30 Ocak 2016 Cumartesi

ÖLÜMLER VE DOĞUMLAR ÜZERİNDEN POLİTİKALAR

ÖLÜMLER VE DOĞUMLAR ÜZERİNDEN POLİTİKALAR

Uğruna nice canlar verilen, yoluna çıkanı silen süpüren, kellesini uçuran, muhalif ve öteki olanı çöllere süren, yakan yıkan, yüzüncü yaşı bahanesi ile üzerinde ince hesaplar yapılan Cumhuriyet’in “dalya” demesine fazla bir zaman kalmadı.  Korunup kollanması, dirliği ve düzeni uğruna ve dahi “bekası” için geçen doksan küsur yıl içinde, ah ile vah ile, zulüm ile biat ile, umut ile düş ile nice ömürler bitti.  Nice kuşça canlar yitti.

Ol Cumhuriyet’in AKP markalı bir torna/planya tezgahında, biçimine içeriğine yeni bir ruh yeni bir suret verme çabası, uluslararası tekelci sermayenin ve yerli işbirlikçilerinin çıkarları yönünde önemli değişiklik ve düzenlemelere gidilmesi -olasılıktır belli bir plan ve program içinde- ısrarla, inatla sürüyor.  Aslında bu ameliyat, öyle pek de kolay olmuyor.

Egemenlerin ve onların akıl hocalarının işini zorlaştıran belki onlarca neden, onlarca etken, bir o kadar da denge var.  Kurulmuş gelen statükocu devlet mekanizmasındaki dişlilere yeni bir ayar,  farklı bir düzen verilmesi zaman alıyor.  Mevcut cihaz içinde hala yerini koruyan kimi kliklerin, onların siyasi arenadaki sözcülerinin yapılmak istenen düzenlemeleri kabulü sorunlu ve sıkıntılı gerçekleşiyor.  Örneğin MHP, devletin demir yumruğunun sayısını ve şiddetinin dozunu arttırması pahasına, sonuçta Kürt halkının daha çok katledilmesinin üzerinde yarattığı ırkçı rehavet ve nekro-hoşnutlukla, İslami restorasyonun yol almasına, işleyişine, işleyiş biçimine, önüne geçeni yutmasına sessiz kalıyor.  
Hatta onay veriyor.

Cumhuriyetin  -henüz ilk beş maddesi dillendirilmese de- İslamcı bir diktatörlüğe(x) giden yolda yeniden inşa edilmesi, bol dinsel motifli, gerici / muhafazakar bir kimlik, uhrevi bir soluk kazandırılması, toplumun omzuna basan üçlü sacayağı üzerinden olanca hoyratlığı, hak hukuk tanımazlığı ile sürüyor.

Kızgın sacayağının ilki, göstere göstere, ne kamuoyundan ne de dış dünyadan gizlenmeye gerek duyulmadan, ama kara propaganda ile de desteklenerek sürdürülen kirli savaştır… Engelli yurttaşından beyaz bayrak sallayanına nokta atışı yapan, savaş literatüründe “gayri nizami” olarak anılan kirli savaş Cizre’de, Sur’da, Silopi’de… Aslında her yerde… En başta, adından ötürü isi karası, öfkesi nefreti mekan sınır tanımıyor.

Hiçbir şey olmamış, olmuyormuşçasına günlük yaşamını sürdüren solcu dostlar da, sağcı mankafalar da başlarını kumdan çıkardıklarında, bu topraklarda başka bir dünyanın da mümkün olduğunu, sınırsız sınıfsız kardeş sofralarının kurulduğunu görecekler. Ne var ki şimdi rengine, diline, cinsine, yaşına bakmaksızın insan boğazlama, cadı kazanlarının ateşini harlatma ve isabetli tank atışlarının zamanı.  “Türk değilsen itaat et ” ağır nefret söylemi ile “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kabusu olurum” zihniyetinin birlikte yaptığı ölüm dansının en şehvetli, en kan kokan ve en karanlık günlerindeyiz.

Günlerdir sokak ortasında cansız bekletilen insanlık da, sözleri, itirazları boğazlarına tıkılan aydın insanlar da cümle alemin gözü önünde duruyor.  Kimi yoksul bedenler yalnızlığın ve sokağın soğuk nöbetini tutuyor kımıltısız.  Diğerleri kalemi, cübbeyi ve onuru bir kez olsun, bir an olsun yere komadan üniversitelerde umut nöbetindeler.  Bu, sokakta cansız yatanın yalnız ve sahipsiz olmadığına vurgu yapan nöbet, karşılıksız, boşuna bir nöbet değil elbet.

Öyle olsaydı, toplum bilimi, hiçbir zamanın ve mekanın, hiçbir koşulunda yalan ve şiddet üzerine kurulan devlet stratejileri,  insanlık tarihinde sürdürülebilir ve rasyonel politikalar olarak denizde bir katre kadar bile iz bırakmamıştır, diye yazmazdı.  Bunun ne menem bir şey olduğunu anlamak için uzak memleketlere, Spartaküs’e, Börklüce Mustafa’ya gitmeye gerek yok. Komşu kapı Suriye’de, Irak’ta patlayan politikalar, alay konusu olan hatalar ve gaflar yeni insanlık trajedileri yaratmaktan başka bir işe yaramıyor.  Şam’da namaz kılmak da, Fırat’ın batısı da masaldı, masal kaldı. 

En güzel, en naif sözler, bir Atilla İlhan şiirinden şarkıların güftelerine sıçramış, sanki oradan bize ironi yapıyor: Ne oyun kurucular, ne van münit’ler, ne kırmızı çizgiler sevdim.  Zaten yoktular.  
.   .   .   

Belanın ikincisi yıkım ve talan rüzgarları olarak, derelerin, ormanların, börtü böceğin, zeytin dalının,  sözcüğün en güzel, en yalın haliyle tabiat ananın üzerinde esmekte.  Daha şimdiden üçüncü köprünün ayaklarının ve bağlantı yollarının bulunduğu ormanlık alanlarda yüzlerce, binlerce ağaç katledildi bile.  IŞİD ruhu ile şahlanmış vahşilik baş da kesiyor, yaş da.  ODTÜ’ nün yeşil ve bakir alanları, oraları betonlaştırmak isteyen beton kafaların yedi gün yirmi dört saat rüyalarını süslüyor.  A.O.Çiftliği için aynı kara örümcek ağlarını hızla örüyor.  Bir gözü Karadeniz’de “Yeşil Yol”da.

Birkaç yıl öncesine kadar, en azından nezaket ve centilmenlik gereği, bir halt yediklerinde ya da bir kabahat işleyeceklerinde, durumu kurtarmak ve açıklık getirmek için “ileri demokrasi”, “çağ atlamak” filan gibi, büyük ama kibar laflar edilirdi. Özellikle Suruç, Diyarbakır, Ankara Tren Gar’ı katliamlarından sonra hayvan gemi azıya almış durumda. Mahkeme kararı, yasa, mevzuat hak getire; çözüm basit: “yeri geldiğinde koyun bir kenara”...  

Valileri, kaymakamları peşimizden, ensemizden hiç eksik olmadı.  Muhtarları üzerimize salacakları günler çok yakın olmalı…  
Toplumun “Yahudileri”, sivrilenleri, sosyalistleri çoktan götürüldü.  Sıra Urla’da zeytinini, Artvin’de deresini bekleyen, rüzgara karşı duran köylüde,  şantiyede aklı ile düşünen, aklı ile konuşup “tehlikeli” laflar eden demirci Arif Usta’da… 
.   .   .

Üçüncü şeytanlık da,  işgücünden başka satacak bir değeri, köleliğinden başka yitirecek başka bir şeyi olmayan çalışan insanların karaçalı misali paçalarına dolanmış durumda.

NATO savaş örgütüne, paranın yanardağı İMF’ye verilen bağımlılık ve itaat sözünün teyit edilmesi, neoliberal politikaların buyruğunda özelleştirme, kemer sıkma, işten atma, özcesi çalışanın başına çorap örme pervasızlığındaki ısrar, sınıfa doğrudan tehdit, şantaj, gözdağı, itiraz edene de basınçlı su ve biber gazı olarak yansımaktadır. 

Bu ısrarın içinde ne var?

“Ulusal İstihdam Projesi” adı altında işçi sınıfına ve emekçilere giydirilmek istenen deli gömleği elbette.  Ve elbette ‘Torba Yasa’ ile emeğin, tırnak ile diş ile kazanılmış haklarını gasp etmek.  Sömürmenin, egemenliği ve tahakkümü sürdürmenin, daha sorunsuz ve de zahmetsiz gerçekleştirilebilmesi için yasal düzenlemeler…

Neydi bu plan?  Anımsayalım:
·         Kazanılmış hak olarak bu güne dek uygulanan kıdem tazminatlarının orta vadede kaldırılması planı.
·         Asgari ücretin daha da düşürülmesinin önünü açacak “Bölgesel Asgari Ücret” uygulaması düşüncesi.
·         Esnek ve kuralsız çalışmanın, güvencesiz bir iş ortamının koşullarının yaratılması.
·         Taşeronlaştırmanın, taşeron sisteminin daha kolay uygulanabilir olmasını sağlayacak yeni hak kayıplarının devreye sokulması.
·         Çalışanın iş seçme iradesini “Özel İstihdam Büroları”nın insafına devredilmesinin yasal zemini hazırlayacak kölelik uygulamalarına geçilmesi.
·         Esnek ve kuralsız çalışmanın, güvencesiz bir iş ortamının koşullarının yaratılması.
İlk bakışta asgari ücret konusunda aksaklığa uğramış gibi bir yanılsama yaratabilecek olan sinsi plan, aslında bir bütünsellik içinde, adım adım -tabi ki yasal düzenlemeleri ile birlikte- hayata geçiriliyor.

İlk gündem maddesi, kıdem tazminatlarının en iyimser tahminle, kimin, nasıl denetleyeceği belli olmayan bir fona devredilmesi olan Üçlü Danışma Kurulu, ilgili bakanlığın bünyesinde “reform” saldırılarını masaya yatırmaya başladı.

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda onaylanan, doğum yapan kadın işçilerle ilgili olarak kısmi günlük çalışmayı meşrulaştıran, kuralsız ve esnek çalışmanın da yolunu açan yasa tasarısı, bizzat Sanayi Bakanı tarafından kutsanıyor.  Şöyle buyurmuş F.Işık: “Hem kadının istihdama katılımını sağlamalı, hem de çocuk yapmasının önündeki engelleri kaldırmalıyız. Bunu kısmi zamanlı çalışmayla başarabiliriz.” 

Kürt sorununda tabutlardan, “şehitlerden” medet uman, ölümler üzerinden kirli ve ırkçı siyaset üreten AKP kafası, çalışma yaşamında da, kadınları ve doğumları kullanarak kötü bir sihirbazlık numarası yapıyor. Yine bunu, tabut siyasetinde olduğu gibi egemen olduğu yazılı ve görsel basını kullanarak, kendisinden başka hiçbir insanın konuşmasına fırsat vermeyerek yapıyor.
Oysa -özellikle ilk etapta kadın işçiye-her alanda çalışan insanlara çok geniş, çağdaş, evrensel haklar getiriyormuş gibi kamuoyuna yansıtılan tasarı tam bir yanıltmaca, aldatmaca.   Bunu, kadın gerçeğini işine geldiği gibi kullanarak ve laf kalabalığına getirerek yapması son derece gayrı ahlakidir. Böyle olunca erkek egemen sisteminin cinsiyetçi, ayrımcı zihniyetinin bir kez daha kendini ele vermesine tanıklık ediyoruz. AKP iktidarı doğum iznini çarpıtarak,  kadın işçinin kadınlığını,  esnek ve güvencesiz çalışma politikalarına dayanak malzemesi, kaldıraç kolu yapıyor.
Tam bir laf ebeliği ile “çok bebek yap, az ama güvenli, yarı zamanlı çalış!” derken, doğum yapan kadınlara, onlar üzerinden de tüm çalışanlara esnek çalışmaya,  doğum yapmayan işçiye de güvencesizliğe zorlamaktadır.  Oysa, tasarıda bir lütufmuş, dört gözle beklenen müjdeli bir habermiş gibi sunulan “doğum izni”, çalışan kadınların en temel ve en insani hakkıdır. 
Sendikaların “ebeveyn izni” biçimindeki istemini dikkate bile almayan AKP kafası, “analık izni” biçiminde feodal ve cinsiyetçi bir ifade ile daralttığı doğum sonrası izinle, çocuğun bakımını yine anneye yüklemekle, kadına olan bakış açısını bir kez daha açığa vurmaktadır. 
Bir başka anlatımla, bebeğin/çocuğun bakımı konusunda, sorumlulukları kadının ve erkeğin eşit biçimde üstleneceği bir anlayış yerine, kadının rolü ‘eş ve annelik’ gibi muhafazakâr bir bakış açısı ile tanımlanıyor.  Böyle olunca, kadın odaklı hazırlandığı iddia edilen tasarı ile kayıt dışı çalışan milyonlarca kadın da görmezden geliniyor.
Ortaya çıkan çarpıcı sonuçlarsa:
·         Kamuoyuna ‘reform’, neredeyse ‘devrim’ olarak sunulan torba yasa tasarısı ile AKP, 2015 yılının ocak ayında hükümetin açıkladığı Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programını yasallaştırmasını amaçlaması.
·          ‘Yarı zamanlı olarak çalışılmaya başlanan günü izleyen ay başından itibaren normal zamanlı çalışılması halinde ödenmesi gereken sigorta primine esas aylık kazanç ya da emekli keseneğine esas aylık tutarının yarısı üzerinden sigorta primi ve emekli keseneği ödenir’ kesin ifadesi ile zaten çok uzun olan emeklilik süresinin daha da uzatılması ve neredeyse kadınlar için emekliliğin hayal olması.
·         Doğum sebebiyle esnek çalışacaklara ödenecek ücret günlük asgari ücretin brüt tutarı kadar olması. Bu tutar çalışanların ücretlerinden yapılan kesintilerin toplandığı İşsizlik Fonu’ndan karşılanarak, işverenin yükünün kamuya yüklenmesi. Tasarının bunun sürekliliğini sağlayacak önlemleri de içermiyor olması.
·         Tasarıda Süt izninin kaldırılmasını öngören esnek çalışma ile patronlar kadınlara yönelik süt izni yerine yarı zamanlı çalışma uygulamasını teşvik edecek olması. Bebeğin emzirilmesi işleminin, işverenin ya da işveren vekilinin keyfiyetine göre yer ve zamanda gerçekleşmesi. (Dikkat mobbing uygulaması!  Kırmızı alarm!)
·         Doğum sonrası aylıksız izin kullanan annelerin kademe ve derece ilerlemesinden yararlanamaması uygulamasını kaldırması nedeniyle olumlu gibi görülen düzenlemenin bundan önceki hak kayıplarını kapsamaması..
·         İzin döneminde ücret ve prim bakımından hak kaybı oluşmayacak gibi görülmekle birlikte uzun dönemde meslekte ilerleme, kıdem alma ve yöneticilik gibi tam zamanlı çalışmayı gerektiren nitelikli işlerde yükselme olanağı kadınlar için ortadan kalkması.
·         Doğum ve annelik nedeniyle yarı zamanlı çalışmayı kadınlar için bir tercih olarak sunan düzenleme, kiralık işçi uygulamasının yolunu açacak olması.

Kamuoyuna neredeyse “devrim” olarak lanse edilen torba yasa tasarı Meclis Genel Kurulu alt komisyonunda da görüşülüyor. İçeriğindeki maddelerin belirsizliğinin yanı sıra yanıltıcı, göz boyayan, olanı yok, olmayanı var göstermeyi başarabilecek kadar ustaca ifadeler var. Anlaşılan hükümet kanadı, işveren temsilcileri derslerini iyi çalışmışlar.
Konfederasyon ve sendika temsilcilerinin oyuna gelip gelmeyecekleri, hınzırca hazırlandığı belli olan tuzağa düşüp düşmeyecekleri önümüzdeki günlerde görülecek. Zira, özellikle sendikal bürokratik anlayışın bu konudaki karnesi, insanın yüzünü kızartan ibretlik notlarla doludur.
Yakın tarihte, emeklilik yaşının belirlenmesi ile ilgili yapılan görüşmelerde, sendikaların o günkü iktidarın ayak oyunlarına gelmesinin bedelini, her zaman olduğu gibi işçi sınıfı ve emekçiler ödemiştir. Yasanın çıkmasından sonra ortalıkta sorumluluk üstlenen, özeleştiri yapan, medeni cesaret sahibi tek bir sendika sorumlusu bulunamamıştır.
.   .   . 
Cizre’de olsun, ODTÜ’de olsun, Şişe-cam’da Urla’da, kıdem tazminatında olsun saldırı tek merkezden, tek kafadan geliyor. Son günlerde şiddetini arttırması da, İslami diktatörlüğün kurumsallaşma sürecindeki temponun hızlanmasındandır.  Yaklaşmakta olan buzdağı tehlikesine,  İslamcı diktanın topyekun saldırısına karşı topyekun mücadele... Bu da ancak tüm ilerici, demokrat muhalefet güçlerinin, yine geniş bir halk cephesi içinde bir araya gelmesi, baskıları birlikte göğüslemeleri ile olası gibi görünüyor.

Hasan Oğuz Bilgen, 30.01.2016, Soğukkuyu.
hasanoguzbilgen@yahoo.com.tr


(x) Bu yolun yolcuları bu sözcüğü cilalayıp yumuşatarak “Başkanlık Sistemi” diyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder