18 Mayıs 1973: DİZ ÇÖKMEYEN
DEVRİMCİ
1973-74 ders yılını Eğitim
Enstitüsü’nün Türkçe bölümünde okumak üzere, Diyarbakır’a gitmek için
hazırlık yaptığım, bir yandan da heyecanlandığım günlerdi. Okul ve
aile çevremde, o günlerde en çok merak
edilen konu da, şaşkın bir yüz ifadesi
ile sorulan soru da hep aynıydı: “Gerçekten oraya gidecek misin?”
Gorki’nin Ana’sını, Bekir
Yıldız’ın Kaçakçı Şahan’ ını, "Demir Ökçe" yi, “Bitmeyen Kavga”yı
okumuştuk bir kez… Ahmet Arif’in “Otuzüç
kurşun”, “Adiloş Bebe” şiirleri dilimizden düşmüyordu. Aşı tutmuştu, maya
tamamdı... Kasetçalarda Aşık Mahsuni
“ İnce ince bir kar yağar "ı , Aşık İhsani “ Korkuyorlar,
korkacaklar ”ı okuyor , Emekçi ise
“18 Mayıs’ı unutmam, Unutmam 18 mayısı" diyordu.
Henüz 17 yaşındaydım ve o
toyluğumla 1973’ün 18 Mayıs’ında Diyarbakır’da ne olduğunu ve nasıl
olduğunu dehşetli merak ediyordum.
Kimilerinin burun kıvırarak “ Nasıl gidilir, nasıl yaşanır? ”
dediği, o kente kararlılıkla gitme nedenlerimden biri de açıkçası buydu.
Üstelik o günlerde, her
devrimcinin Doğu’ya gitmesi, oraları görmesi yaşaması gerektiğini
düşünenlerin ve savunanların başında geliyordum.
Ve gittim... Sur içi sur
dışı diye ikiye ayrılan, Mezopotamya uygarlığını yaşamış, zulmü ve ihaneti
görmüş, o zamanlar pek Amed denilmeyen kentteydim.
Sokaklarından yorgun çekçek
arabalarının süzüldüğü ve burnuma kaçak tütün kokularının geldiği sabahın bir
vaktiydi. Yoksul semt Bağlar’dan Dağkapı’sına doğru inerken, civarında
kuş uçurtulmayan MİT binasını ilk kez gördüğümde, sırtımdan terlediğim,
korkmaktan değil, dirence, direnmeye saygımdan ürperdiğim anı anlatamam.
Israrla çay üstüne çay söyleyen,
ciğer kebabı ısmarlayıp karnını doyuran, kapısını açan yatacak yer gösteren (
şimdilerde nasıldır bilemem ), fakir ve işsiz ama değer bilir, lokmasını
paylaşan ezik insanlarla tanışmam uzun sürmedi. Uzun süren, öğrenmek
için can attığım konunun detaylarını saklayan bir izi, bir ipucunu bulmamdı.
Tanıştığım, her geçen gün sıcak
dostluklarını ve yüreklerini kazandığım çarşı esnafından öğrenmek istediğim
konunun açılacağı günü sabırla bekledim.
Sonunda o gün, halk arasında pek
konuşulmayan saygı gereği susulan İbrahim Kaypakkaya Efsanesi’ ne, benim
içinse direnmenin, pes etmemenin ve asla diz çökmemenin
sembolüne yakınlaştığım, bu nedenle de dizlerimin titrediği gün sonunda
geldi. Aslen Lice’ li olan terzi esnafından arkadaşımızın Sur içindeki komşusu
hamaldı. Diyarbakır’ı görenler ve gezenler bilirler; orada hamallar, tekerlekleri otomobil
lastiklerinden yapılma, insan gücü ile çekilen ahşap arabaları kullanırlar.
Bir gün, müşteri bekleyen bu çek
çek arabalarından birine üzgün oluşu her halinden belli olan, sürekli çevresini kollayan tedirgin bir adam
yaklaşır. Hamala “eşyası olduğunu,
ancak hastane morguna kadar gidilmesi gerektiğini” söyler. Orada, tren garına götürülmeyi bekleyen bir “çuval” vardır. Hastanenin
morguna vardıklarında, hamal oradaki soğuk havanın ağırlığından ve olağan
dışılığından işkillenir.
Çuval sahibinin gözlerine
sorarcasına bakar… Adam sonunda
dayanamaz, “oğlum” der, “Çorum’a,
köyüme götürüp gömeceğim. ”
Kaçakçılıktan gelme, eski bir
mahkum olan hamal çok cansız beden görmüş olmasına karşın, manzara karşısında
çok üzülür ve keyfi kaçar. Genç ama
çelimsiz bir bedene sahip cenazenin ayakları morarmış ve parmakları
yoktur. Dudakları sanki bir sırrı
sonsuza dek gömmek, üzerini örtmek için, bir çizgi halinde kapanmıştır. Başında ve boynunda saçma izleri vardır.
“Olmaz” der, “Bu
delikanlının günahları benim olsun, onu bu arabaya yükleyemem, onu tren garına
götüremem…” İki katı para teklif
edilmesine karşın, önünde saygıyla el pençe durduğu çuvalı taşımak ona zulüm
gelir; Ne o parayı alır ne de o "çuval " ı taşır… Hamal ilerleyen günlerde, hiçbir
yerde, hiçbir zaman konuşulmayan ve başka birinden duyulmayan, en ilginci
gazetelerde bile yer bulmayan bu olayı, terzi esnafı komşusuna Suriçi’ndeki
evlerinde defalarca yüreği ezilerek, kendisini kahrederek anlatır.
.
. .
Halk arasındaki söylencenin
ikinci ve son izi, yine Ulucami civarındaki bir berber esnafı ile
sürdürdüğü dostlukta belirir. Bu son izdir. Bir daha olsun bir
örneğine, bir benzerine rast
gelemeyecektir.
Berber olan arkadaşının yaşlı
amcası emniyette bekçidir. Olayı gözleri
ile görmemiştir. Ancak mesai yaptığı camiada, onca eziyete, işkenceye karşın aman dilemeyen bir “yiğit” insandan
söz edilir. Üzerine kurşun yağdırılmadan
az önce, bu gözüpek genç adamın celladının üzerine yürüdüğü ve onun suratına
tükürdüğü söylentisinin, saygıyla karışık fısıltı ile kulaktan kulağa
yayıldığının canlı tanığıdır. Olay, değer bilir bekçiyi üzmüştür. Olayın
ardından emekli olur.
İbrahim Kaypakkaya’nın işkence
tezgahlarında direnmesi, partili olduğunu çekinmeden haykırırken,
faaliyetlerinin ve yoldaşlarını açıklamaması, sonunda cellatların kenetlenmiş
ağzını açamadıkları bıçakla ayaklarını kesmeleri, öfkeden kudurarak üzerine mermi boşaltmaları
olayının, günün Diyarbakır’ında, ardından tüm ülkede konuşturulmaması, basında
haber dahi yaptırılmaması çarpıcıdır.
İbrahim Kaypakkaya işkenceci
faşistlerin, onların savunduğu sermaye düzeninin, vahşi kapitalizmin suratına
inen gerçek bir tokat, emekçi halkın okkalı bir şamarı olduğu içindir ki,
ısrarla hep yaşamamış kabul edilmiş, yok sayılmış, üzeri örtülmeye
çalışılmıştır.
İbrahim Kaypakkaya’yı ideolojik
ve de siyasal anlamda sahiplenmek, onu savunmak oldukça ciddi bir iş, önem
bir devrimci gelenek, deyim yerindeyse ateşten bir gömlektir. O gömleği herkes
giyemese de, onun inandığı davayı, sevdasını, umutlarını, onunla ilgili
bildiklerini insanlarımıza, yeni nesil devrimcilere anlatmak da, kendisine hala
devrimciyim diyen bir insanın da boynunun borcudur. Yoldaşlarına kolay
gelsin, selam olsun…
Hasan Oğuz Bilgen, 18.Mayıs.2011, Manisa Yolu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder