hasan Oğuz Bilgen, 30 Temmuz 2011  
hasanoguzbilgen@yahoo.com     


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder