GÖRÜNEN KÖY
KLAVUZ İSTER Mİ?
* Yoksulluk
kader değildir?
* Kriz (açlık, yoksulluk ve işsizlik de) sömürmeye
doymayan kapitalistlerin hırsı, soygun düzeninin sürmesi için karıştırdığı
haltlar sonucunda çıkmaktadır.
* O halde,
krizin faturasını neden yoksullar ödesin?
* Krizin kaynağı bizzat sistemin kendisi, kapitalizm
ise; Bunca yalan, dolan, kandırmaca, iki yüzlülük, rol kesme, artistlik
niye?
* Gerçekten şaşmamak elde değil !..
* Krize düşen kapitalist yine sermayesine sarılır...
* Orada fazla kalmayacak; kendisinin kazdığı, asıl
kendisinin layık olduğu çukura yoksulları, işsizleri, işçileri ve Kürt Türk
ayırmadan tüm emekçi halkı çekecektir.
* Ve aslında öyle de olmaktadır.
GÖRÜNEN KÖYE DAİR...
2002 yılından günümüze gelen Oligarşik yapının AKP
erki, her ne kadar 12 Haziran seçimlerinde, dillere pelesenk olan “başarı
yüzdesi” ve Gringo’nun onayı ile (
Obama’nın kutlama telefonu ve ardı sıra gelen görüşmeler filan.) hegemonyasını sağlama almış, işleri yoluna
koymuş gibi görünse de, ortalık yerde olup bitene bir göz atmak bile durumun
hiçte iç açıcı olmadığını, direksiyon hakimiyeti ile, freni ile hiçte öyle
kontrollü giden bir araba içinde olmadığımızı bize gösteriyor.
Yüzyıllardır kavimlere, uygarlıklarına kucak açmış,
şu kadim Anadolu topraklarında, ne Bizans, ne Osmanlı oyunu, ne yalan, dolan,
baskı, zulüm, ne katliam eksik oldu, ne de çarçur edilen insan emeği, alın
teri, gözyaşı ve kardeş kanı… Düzen aynı düzen, oyun aynı oyun, insan yaşamına,
doğaya yönelen felaketler ve tehlikeler hep aynı yerden, aynı kaynaktan… Baskın
güçten, egemen güçten, egemenden yana olan var olan düzenden…
Planlı, kontrollü olup olmadığının soruşturulması ve
kovuşturulması, konunun yetkili uzmanlarının görev ve sorumluluk alanında olan,
sonuçlarına yine ( Etnik kimliği, cinsi,
dili, dini ne olursa olsun) yoksul halkın emekçilerinin ve işsizlerinin
katlanacağı, katlanmak zorunda bırakılacağı üç büyük tehlike, toplumu önüne
katmaya, tavşana kaç tazıya tut demeye hazırlanıyor.
Yaşamın her alanında, hemen her
türden ilişki ve çelişkisini belirleyen, birbirini bir yerlerde yakalayıp
tetikleyecek, yine birbirini neden-sonuç ilişkisi içinde alevlendirecek, arıza
gösteren üç büyük sorunlu alan, yani tam bir sacayağı belası, ülke gündemine
tıpkı cami avlusuna bırakılan bebek gibi bırakılmıştır. En azından böyle bir
duygu uyandırmaktadır insanda; yoksa
felaket tellallığı anlamında değil elbette.
1-) EKONOMİ: Daha henüz 2001 ve 2008
yıllarında yaşanan finans krizinin çalkantılı ve belirsiz piyasası,
beraberinde gelen sınıf mağduriyetleri (Gelen zamlar, pahalılık, işten
çıkarmalar, işsizlik…) için “teğet geçti” geçmedi tartışmaları yeni bitmişken,
2012 ya da 2013 yılı için öngörülen uluslararası tekelci kapitalizmin sürekli
ve genel bunalımının özünden, doğasından üreyen, bağrında nur topu gibi bir
finans krizini taşıyan uzun süreli durgunluğun kıpırtıları mevcut sistemin arka
bahçelerine dayandı bile. ( Komşu günlerdir kavruluyor, İspanya ayakta, İtalya,
Almanya, Fransa aportta…)
2002 seçimlerinin yengi sarhoşluğu ile, IMF’ye “Sen
kim oluyorsun da…” biçiminde sanki karşı duruluyor, itiraz ediliyor havası
verilerek, 2011 sonuna ve 2012 yılının tamamına yayılarak ertelenen ve
tedbirsizce hiç gelmeyecekmişçesine davranılan kredi dış borcu ödemeleri geldi
çattı. Hem de, bir ceza, bir yaptırım gibi, hayli katlanmış biçimde yani çok
daha yüksek faiz oranlarıyla.
2002 yılı yaptırımlarına göre, çok daha ağır
külfetlerle IMF-Dünya bankası maliyecilerine ödenmesi gereken dış borç yükünün,
yine aynı yıldan katlanarak gelen devlet bütçesi açığına ve özelleştirme
politikalarının gereği satma-savurma sonucunda oluşan tamtakır kasalara denk
gelmesi de, beklenen mali curcunanın tuzu biberi olacaktır. Bu sıkıntılı doğum sürecinin bir de, üretim
sürecinin dışında mayalanan tüketim ilişkileri ve sonuçları ayağı var. ( Bu
boyutu mercek altına aldığımızda, hani şu “sorunsuz faiz fırsatları”na
aldanarak borçlanan yurttaşı ve artık kanıksamaya başladığımız kredi kartı
mağdurlarını görürüz. )
Kapitalistlerin, vampirin taze kan araması gibi,
sıcak para araması ve bunun kaynağını yaratabilmek için de her türlü
namussuzluğa başvurmayı olağan ve meşru sayması, salt bizim ülkemizde
başvurulan sahteci bir davranış biçimi değildir. Bankalar, kapitalist düzenin
ezilen ve sömürülen halk kesimiyle, -kazanın- başında da sonunda da, birebir
temas halinde olan aracıdır. Tamponudur. Artık çarpışma anına, kart
mağduru hazır olmasa da, halka “sıkıntısız borçlanma koşulları
sunarak, kolay kredi olanağı yaratan” sistem hazırdır.
Bir başka deyişle, madalyonun diğer bir yüzü
olarak: “Ne paralar vardı, zaten hiç olmadılar!?” ince esprisinin hakkını
veren, o fizikteki zahiri gölge örneği, o mevcudiyetsiz, o sanal, o kalem
oyunları ile kağıt üzerinde gösterilen paralarla, ekonominin hatırı sayılır
ölçüde çarklarının ( Konunun uzmanlarına göre ekonominin 1/4’ü -dörtte biri-)
döndürülmeye çalışılması meselesi yani…
Bunca açmaza, aymazlığa karşın, hala
“ihracatın ve istikrarın parlayan yıldızı” olarak lanse edilen AKP’nin,
çaktırmadan, arka kapıdan buyur etmeye hazırlandığı uluslararası finans
krizinin külfetlerini -değişmeyen klasik yöntemle- işçi sınıfının ve emekçi
halkın sırtına yüklemek isteyeceği kabak gibi ortadadır: İşte, çalışma
yaşamında sınıfın önüne konulan, henüz başımıza geçiremedikleri Torba
Yasa…
2-) ÇALIŞMA YAŞAMI: Bu alan da, tıpkı
ekonomi gibi sistemin yarılmaya, patlamaya hazır yumuşak karnı… Siyasal arenada
AKP iktidarı olarak kendini gösteren oligarşik yapılanması, gerek Orta
Doğu ve güney komşularımızla gerekse de Yunanistan krizine ilişkin
Obama-Hillary takımı ile minyatür sahada tek kale maçla günü kurtarmaya
çalışıyor.
Nato’ya, IMF’ye olan bağımlılığı arttırması,
neoliberal politikalar eşliğinde özelleştirme, kemer sıkma, işten atma, başa
çorap örme uygulamalarındaki ısrar, sınıfa doğrudan tehdit, şantaj ve
gözdağı, sokağa basınçlı su ve biber gazı olarak yansımaktadır. Bu ısrarın içinde ne var? Ulusal
İstihdam Projesi adı altında yaşama geçirilmek istenen sinsi ve vahşi plan
elbette... Ve elbette Torba Yasa ile, bu güne dek kazanılmış hakları gasp
etmeye yönelik saldırı tasarıları...
- Kıdem Tazminatlarının orta vadede, kazanılmış hak olarak
uygulanmasının kaldırılması planı.
- Asgari ücretin daha da düşürülmesinin önünü açacak “Bölgesel asgari
ücret” uygulaması düşüncesi.
- Taşeronlaştırmanın, taşeron sisteminin daha kolay uygulanabilir
olmasını sağlayacak yeni hak kayıplarının devreye sokulması.
- Kişinin iş seçme iradesini “Özel İstihdam Büroları”na
devredilmesini yasal zeminini hazırlayacak kölelik uygulamalarına
geçilmesi.
- Esnek ve kuralsız çalıştırmanın, güvencesiz bir iş ortamının
koşullarının yaratılması…
Sınıfa, emek dünyasına doğru sinsice, ama örgütlüce
ve de ağır ağır, bir panter gibi yaklaşan tehlikenin çalışma yaşamı ayağında
yatan bunlardır.
Gelelim son sacayağına; aş, iş ve gelecek derdinde
olan toplumu yanlış ve tehlikeli bir mecrada kilitleyen, ne düşünmesine ne de
sorgulamasına fırsat vermeyen etnik önyargı konusuna…
3-) ETNİK PROVOKASYON: Devlet tarafından
yapılan, olay yeri incelemesinin bittiği, sonuçlarının yakında kamuoyu ile
paylaşılacağı söylenen, adamakıllı tanığı olan, ama bol tartışmalı, bizden 20
insanımızı koparıp alan Silvan yangını, bu gün itibari ile her türlü sele ve
yıkıma gebe tehlikenin başka bir itirafı olmuştur.
Ne talihsizliktir ki, olaydan sonra ‘Kerim Devlet’
erkanının sağduyu, sükunet ve ortak acıyı adabına uygun bir biçimde yaşamak
yerine ortalığı daha da gerici ve de kışkırtıcı (Özellikle de, vatandaşını
ayırmadığını her yerde söyleyen başefendinin Kürtleri hedef gösteren) bir dil
kullanması, olayın duyarlılığını ve yakıcılığını çok daha farklı bir bıçak
sırtına taşımaktadır.
Gelinen nokta neresidir?
Gelinen nokta, Batı dünyasının seçkin müzikhollerinde kabul ve takdir gören
bir sanatçımızın -her dilden şarkıların söylenip eğlenildiği bir sahnede-
Kürtçe türkü söylediği için yuhalanması, taciz edilmesi ve tıpkı Ahmet Kaya
gibi linç edilmek istenmesidir.
Gelinen nokta, BDP’nin, PKK’nin yaprak
kımıldatmadığı ses soluk çıkarmadığı bir memleket diyarında, sanki “terörü
öven” gösteriler yapılıyormuş ve “bölücü sloganlar” atılıyormuş yanılsaması
yaratılarak, halkın da bu “tahrik” karşısında haklı olarak doğal tepkisini
göstermesi olarak yansıtılan, ama gerçekte bir recm, bir linç atmosferinde Kürt
insanına saldırıldığı, yine Kürtlere ait iş yerlerinin yakılıp yıkıldığı
Zeytinburnu noktasıdır. İstanbul’un birçok varoşunda olduğu gibi, burada da
farklı bölge ve etnik kimlikten gelen ve de yıllardır kardeşçe, dostça yaşayan
halklar, emekçi insanlar “bundan böyle hiç kimse iyi niyet beklemesin”
sözünden hayli etkilenmiş olsalar gerek…
Emek, Özgürlük ve Demokrasi Blok’unu oluştururken
buluştuğumuz duygu, düşünce ve amaç bütünlüğünde olduğu gibi, yaşadığımız acı
günlerde de muradımız, herkesçe bilinen, ne olup ne bittiğine ilişkin gelişmeleri,
olayları birbirimize anlatıp durmanın ötesinde, asıl önemli olanın ne yapılması
ve nasıl yapılması gerektiğini sesli düşünebilmek, yeni soluk boruları, çıkış
yolları önerebilmektir.
Siyaset sahnesinde doğru ve ortak hedeflerle, yere
basan ilke ve duruşlarla oluşturulan Bloğun, seçimde elde ettiği başarı
kesinlikle bir rastlantı ya da bölgesel detay değildir. Bir kez Blok, halka
fiziksel, düşünsel ve ruhsal olarak dokunabilmiştir. Halkın derdine, sorununa,
acısına ve ağrıyan yerine dokunulmuştur. Halkımız “İnsanın canı ağrıyan
yerindedir” der. İşçinin, emekçinin, memurun canı da, derdi de işinde, aşında,
geleceğindedir. Kürt halkınınsa bunlara ek olarak, kültür ve kimlikle ilgili
istemleri içeren bir ulusal derdi vardır.
Sorun buradadır. Şimdi, şimdiye dek yaşamın
sınırlı bir mecrada yaşanan, son seçimlerle ilk kez gerçek olan, halka ve
sorunlarına düşünsel, ruhsal, duygusal ve fiziksel “dokunma”, yani somut
”temas” olayı, yukarıda kısa başlıklar altında değindiğimiz, arıza sinyali
veren bölgelerde de yinelenebilir. Blok mantığı, blok duruşu, blok gücü bu
alanlarda da denenebilir, denenmelidir.
Ekonomide, AKP’nin dokuz yıllık
“maşallah, inşallah” politikası ile, her zaman kuvvetli olasılıklar içinde
bulunan bir finans krizi ya da uzun sürecek bir durgunluk sürecinde, olaylara
soldan bakan, mali gelişmeleri sosyalizmin dünya görüşü ile yorumlayan
yazarlar, ekonominin uzmanları, akademisyenler sistemin -deyim yerindeyse-
ipliğini pazara çıkarmalı, burada da birlikte bir bakış sergilenmeli, soruna,
halka yansıyan krize dokunulmalıdır. Her yerde, her fırsatta ortak
açıklamalarla “Marks ölmedi; bakın kapitalizm yine krizde, yine içinden bir
türlü çıkamadığı finans krizlerinden birinin içinde debelenip duruyor…”
denilebilmelidir.
Keza, ekonomik, demokratik, kitlesel mücadele
tarzını içeren sendikal alanda da, geniş tabanlı, işçi sınıfını ve emekçi
halkı uyaran, bilinçlendiren ve örgütleyen platformların koşulları
zorlanabilir, yaratılabilir. Böylece AKP’nin gündemindeki “Torba Yasası”
içinde bulunan kıdem tazminatlarını hedef alan sinsi planlar, bir tür ortak
akıl oluşturularak ve bu doğrultuda tavır alışlarla etkisiz, zararsız duruma
getirilip bozulabilir. Sendikal ortamın doğasına, özgün koşullarına ters
düşmeyen, aksine onunla örtüşen, uyuşan, bilinç götüren, mücadeleci ve üretken
birliktelikler gündemi sınıfın çıkarları çizgisine çekebilir.
Ayrıca, oligarşinin inisiyatifinde hareket eden
AKP-Cemaat ve militarist güçlerince tezgahlanan, etnik önyargı-provokasyon
oyunu, - gelen tehlikeyi bir iki cılız, biriken havayı boşaltma amaçlı basın
açıklamasıyla geçiştirmeye çalışan sendikalar da daha mücadeleci çizgilere
zorlanarak - bozulabilir.
Buradan gelelim mevcut Blok’un konumuna: AKP erkinin yarattığı, hükmettiği gündeme
takılıp kalmak, demokrasi güçlerinin önünü tıkayan, mücadeleyi kısırlaştıran,
üzerinde durulması gereken önemli bir açmaz. Özellikle, etnik
önyargı-provokasyon eşiğinde, Blok yine halka birlikte, insanlara, soruna
dokunmayı, ezber bozmayı sürdürmeli, sadece Sırrı Süreyya Önder’in Zeytinburnu
semtini ziyareti ile sınırlı kalmayıp, durum değerlendirmesini, -belki de-
rutin toplantılardan birini, gündemin kaçmasına izin vermeden, sıcağı sıcağına
gidip İstanbul’un sorun çıkarılan semtinde yapmalıdır. (27 Temmuz akşam
haberlerinde çıkan Blok milletvekillerinden dördünün Zeytinburnu’na gittiği
haberi, bu yazıdaki önerme ile örtüşen olumlu ve umutlandırıcı bir gelişmedir.
GÖRÜNEN KÖYÜN NEDEN KLAVUZ İSTEDİĞİNE DAİR.
Konfederasyon, oda, birlik gibi geniş tabanlı
şemsiye örgütlenmeler içinde, irili ufaklı onlarca, yüzlerce, yapılanın
edilenin ayırtında olan, mevcut sistemin sosyal uyanışı ve örgütlülüğü
sindirmeye, bitirmeye kilitlenmiş her türden kurumsal, yasal ve siyasal
saldırılarına muhalefet edip karşı duran, mücadele eden kişiler, öncü gruplar,
aktif-gözü pek sendikacılar, sendikalar var.
Tüm bunlar, belli ilkeler
etrafında derlenip toparlanıp birlikte tavır koyabildiklerinde saldırı ve
komplolara geri adım attırabilecek güç olabileceklerine inananlar, -ister aynı
ister farklı iş kollarında olsunlar- şimdilerde örgütsüz olduklarından, ülkenin
sorunlarına müdahale etme, hatta gündemi belirleme noktasında kendilerini
güçsüz ve yetersiz görmektedirler.
Tekel işçilerinin Ankara’da, sokak ortasında,
devletin zorbalığına, kuru ayazın hışmına karşı durmaları, başta entel
polemikleri, aydın ukalalığını, sendikacı akıl hocalarını oldukları yere
çivileyerek, bizlere, sözün, laf kalabalığının, manipülasyonun bittiği yerde ne
yapılması, nasıl yapılması gerektiğini iş yaparak, iş içinde somut çözüm yolları
üreterek göstermiştir. Tekel işçilerinin bu örnek direnişinin ortaya serdiği
bir başka ayrıntı da, nicelik anlamda zayıf da olsa, ama kararlı ve örgütlü bir
topluluğun, onca olumsuzluklara karşın ülke gündemini yakalayabileceğini, “Biz
hep vardık, var olacağız.” gerçeğini egemenlerin gözlerine sokulabileceğini
kanıtlanmış olmasıdır. Burada elbette “İşçi sınıfı bitmiş, sınıf mücadelesi
tükenmiştir.” diyen, şimdilerde “Yetmedi ama, ne yapalım” utangaçlığını
yaşayanlar da paylarına düşeni almışlardır.
Şimdi, bu kararlı ve örgütlü duruşun niceliği
arttırılıp tabanı sağlamlaştırılarak, daha nitelikli, daha örgütlü bir birlik,
blok tavrına ulaştırılabilmiş olsa, ne IMF reçetelerinin acı ilacının hep halka
içirilmesi, ne kıdem tazminatları, ne de etnik önyargı ve provokasyon
konusunda, oligarşinin AKP, Cemaat ve kontra güçleri kediler gibi hem üste
çıkıp hem de, utanmadan avaz avaz bağırabilirler mi ?!
Aklı işleyen, gözü gören muhalif insanlar,
yeteneksiz, güçsüz ve edilgen oldukları konusunda, hep yalnız, bir başlarına,
desteksiz bırakıldıkları düşüncesi içinde, kendiliğindenci bir önyargı birliği
içindedirler. Bu kendiliğinden oluşan birliktelik, tersi düşünceler, tabi ki
ikna yöntemleriyle motive edildiğinde, ortaya nasıl karşı konulmaz bir güç, ne
denli enerji çıkabileceğini kestirmek hiçte zor değil.
Tam burada, bir motorun devinime geçip hareketini,
üretimini sürdürebilmesi için gerekli olan ilk enerjinin, bir başka enerji
üretecinden -marş otomatiğinden- gelmesi gerektiği gerçeğine uygun olarak,
devrimci ve sosyalistlerin de tıpkı marş motoru görevi görmesine, ana motora
önderlik etmesine gereksinim olduğunu söylemek gerek. Ne ki, sosyalistlerin
motivasyonu ve harekete geçiriciliği, başlangıçta ilk kez ama son kez uyarı
gönderen mekanik işleyiş gibi, ya da kimyasal reaksiyondaki katalizörün işlevi
gibi değil, toplumsal tepkimenin başından sonuna değin içinde olması
karakteristiğindedir. Öyle de olmalıdır.
Uzun sözün kısası, içinde bulunduğumuz toplumsal ve
sınıfsal mücadelenin, Marksist bilim insanlarına, sol, devrimci ve
sosyalistlere, dünden -her zamankinden- daha fazla, ivedilikle, can alıcı
gereksinimi vardır. Altı özellikle çizilen bu kişisel saptamayı, sosyalistlerin
de, bunların dışındaki kişi, kurum ve örgütlerin de önüne alıp düşünmesi,
üzerinde kafa yorması, yetişmekte zorlandığımız akıp giden ve gündemi
oligarşinin siyasal ve savaş yanlısı güçlerince belirlenen sürecin sağlığı için
yararlı olabilir.
Ekonomik, toplumsal ve siyasal olaylar arasında,
etki- tepki, neden-sonuç ilişkileri kurmak, hiçbir olguyu diğerinden
koparmadan, olayları ve gelişmeleri maddi koşulların yeni üretim dinamikleri,
devinim yasaları, piyasanın iç çelişkileri / kuralları üzerinden açıklamak ve
yorumlamak, her zaman Marksizmin devrimci tarzı ve Marksistlerin de geleneksel
yöntemi olmuştur.
Ve anlaşılan o ki:
Sorunla yakından ilgilenen ve
mücadelenin örülmesi gerektiğine inanan insanlara ateşten gömlek giydirilen
böylesi günlerde, görünen köy de klavuz ister.
Güncel Not: Marks’ın ölmediğini, neden ölmeyeceğini
ülke insanımıza ve bizlere, mücadele yaşamı boyunca ders verir gibi, bıkmadan
anlatan, açıklayan sosyalist iktisatçı, bilim insanı Arslan Başer Kafaoğlu
hocamızın, ölüm haberin aldığımız bu acı günde, umutlarımızın ve inançlarımızın
güçlenmesi dilek ve inancı ile…
Hasan Oğuz Bilgen, 30 Temmuz 2011
hasanoguzbilgen@yahoo.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder