5 Şubat 2016 Cuma

BİR İŞÇİ AİLESİNİN FOTOĞRAFINA BAKMAK



Bir fotoğraf karesindeki insanların düşünceli hallerinin, objektife bakan gözlerindeki derinliğin, oradaki hüzünle bulutlanmış kaygının, sevgili ülkemin ve ülkem insanının içinde yaşadığı koşulları bu denli yakıcı ve çarpıcı biçimde resmedebileceğini, inanın fotoğraf ustası Ara Güler'den duysam inanmazdım.

BİR İŞÇİ AİLESİNİN FOTOĞRAFINA BAKMAK

Olumlu ya da olumsuz, herkesin kendi düşüncesi ve yorumu yönünde, kabahatli ve kötü insanın gözyaşları üzerine bir çift sözü vardır;  olmalıdır.  Kötü insanın ya da adı kötüye çıkmış birisinin gözünden gelen damlalara, neden “timsah gözyaşı” dendiği, doğrusu pek anlaşılır değil.  Her ne olursa olsun kalitesiz bir insanın,  ancak bataklıkta av peşindeyken sertleşen, saldırganlaşan bir hayvanın adı ile anılması,  o hayvana yapılmış bir haksızlık, hatta hakaret olarak görülebilir. Öyle ya, -ilgisi yok değil var-  oligarşik yönetim özentisi İslamcı neoliberallerin işine geldiği yerde, ustaca  -özür diler gibi yaptığı- serbest liberal ekonominin post modern zamanlarını yaşıyoruz hep birlikte. Durum böyle olunca da cüretkar ve patavatsız siyasiler sayesinde, hani şu armudun iyisini seven hayvanımıza yapılan haksızlıkların, hakaretlerin ölçüsü de kaçıyor. 

Kasımpaşa’lı Başefendi’nin sıyırması ve dahi kıvırması zor çetrefil durumlarda yüzünde hep ağlamaklı, kırık dökük bir ifade… Her an bir “Nevzat ÇELİK şiiri” okumaya hazır. Aportta adeta Bu çok özel haller dışında kalan zamanlarda kuyruğu dik, üstüne varılmıyor. Heyhat!  Celalleniyor, her fırsatta alanlarda olsun, ekranlarda olsun esiyor, yağıyor, kükrüyor… Nerede ve hangi zamanda bir yanlışının, biat ekibinden bir rezaletin ortalığa saçılacağı belli olmadığı için de, tam da bu nedenden, genellikle “hizmet” yorgunuymuş, bu yüzden, o da ‘hata yapabilir’miş gibi çokça mağrur, çokça ‘hatasız kul olmaz’ pozlarında… Büyüklük affetmektir, kimseyi birbirinden ayırmıyorum, hepinizi düşünüyorum imalı bilge tavırlar, bakışının, sırıtışının ve beden dilinin her kıvrımına, kırışıklığına sinmiş durumda.

İçinde hiç insan gerçeği, insan sıcağı ve en küçük bir duygu kırıntısı olmayan,  çektirilen eziyetlere, yapılan haksızlıklara, itmelere, kakmalara ve itibarsızlaştırmalara değinmeyen dolaylı dolambaçlı özürler diliyor, masum rollere giriyor son günlerde. İşin aslına bakılacak olsa, aynı derenin taşı ile birden fazla kuş vurmak istediği anlaşılacak…  Sözün özü; şunu demek istiyor:
“ Sizi ben düşünür, hakkınızı hukukunuzu ben savunur, ben korurum. Sizin düşünmenize, aklınızı yormanıza, aranızda tartışmanıza, bu amaçla bir araya gelmenize, örgütlenmenize, maazallah bir yerlere üye olmanıza filan hiç gerek yok.”

On yıllar boyu uygulanan yıldırma ve asimilasyon politikalarına, dayatılan onca zulme, şiddete, tehcire, katliamlara karşın, üç maymun oyununu kendi çapında başarı ile oynayan geleneksel devletin, şimdilerde sofraya sunduğu karışık “ileri demokrasi”sinin “soğutma”,  "etkisizleştirme", ”safa/hizaya çekilemeyeni nötrleştirme” taktikleri büyüteç tutulmayı hak ediyor doğrusu. Modern zaman kıvırmaları ve ikiyüzlü çıkışlar bunlar... Akıl tutulmasına uğratmayı becerdikleri insanların son düşünme merkezlerini de beyinlerinden sonsuza dek söküp alabilmek için, algılama kanallarını tümüyle dumura uğratmayı hedefleyen en yeni manipülasyon yöntemleri revaçta…

Ve herkes durduğu yere, yanında olduğu sınıfın bakış açısına göre bir şeyler söylüyor. Akıl almaz, vebali büyük kabahatlerden sıyrılma becerisi, böyle kıvırmalı günah çıkarmalarla sürünce, zihinlerdeki yanılsama daha da derinleşiyor elbette. Ülkenin dününde bu gününde, oligarşik yapılanmanın gelmiş geçmiş iktidarlarının boyunlarında asılı duran veballer, ağır günah zincirleri gibi. Yoksul evlerde sessiz bir hıçkırık… Hüzünlü bir iç çekiş ve gözyaşı… O kadar çok ki!  Kan ve barut kokusu sinmiş o kadar çok ayıplı, kamu vicdanını yaralayan olay var ki!

Soğuk esintisinin çoğunlukla kanımızı donduran yalan rüzgarlarından, vahşi kapitalizmin demir pençesine direnen bir işçi ailesinin profiline dönelim biraz da.  Köreltilmeye çalışılan duygu ve algı kanallarımızı daha canlı ve diri tutabilmek için…

İlk kez bakıldığında günlük yaşamın sıradan /tekdüze akışı içinde, mütevazı bir sigorta hastanesinin yine sıradan bir hasta ziyaretinde çekildiği sanısına kapılıyorsunuz. Türkçe ders kitabındaki “Bakmak-Görmek” konusunun, yıllar sonra  -hiç de beklemediğiniz yerde ve zamanda- tekrar karşınıza çıkmasına şaşırmaktan kendinizi alamıyorsunuz.  Neredeyse üzerine eğilip, kilitlenmiş bakışlara durgun yüzlerdeki belirli belirsiz çizgilere, izlere dikkat kesildiğinizde, sanki bir o kadar derinleşiyor, tek boyutlu bir görüntü olmaktan çıkıyor.

Çok değil birkaç dakika içinde sizi, birbirlerinden çok farklı duygulara, yanılsamalara sürükleyen şey, emek dostu bir gazetenin çalışma yaşamı-ekonomi sayfasında çıkan bir fotoğraf fotoğraf… Bu fotoğraftaki insanların düşünceli hallerinin, objektife bakan gözlerindeki derinliğin, ülkemin ve ülkem insanının içinde yaşadığı koşulları bu denli yakıcı, çarpıcı biçimde resmedebileceğini inanın fotoğraf ustası Ara Güler’den duysam inanmazdım.
 .  .  .

Sevgili ülkemin vahşi, ilkel, zorba çalışma yaşamının acımasız koşullarında karın tokluğuna çalıştırılan ve sudan bahanelerle işten atılan, es kazara iş kazasına kurban gitmese de, meslek hastalıklarının pençesine düşen yüzlerce binlerce sigortasız işçinin trajik öyküsüne, devrimci sosyalist basın dışında pek rastlayamazsınız. Bu yakıcı öykülerdeki insan profillerinde, kanlı sistemin ve onun işbirlikçi para babalarının ısrarla örtbas etmeye çalıştığı, ülke gerçeklerinin insanın içini acıtan, ürperten ayrıntıları saklıdır.

Ayrıntılarda öylesine bakışlar, duruşlar, yani öylesine kareler vardır ki; şaşarsınız, daha dikkatli baktığınızda içiniz üşür, örselenirsiniz. Bir yerlerinizde yeşil bir dal kırılmış gibi olur.

İzmir-Menemen’de sendikalı olarak güvenli koşullarda sağlıklı çalışmayı değil, işverenden sekiz (8) saatlik işgünü kuralına  -yanlış duymadınız- uymasını istedikleri için, işten atılan Savranoğlu Deri işçilerinin direnişi 258 günü geride bıraktı. İşverense Menemen Savranoğlu Deri İşletmesi’nde  -o günkü tarih itibari ile- üretimi durdurduğunu açıkladı.  Tabi ki, işçiler direnişe devam edeceklerini ve işyerinden ayrılmayacaklarını bildirdiler. İlerleyen günlerde işverenin,  yine kendisine ait olan İstanbul’daki Tuzla Kampana Deri İşletmesi’nde üretime devam edeceğinin duyulması üzerine İstanbul’a giderek oradaki sınıf kardeşleriyle birlikte dayanışma içine girdiler. Böylece haklı mücadelelerini dayanışma ruhu ile Tuzla’ya sıçratan Savranoğlu deri işçileri, gündemden düşmemek ve tedbiri elden bırakmamak için Menemen deki işyerinde de mücadeleye devam edeceklerini bildirerek yılmadıklarını yılmayacaklarını dosta düşmana kanıtlıyorlar.

Çevre ve işçi sağlığını hiçe sayan Savranoğlu Deri’deki dayatılan çalışma koşulları, keyfi işten atmalar, deri iş kolunda ortaçağ koşullarının gün doğumundan gün batımına kadar çalışmasını anımsatan günümüz vahşi kapitalizminin somut bir kanıtı gibidir.  

Aynı fabrikada yakalandığı astım hastalığının ödülü olarak işten atılan Sevinç hanımın ilk bakışta objektife bakıyormuş gibi gelen gözlerini, o hastane ziyaretinde ölümsüzleştiren gazete, günlük Evrensel gazetesidir. Aslında Sevinç hanım yüreklerimize, vicdanlarımıza değen gözleri ile derinlere, çok derinlere bakmaktadır. Hastane odasında ölümsüzleştirip, tarihe not düşen gazetenin haber başlığı, haklı olarak “İş Göremez Hale Gelene Kadar”dır.

Havalandırma sistemi olmayan deri fabrikasında, asitli ortamın zehirli kimyasal gazlarını soluyan işçilerin hemen hepsinin solunum yolları sorunu vardır; birçoğu astım hastasıdır. Sevinç hanım da bu meslek hastalığının kurbanlarından biridir. Bu yüzden bu denli dalgın bakan hüzünlü gözlerindeki ifade,  biraz  “Çalış, çalış... Karşılığı bu mudur? ”,  biraz da “Hoş, hakkımızı arasak da devletin vereceği tek şey:  Biber Gazı…” gibidir.  O bir işçi, hem de bir kadın işçi... Üstelik bir ana.  O nedenle hastane odasından, meslek hastalığı astım illetini başına bela edip, üstüne üstlük kendisini aştan, işten ve sıcak bir yuvadan mahrum bırakanları bağışlamış gibi bakıyor. Her şeye, kendisine, ailesine yaşatılan olumsuzluklara karşın, yine de gözlerindeki iyimserlik ve sevecenlik çok açık… Bu durum, onun bir insan olarak büyüklüğünden, insan sevgisi ile dolu, kocaman bir yüreğe, engin bir vicdana sahip olduğundan ve bir kadın işçi olarak da anaçlığından geliyor.

Eşine gelince:  Aynı fabrikanın yaşattığı aynı sorunlarla  -elbette bu günlerde de işsizlikle- cebelleşen Cavit beyin objektife bakarken, ülkenin içler acısı ekonomisinden, toplumdaki kanayan sosyal yaraları gördüğü, açlık, yoksulluk, işsizlik gibi yakıcı, somut gerçeklerden derinden etkilendiği bir gerçek. Sevinç hanıma göre biraz umutsuz bakması bu yüzden… Onun gözlerinden süzülen durgunlukta, biraz küskünlük, biraz kırgınlık, çokça da ciddi bir duygusal kopuş ve kırılganlık, yabana atılmayacak şiddette bir umutsuzluk var.

Kızları Tuğçe ise, her şeye, tüm yaşanan olumsuzluklara karşın geleceğe olumlu ve yapıcı bakabilen, sevgi, umut dolu bir öğrenci. Annesinin astım hastalığının, babasının iflah olmaz umutsuzluğunun nedenini biliyor olsa bile, hem yaşanan olaylara, hem de geleceğe umutla, sevgiyle bakmak istiyor besbelli. Bundan başka bir yolun, bir çıkışın olmadığını düşünüyor olması olası. 

Kapitalizmin vahşi sömürü düzeninin ailesini ve kendisini açlığa, sefalete, mutsuzluğa ve umutsuzluğa sürüklemesine, meslek hastalıklarının pençesine terk etmesine karşın, Tuğçe gülümsüyor. Gözbebekleri de, yüreği de pırıl pırıl… Lekesiz ve dahi tertemiz.  Onun, bu sevgi ve gelecek dolu gözleri, yüreğimizi delen, içimize işleyen bu genç bakışları, emekçi halkımızın pes etmeyen, hangi koşullarda olursa olsun, ne ilk ne son bakışları olsa gerek. Yine o parlayan, ışıldayan gözler, ülkemizin aydınlık yüzlerinin, açlığa ve işsizliğe direnen onurlu insanlarının gözleri.  Pırıltılarında biraz sitem, düş kırıklığı, biraz hüzün, daha çok da haklılıklarının ayırtında oluşlarından, buna karşın yalnız, güçsüz bırakılmışlıklarından gelen bir burukluk, insanı bilemediği bir yerlerden, bir yerlerinden rahatsız eden, sıkıntı veren bir suskunluk var.

Ormanların, derelerin, insan emeğinin, kadınların katledilmesinden, çocukların öğrencilerin geleceklerinin karatılmasından, birinci dereceden sorumlu olan İslamcı siyasal zorbalığın, bu gözlerdeki umutsuzluğu ve küskünlüğü görebilmesini, o insanlar için esastan ve gerçekten bir şeyler yapmalarını beklemenin nafile olduğunu bilenlerdeniz.
  
Babası ile birlikte taranarak katledilen Uğur Kaymaz, hala çok uzağımızda değil… Orada, meranın yeşil zemininde upuzun yatıyor.  Çocuk bedeninden yaşadığı yılların sayısından fazla, tam on üç adet “ileri-demokratik” mermi, tam on üç adet “Yeni Türkiye”nin yasal ve “gelişmiş” mermisi çıkmıştı da, bu konudaki namussuzluğu ayyuka çıkmış yalaka basında, bilmem kimin silikonları kadar haber değeri olmamıştı. Uğur’un beyaz yakalı, önlüklü okul fotoğrafındaki  -sanki soran, sorgulayan- bakışları, şu memlekette kaç insanın zihninde ne kadar, hangi çapta iz bırakmış, göğüs kafesini daraltmıştır. Yaşının, başının çok üzerinde ve ötesinde olan o bakışları merak eden, vicdanına güvenen varsa,  üşenmesin, bulsun bir kez daha baksın…

İçimizi daraltan bir tek Uğur Kaymaz çocuğu mu?  Ya, kirli savaşın bu denli vahşetinin ve barbarlığının hangi kar ve talan hırsından kaynaklandığından, böylesi bir düşmanlığın ve nefretin nasıl bir beyinden, DNA yapısından geldiğinden, gelebileceğinden habersiz, sıska bedeni havan mermisi ile parçalanan Ceylan Önkol çocuğunun, gözbebeklerindeki delip geçen nazar?  Ona ne denir?  O boncuk gözlere, tek bir kelam olsun söylenebilecek bir söz var mıdır?  “Van minüt” uyduramadık, “eksküizmi” verelim!..  Nasıl bir “pardon”, hangi pişkin özür dindirebilir iç sıkıntınızı?  

“Bir yanlışlık oldu, aslında o havan mermisi üretilmeyecekti…”
“Orada, koyunlarını otlatan küçük bir kızın olduğunu bilseydik…”
 
Ya, kocasının boğazladığı Güldünya ile yüzleşebilecek “mangal” bir yüreğin sahibi miyiz? 
Yakılmazdan çok değil, dakikalar önce Madımak Oteli’nin iç merdiveninin basamaklarına sakince çökmüş, sessiz dalgın oturan Hasret Gültekin’in korkunun zerresini bulamadığınız cesur gözlerine, katledilmezden önce gazeteci Metin Göktepe’ye neler söyleriz?
 
Onlar da tıpkı Uğur gibi, Ceylan gibi, -son kez baktıklarını bilmeden- bakmışlardı objektife…
Oradan vicdanlarımızın en ücra köşesine, yüreklerimizin en ulaşılmaz sanılan kuytuluğuna
ulaşan, atılmış, koyuverilmiş adamakıllı bakışlardı her biri.

Sivilleşmekle, demokratikleşmekle, ülkeyi askeri vesayetten kupkuru, işe yaramaz resmi kalıplardan kurtarmakla böbürlenen bir başbakanın, hiçte sivil ve barışçıl olmayan ses tonu ve söylemlerle, her fırsatta her önüne gelene efelenmesinin, insan hakları ve demokrasiyi hiçe saymasının, işine geldiğinde kuzu postuna bürünmesinin kendisine ne denli veballer yüklediği şimdiden tarihinin hafızasına yüklenmiştir.

                                            
                                                              Hasan Oğuz Bilgen, 01.12.2011, Üçpınar Köyü.
                                                              Güncelleme 05.02.2016, Değirmenaltı Soğuksu



Haber Tarihi: 12.02.2011
Haber Editörü: Özgür Medya
Haber Kaynağı: Özel



  


Yazarın Not Defterinden: 

·         Savranoğlu İşçileri başta olmak üzere, sendikalı sendikasız işçiler, işsizler, emekçiler, olumsuz ve güvensiz çalışma koşullarına, taşeronlaştırmaya,  sendikasızlaştırmaya, bölgesel asgari ücrete, özel istihdam büroları, kısmi zamanlı esnek çalışma  yalanına, işten atılmalara, kıdem tazminatı fonu batağına direndiği bu günlerde, DİSK, KESK,
TMMOB ve TTB’nin düzenlediği “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Kongresi”, 02.12.2001 günü, Ankara-İnşaat Mühendisleri Odası’nda toplanıyor.

·         07.04.1978 tarihinde faşist çetelerce vurularak felç olan, yılmayıp İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde verdiği Uygarlık Tarihi dersleri ile, demokrasi, insan hakları ve aydınlanma kavgasını sürdüren bilim insanı, hukukçu, ilerici, demokrat, aydın insan, sevgili Server Tanilli hocamızı yitirdik. Başımız sağ olsun.                    


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder