12 Ocak 2016 Salı

DİZ ÇÖKMEYEN DEVRİMCİ

18 Mayıs 1973:  DİZ ÇÖKMEYEN DEVRİMCİ
  
1973-74 ders yılını  Eğitim Enstitüsü’nün Türkçe bölümünde okumak üzere, Diyarbakır’a gitmek için hazırlık yaptığım,  bir yandan da heyecanlandığım günlerdi.  Okul ve aile çevremde,  o günlerde en çok merak edilen konu da,  şaşkın bir yüz ifadesi ile sorulan soru da hep aynıydı:  “Gerçekten oraya gidecek misin?”

Gorki’nin Ana’sını, Bekir Yıldız’ın Kaçakçı Şahan’ ını, "Demir Ökçe" yi, “Bitmeyen Kavga”yı okumuştuk bir kez… Ahmet Arif’in  “Otuzüç kurşun”, “Adiloş Bebe” şiirleri dilimizden düşmüyordu.  Aşı tutmuştu, maya tamamdı...  Kasetçalarda Aşık Mahsuni  “ İnce ince bir kar yağar "ı , Aşık İhsani  “ Korkuyorlar, korkacaklar ”ı  okuyor , Emekçi ise  “18 Mayıs’ı unutmam, Unutmam 18 mayısı" diyordu.

Henüz 17 yaşındaydım ve o toyluğumla 1973’ün 18 Mayıs’ında  Diyarbakır’da ne olduğunu ve nasıl olduğunu dehşetli merak ediyordum.  Kimilerinin burun kıvırarak  “ Nasıl gidilir, nasıl yaşanır? ” dediği, o kente kararlılıkla gitme nedenlerimden biri de açıkçası buydu.
Üstelik o günlerde,  her devrimcinin Doğu’ya gitmesi,  oraları görmesi yaşaması gerektiğini düşünenlerin ve savunanların başında geliyordum.  

Ve gittim...  Sur içi sur dışı diye ikiye ayrılan, Mezopotamya uygarlığını yaşamış, zulmü ve ihaneti görmüş, o zamanlar pek Amed denilmeyen kentteydim. 

Sokaklarından yorgun çekçek arabalarının süzüldüğü ve burnuma kaçak tütün kokularının geldiği sabahın bir vaktiydi.  Yoksul semt Bağlar’dan Dağkapı’sına doğru inerken, civarında kuş uçurtulmayan MİT binasını ilk kez gördüğümde, sırtımdan terlediğim,  korkmaktan değil, dirence, direnmeye saygımdan ürperdiğim anı anlatamam.

Israrla çay üstüne çay söyleyen, ciğer kebabı ısmarlayıp karnını doyuran, kapısını açan yatacak yer gösteren ( şimdilerde nasıldır bilemem ), fakir ve işsiz ama değer bilir, lokmasını paylaşan ezik insanlarla tanışmam uzun sürmedi.  Uzun süren, öğrenmek için can attığım konunun detaylarını saklayan bir izi, bir ipucunu bulmamdı.

Tanıştığım, her geçen gün sıcak dostluklarını ve yüreklerini kazandığım çarşı esnafından öğrenmek istediğim konunun açılacağı günü sabırla bekledim.

Sonunda o gün, halk arasında pek konuşulmayan saygı gereği susulan İbrahim Kaypakkaya Efsanesi’ ne,  benim içinse  direnmenin,  pes etmemenin ve  asla diz çökmemenin sembolüne yakınlaştığım,  bu nedenle de dizlerimin titrediği gün sonunda geldi. Aslen Lice’ li olan terzi esnafından arkadaşımızın Sur içindeki komşusu hamaldı.  Diyarbakır’ı görenler ve gezenler bilirler;  orada hamallar, tekerlekleri otomobil lastiklerinden yapılma, insan gücü ile çekilen ahşap arabaları kullanırlar.

Bir gün, müşteri bekleyen bu çek çek arabalarından birine üzgün oluşu her halinden belli olan,  sürekli çevresini kollayan tedirgin bir adam yaklaşır.  Hamala  “eşyası olduğunu, ancak hastane morguna kadar gidilmesi gerektiğini” söyler. Orada,  tren garına götürülmeyi bekleyen bir  “çuval”  vardır.  Hastanenin morguna vardıklarında, hamal oradaki soğuk havanın ağırlığından ve olağan dışılığından işkillenir.

Çuval sahibinin gözlerine sorarcasına bakar…  Adam sonunda dayanamaz,  “oğlum” der, “Çorum’a,  köyüme götürüp gömeceğim. ” 

Kaçakçılıktan gelme, eski bir mahkum olan hamal çok cansız beden görmüş olmasına karşın, manzara karşısında çok üzülür ve keyfi kaçar.  Genç ama çelimsiz bir bedene sahip cenazenin ayakları morarmış ve parmakları yoktur.  Dudakları sanki bir sırrı sonsuza dek gömmek, üzerini örtmek için, bir çizgi halinde kapanmıştır.  Başında ve boynunda saçma izleri vardır.  

“Olmaz” der, “Bu delikanlının günahları benim olsun, onu bu arabaya yükleyemem, onu tren garına götüremem…”  İki katı para teklif edilmesine karşın, önünde saygıyla el pençe durduğu çuvalı taşımak ona zulüm gelir;  Ne o parayı alır ne de o "çuval " ı taşır… Hamal ilerleyen günlerde, hiçbir yerde, hiçbir zaman konuşulmayan ve başka birinden duyulmayan, en ilginci gazetelerde bile yer bulmayan bu olayı, terzi esnafı komşusuna Suriçi’ndeki evlerinde defalarca yüreği ezilerek, kendisini kahrederek anlatır.
.  .  .

Halk arasındaki söylencenin ikinci ve son izi,  yine Ulucami civarındaki bir berber esnafı ile sürdürdüğü dostlukta belirir.  Bu son izdir.  Bir daha olsun bir örneğine,  bir benzerine rast gelemeyecektir.  

Berber olan arkadaşının yaşlı amcası emniyette bekçidir.  Olayı gözleri ile görmemiştir. Ancak mesai yaptığı camiada, onca eziyete,  işkenceye karşın aman dilemeyen bir “yiğit” insandan söz edilir.  Üzerine kurşun yağdırılmadan  az önce, bu gözüpek genç adamın celladının üzerine yürüdüğü ve onun suratına tükürdüğü söylentisinin, saygıyla karışık fısıltı ile kulaktan kulağa yayıldığının canlı tanığıdır. Olay, değer bilir bekçiyi üzmüştür. Olayın ardından emekli olur.     
           
İbrahim Kaypakkaya’nın işkence tezgahlarında direnmesi, partili olduğunu çekinmeden haykırırken, faaliyetlerinin ve yoldaşlarını açıklamaması, sonunda cellatların kenetlenmiş ağzını açamadıkları bıçakla ayaklarını kesmeleri,  öfkeden kudurarak üzerine mermi boşaltmaları olayının, günün Diyarbakır’ında, ardından tüm ülkede konuşturulmaması, basında haber dahi yaptırılmaması çarpıcıdır.

İbrahim Kaypakkaya işkenceci faşistlerin, onların savunduğu sermaye düzeninin, vahşi kapitalizmin suratına inen gerçek bir tokat, emekçi halkın okkalı  bir şamarı olduğu içindir ki, ısrarla hep yaşamamış kabul edilmiş, yok sayılmış, üzeri örtülmeye çalışılmıştır.

İbrahim Kaypakkaya’yı ideolojik ve de siyasal  anlamda sahiplenmek, onu savunmak oldukça ciddi bir iş, önem bir devrimci gelenek, deyim yerindeyse ateşten bir gömlektir. O gömleği herkes giyemese de, onun inandığı davayı, sevdasını, umutlarını, onunla ilgili bildiklerini insanlarımıza, yeni nesil devrimcilere anlatmak da, kendisine hala devrimciyim diyen bir insanın da boynunun borcudur.  Yoldaşlarına kolay gelsin,  selam olsun…


                                                    Hasan Oğuz Bilgen, 18.Mayıs.2011, Manisa Yolu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder