16 Nisan 2016 Cumartesi

17 NİSAN KÖY ENSTİTÜLERİ'NİN ANISINA

17 Nisan 1940 
Köy Enstitüleri'nin Kuruluş Yıldönümü Üzerine


Anadolu'nun bozkırında yalnızlıkta açan kır çiçeklerinin, tüm Köy Enstitülü öğretmenlerimin anısına…



O, BİR KÖY ENSTİTÜLÜ İDİ.

Orada ılık ekim yağmurları altında ürperdiğimiz, sonrasındaysa hastalıkların yorduğu zayıf bedenine sarılıp çökmüş yanaklarından ve iki ellerinden, bir daha öpme mutluluğuna erişemeyeceğimiz talihsiz bir gündü. Çatısı akan basit, mütavazı emekli evinde son soluğun verilmesinden toprağa veriliş anına dek, uzun saatler bir çeşit korunma içgüdüsüyle arkasına gizlendiği hüznün perdesini “ Elli yıllık yol arkadaşımdı.” sözü ile aralamıştı.

Sevgili annemin üniversite hastanesinde yattığı uzun zamanlardan ve giderek ağırlaştığı son günlerinden bu yana, içinde düştüğü sıkıntılı, ağır durumun koyu renk tonları ile gölgelenen yüzü, insana sonu gelmeyecek, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen suskunluğunu bozup konuştukça ışıdı.  Giderek aydınlandı.

“ Onunla yıllar boyu ne çok şey paylaştık. Yanımda olmasaydı, bana moral ve omuz vermeseydi, köy yollarında ardımız sıra el sallayan mutlu, umutlu ve aydınlık yüzlerindeki iki gözleri çakmak çakmak parlayan, kendisine ve bilgisine güvenen, okuyan, çalışkan, üretken çocuklar bırakamazdım…”  Böyle demişti gönenerek.

Onca eğitimciliğine, enstitüde öğrendiklerine, orada kazandığı deneyimlerine, becerilerine, kendince iyi bir hayat insanı oluşuna karşın, karşısındakine nasıl da ellerinden tutulmaya, yardım edilmeye gerçekten gereksinimi olan  -hak etmediği kaba deyişle- nasıl da düşmüş, düşkün ve acınası bir insan izlenimi veriyordu. Toplumun insana yakıştırdığı ve zorunlu gördüğü son dinsel tören için hazırlanmış çukurun başında dikilirken, onu yuvadan uçmayı denediği daha ilk gün düştüğü soğuk zemin üzerinde titreşen, tüyü bitmemiş yavru kuşa benzetmiştim. Annemizin bizlere en son vedasının ruhumuzun derinliklerine bıraktığı acı, bu acıyla birlikte gelen kimsesizlik ve kalakalmışlık duygusu karşısında bile yine de insanı şaşkına çevirecek derecede soğukkanlı idi.

 “Elli yıllık yol arkadaşını” ıslak bir ekim günü çıkarmıştık son yolculuğuna. Düşüncelere dalmış başlarımızın üzerinde telaşlı devinimlerle dolanan, sonra hızla uzak yerlerde kümelenen, sabırsız güz yağmurlarını yüklenmiş sıkıntılı bulutların mavi kara yansımaları…

Omuzlarımızda, ince uzun çakılı tahtalarının aralıklarından kendisine özgü ve o ana dek başka hiçbir yerde karşılaşmadığım günlük tütsüsünün mistik havası insanın içini ürpertirken, diğer yandan kesif gülsuyu, defneyaprağı ve çörekotu kokularının geldiği ahşap tabut…

O an için geçerli bir anlam yükleyemediğim ahşap korumanın yanılsamalı, gerçeküstü, gerçekdışı ağırlığı altında, ölüm gerçeğinin yüreklerimizi akkor ateşlerce yakmasının her geçen an içimizde büyüttüğü, içimizi acıtan bir boşluk, bir yokluk duygusu ile yarım yamalak bir alacakaranlıkta ilerliyorduk. Üzerimize doğru artarak öbekleşen, hızla kararan bulutların telaşı ve uzaklarda yağmur suları ile yıkanmış parlayan dağların ardında belirsiz aralıklarla çakan şimşekler…

Tuhaf bir sessizlik içinde insanı rahatsız edecek denli bir suskunluk ve durgunluk havasında usulca ilerlenen ve geleneksel alışkanlıklardan kopmadan nihai amacına ulaşmayı hedeflemiş sıradan bir cenaze ritüeliydi bu. Sabahın erken saatlerinde son hazırlığı tamamlanmış gömütlüğe vardığımızda daha demincek ne yapacağı kestirilemeyen, homurdanan, kavgacı hava birdenbire açılıvermişti.

Alışılmış törenin son sahnelerinde, yaşamın son bulduğu o ıslak, keskin toprak kokulu çukurun içindeki birkaç kişi şaşılacak bir doğallık ve rahatlıkla görevlerini yerine getiriyordu.  Enstitülü babamın insan emeğinin yüceliğini ve çalışan insanın üretkenliğini merkezine koyan yaşam felsefesine inanmakla, öğütlerini tutmakla, söylediklerini yapmakla ne kadar da doğru yapmışım.  Orada, o taşlı çakıllı toprak yığınının başında, iyi ki onun oğlu olarak doğduğumu ve düşüncelerini paylaşmış olmakla ne kadar şanslı olduğumu düşünürken yakaladım kendimi.

Az önce çatık kaşlarıyla çalım satan, tehdit eden bulutların işimizi kolaylaştırmak için, bir anda uzaklarımıza, gözlerden ırak köşelere çekilivermesi, kendilerini içinde bulundukları durumun törensel atmosferine kaptırmış topluluğun ilgisini çekmekten hayli uzaktı. Fikri Hoca’nın öğretmenlik yaşamının, ruhunu Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde aldığı eğitimciliğinin iyi kötü günlerinde hep yanında, ona destek olmuş “hayat arkadaşını” kendi halinde bırakıp oradan ayrılma zamanı geldiğinde, yağmur yine sersem sepelek, ardından iri damlalar halinde hoyrat patırtılarla tekrar yağmaya başlayacaktı.

Diğerlerine göre daha fazla gururlu oluşu, kendine özgü duyarlılığından, ince ruhlu oluşundandı. Bu yüzden anlaşılmamasına epeyce çaba harcadığı, ne var ki yüzüne daha ilk bakışta ayırt edilmesini önleyemediği yüreğinin yükü, tepemizde gezinen dolu dolu bulutlarla eşdeğerdeydi. Ruhunun inceliğinde, yufka yüreğinin kenarında köşesinde olup bitenin, kopan kasırgaların, altüst oluşunun, savrulmalarının her anının en küçük karesinin ayırtındaydım.


O, bu kırılıp dökülmeleri yaşarken, oradaki topluluğun, dost-akrabanın arasında kendimi etkisinden kurtaramadığım, istediğim halde içinden çıkamadığım bir belirsizlik içindeydim. Orada sanki sadece ikimiz vardık!  Bir de hemen ardımızda, neredeyse bir ömür boyu süren iflah olmaz sayrılıklarının verdiği yorgunluk ve yıpranmışlıkla çoktan derin ve huzurlu uykuların kollarına kendisini teslim etmiş olan yaşlı kadın.  Annem… 

Orada, her ikisinin yanında sessizce durmuş;  artık uğurlanan ve de umutları son bulmuş yolcunun bindirildiği trenin hareket etmesini ve ardından yitip gitmesini bekliyordum. Kurgusu yüz binlerce, milyonlarca kez yaşanmış deneyimden gelen tekdüze gömütlük ritüelinin kaderci havasına çoktan girmiş olanların hatırı sayılır çoğunluğunun, sözcüklerini yakalayamadıkları, anlamını bilmedikleri bir dilde uzun uzun okunan duaların verdiği can sıkıntısını belli etmemek için nasıl çabaladığını ilgiyle ama göz ucuyla izliyordum.

Fikri Hoca, merak edenlerimizin siyah beyaz fotoğraf arkalıklarından, canlı tanıklarının, yaşayanlarının anılarından, sözlü öykülerinden, yazdıkları öz yaşam öykülerinden, anı-romanlarından, bir yanı hep eksik kalmış çok az sayıdaki film ve belgesellerden öğrendiğimiz Köy Enstitülerini yaşamanın, havasını solumanın, odun ateşinde karabuğday ekmeğinin tadına varmanın ayrıcalığını bizzat yaşamış ve duyumsamıştı. Bense yeniyetme on dört yaşımın şimdi anımsayamadığım belirsiz bir gününde, ödevlerimi yaparken başıma gelerek önüme bıraktığı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanını onun sayesinde okumuş olmanın mutluluğunu tadabilmiştim sadece.

En küçük çalı çıtırtısının, kuşkanadının değdiği yeşil daldan çıkan taze ve kırılgan yaprak kıpırtısının kulağıma ulaştığı köyün ıssızlığında, toprağa sinen yağmurun içimizi açan mis kokusu duygu sağanağımıza karışıyordu.  Kızılçullu Köy Enstitüsü'nün ağırbaşlı ve arkadaş canlısı öğrencilerinden olan iki emekli öğretmen de, az ötemizde kımıltısız beklerken, yaşanan anın canlı tanığıydı. İkisinin de başları nasıl da dimdik ve aydınlık, alınları açık, her ikisi de nasıl onurlu ve güleç, ne kadar sevecen ve tertemizdi.
    
Şimdilerde İzmir'in Şirinyer semtinde -besbelli ki NATO amaçlı- ama her nedense "Orgeneral
 Vecihi Akın Kışlası” adı ile kullanılan, o zamanlar birkaç taş binanın ve geniş toprakların bulunduğu bölgeye ulaştıklarında, ellerindeki bez torbalarda köy ekmeğinin sertleşmiş dilimleri, acı çekişte, tuzlu kara zeytin, kurumuş yufka ekmeği vardı.  Bir de beraberlerinde getirdikleri kırsalın yokluk ve yoksunluk havası, nergis kokulu bereketli ovaların, zambakların, dağ lalelerinin tepelerce yayıldığı bayırların ürkek, şaşkın ve ıssız bakışları… Aynı günlerdi…  Birbirlerinin başlarına yerleşmiş bit öbeklerini sabırsızlanmadan bekleyerek sıralarını, tek tek bıkıp usanmadan yine kendi elleriyle ayıklamışlardı.  

Sonra kendileri gibi birbirine yakın günlerde okula gelen diğer çocuklarla tanışıp kaynaşmışlar, hısım akrabalıktan, karındaşlıktan öte,  yol arkadaşı, gönül yoldaşı olmuşlardı.  İşte o katışıksız, o temiz, sımsıcak günlerden diplomalarını aldıkları güne, oradan göz ucuyla birbirlerini kolladıkları şu gömütlüğün acılı buruk anına dek birbirlerini bir daha hiç bırakmamışlar. Tıpkı Enstitü günlerde olduğu gibi… Birbirlerine hala gönülden gönüle, yürek yüreğe yaşattıkları derin, sarsılmaz ve de güçlü kanallarla, yaşlandıkça eskittikleri, ancak gelgeç ilişkilerle tüketmedikleri ve asla yıpratmadıkları bağlarla bağlıydılar.

Şimdi örtülüp boylu boyunca upuzun yığılmış, fazla olanlarının kenarlara saçıldığı taze toprağın etrafında, iki ellerinin avuç içleri yan yana ve yüzlerine dönük biçimde, her birinin dudaklarında anlamlarını bilmedikleri duaların mırıltılarıyla son görevin son dakikalarını yaşayan kalabalığın biraz uzağında şahince izlemeye almışlardı Fikri Hoca'yı...

Hani, nemli gözlerini diktiği toprak yığınının amber kokusunu solurken, tozlu köy yollarına alışık dizlerinin bağı aniden çözülüverecek olsa…  Kalabalığın üzerinden süzülüp yere düşmesine izin vermeden, kollarıyla sarıvereceklermişçesine hazırda… İşte öylece uyanık, atik ve de delikanlı bir duruşları vardı. 

O ise, daralan yüreğinin uçurumlarında esen hırçın rüzgarlarla, inatla biat etmeden, duasız, inançsız ve rüzgara karşı, ısrarla aykırı, dudakları bıçakla açılmaz, suskun ve kıpırtısızdı.

Tanımı güç, tuhaf, uğultulu an, zaman sarkacının salınımlarının ağırlaştığı, insana, geçmişe ve yaşanmışlıklara dair kafalardan geçen siyah beyaz fotoğrafların donuk bir görünüm aldığı, silikleştiği, anlamsızlaştığı ve flulaştığı bir mekandı. İnsanları bir an önce oradan ayrılarak işlerine güçlerine, evlerine dönme duygusunun sardığını anlıyordum. Üç Enstitülü ve ben, bu erken, bu sıradan ve bu bencil duygunun çok ama çok uzağında, belleklerimize yazdığımız bizi onurlandıran ortak değerlerimizin tadını damıta damıta, yaşaya yaşaya çıkarıyorduk. 

Bu kararlılık ve direnç gösterisinde onu ele verense, önceleri nemlenmekle kalıp sonradan ıslanmalarını engelleyemediği yeşil gözleri olacaktı. Bir de sanki üşümüş, uyuşmuş da ısıtmak ve rahatlatmak istermişçesine sürekli ince uzun parmaklarını ovaladığı elleri...  Ayaküzeri tüketilen, kalan son dakikalarla sınırlı, dar, kasvetli zamanda, derin bir iç huzuru arayan gözlerimizle birbirimizi anlıyor oluşumuz,  birbirimize kaçamak bakışlarımızdan, gözbebeklerimizdeki pırıltılardan okunuyor, anlaşılıyor olmalıydı. Yaşamı boyunca tanığı olduğu olayları, biriktirdiği deneyimlerini, bilgilerini, köylerde çocuklarla ve insanlarla paylaşan yüreğini ortaya koyan insan, o an, oracıkta kahretmişliğini, yalnızlığını ve kederini paylaşmakta nasıl içine kapanık, nasıl da bencildi!?  

Kendi deyişiyle “çapar” gözleri, insana yapayalnız kalakalmışlığı iliklerinde duyumsatan eski gömütlüğün taş duvarına yakın bir kuytulukta yağmur altında ıslanan, dalları mora çalan kırmızı, bordo çitlembiklerle ağırlaşmış karaağacın yaşlı gövdesine takılı kalmıştı. Yaşlı belleği ise yüksek ve kalın dallarından birinde, bıçkın köy delikanlılarının babalarının kullanılmayan hayvan koşumlarından aşırdıkları urganlarla kurdukları, yüksekliği küçükleri ürküten salıncağa…

Ağacın iki yanına dizilmiş, uzun ve düzenli salınımlar yapan salıncağı coşkuyla izleyen kızlı erkekli öbekler, uzaktan uzağa birbirlerine tertemiz duygular ve kaçamak gülücüklerle göz süzmelerde… Uzak, yüksek dallara değebilmek için kendilerini sallayanları, meydan okuyan seslenmelerle yüreklendirmeye çalışan, kanı kaynayan cesur biniciler çığlık çığlığadır.  Aşağıdakilerse gülümseyen gözlerle salıncağın sırasının kendilerine gelmesini bekleşirken sabırsız…

İçlerinden bıyıkları yenice terlemiş yeniyetme günlerinde olanları ise, kendilerini izleyen gül yanakları al al, birbirlerini dürtüp kıkırdaşarak kendi aralarında dalgalanan, çocukluktan yenice kurtulmuş köy kızlarına caka satma yarışında. Renkli bir cümbüş havası içinde kaynaşan genç kalabalıkta, allı güllü entarileri ile yerlerini almış taze gelinlerse, ele avuca sığmaz delişmenlere bakıldığında, kayda değer ölçüde daha ağır, daha ölçülü, kendilerince özgün, yaşlarına ve konumlarına uygun sakınganlıktadır.

*   *  *
Kederini paylaşmakta nasıl da içine kapanık, nasıl da bencildi. Başlarımızın üzerinde bir garip kuş dönüp duruyordu.  Sonra gidip karaağacın en uçta, en ıssız, en kıyıda kenarda dallarından birine konuyordu.

Telaşlı devinimlerle, sanki tuhaf bir karmaşa içinde hızla bir araya gelen,  mavi kara tonlarda, tekinsiz bulutlar tarafından kuşatılıyorduk.  Onu, yorulmak yakınmak, pişmanlık ne kelime;  pes etmek, yılmak nedir bilmeyen o köy öğretmenini çok iyi tanıyordum. 

 *   *  *
“An geldi; sıkıntı sona erdi. Kükreyen duran, ne zaman ve nereye çökeceği belirsiz hoyrat hava durulmuş, kara bulutlar dağılmıştı. Güneş açtı; onunla birlikte erik ve badem çiçekleri, papatyalar, ortalığı yangın yerine çeviren kırmızı laleler, alev alazı gelincikler, sarı, mor renklerin bin bir çeşidine bürünmüş kır çiçekleri, çığlık çığlığa, pür neşe dört bir yanımızı sarıverdi. Pırıl pırıl bir on yedi nisan günüydü. İlkyazdı…

“Bizler Enstitü'de neler öğrendiysek, nasıl öğrendiysek her zaman yaparak öğrendik, öğrendiklerimizi hayatla sınadık.” diyerek sürdürüyordu konuşmasını.

“ İlk görev yerim Manisa’nın Horozköy’ündeydi.  Sene 1944 idi… 

“ Lojmanın arkasında uzayıp giden Sultaniye üzümü bağları… Serin suları tulumbadan çekerdik tertemiz.  Keçilerimiz vardı… Tavuklarımız…  Yumurtalar kırmızı içliydi. Kızarmış domateslerin, biberlerin, taze soğanın ne kadar yıkasak ellerimizden çıkmayan kokusu…

“ Çocuklara bilginin, çalışkanlığın, üretken olmanın yüceliğinden, evrensel değerlerden,  insana yakışan insanlığın erdemlerinden söz ederdim. Sadece ABC’yi, okumayı yazmayı, matematiği değil; düşünmeyi, soru sormayı, karşı çıkabilmeyi de öğrettim. Önüme çıkan çakırdikenlerine, paçalarıma dolanan onca karaçalıya ve tabanlarımdan ayıkladığım pıtraklara rağmen. Anaları ile, babaları ile kul, tebaa değil, yurttaş olmaları, yurttaş gibi davranmaları, asla biat etmemeleri gerekti...

“ Bunun için de çabaladım. Sindirme, yıldırma amaçlı müfettiş denetlemeleri, soruşturmalar aydın olmanın yaşadığım çağdan, suyunu içtiğim, ekmeğini yediğim topraklardan her koşulda sorumlu olmamım, ama bir türlü benimsenemeyen yeni olandan, demokrasiden, hak ve hukuktan da söz etmemim bedeliydi… Ödedim.

Kısa bir soluklanmadan sonra, bıkmadan, yılmadan arkasında durduğu sözlerinin doğruluğundan kesinlikle emin, ödün vermeye pek niyetli görünmeyen bir tavırla sürdürüyordu konuşmasını;  “ Ben evlatlarımı da, böyle yetiştirmeye çalıştım”.

*   *  * 
O, kendine de başkalarına da saygılı bir insandı.

Saçı sakalı uzamış halini görebilmiş tek bir şanslı insan dahi yoktur. Yaşamı boyunca babaca tuttuğu ellerimizi bırakmazdan birkaç ay önce, kentin üniversitesi hastanesi koğuşunda yatarken, sabahları daha doktorlar koğuşları dolaşmadan sakal tıraşını yetiştirdiğimde, taşınması insana zulüm gelen ağır bir yükü omuzlarından atmış gibi ne denli rahatladığını, çocuklar gibi mutlu olduğunu, hastane arkadaşlarına takılarak onlarla şakalaştığını dün gibi anımsarım…   

Kullanmadığı zamanlarda, karton korumaları içinde bulundurmaya özen gösterdiği  ‘jilet bıçakları’ benim için değer biçilmesi olanaksız olan birer hatıradır. Tüketim ekonomisinin açgözlülüğünün, değer bilmezliğinin gereği, şimdilerde kullanıp atmanın, çarçur etmenin revaçta olduğu, iki ucu açık, plansız programsız ‘modern’ zamanlarda artık üretilmelerine gerek yoktur!  Bu jilet bıçaklarından bana kalanları, traş takımımın sakin bir köşesinde ve hiç açmadığım özgün plastik korumalarının içinde, doğal ve iddiasız halleri ile atıl ve sitemsiz dururlar. Onları bırakın kaldırıp atmayı, kullanmam dahi olası değildir.

Plan defterlerinin konu başlıklarını karbon siyahı mürekkebe batırarak özenle kullandığı kesik divit uçla belirginleştirir; aynı ders planlarının konularını da emektar dolmakaleminden dökülen el yazısı ile sürdürür. Defterlerinin sayfalarını süsleyen el yazılarının her tümcesinin her sözcüğünde dikkatli bir hat ustasının titizliği ve inceliği vardır.  Hiçbir sayfanın hiçbir dizesinde tek bir harfin hatalı yazılmasına, sıradan ve olağan gelebilecek en küçük düzeltmeye ve silinti kazıma olayına denk gelmeniz olası değildir.

Uzun sözün kısası güzel insandı; güzel yazı yazardı. Yaşadığı anı gözler, zamanı kavrar, önünü görür, geleceği tasarlardı. Olayı değerlendirir, yorum yapar, sorgular ve sorgulatırdı. Onlara haklarını bilen birer yurttaş olmanın bilinci ve sorumluluğu, bilgi, emek ve deneyimlerle birlikte sevgiyi, yokluğu, varlığı da paylaştıkları Köy Enstitülerinde fazlasıyla verilmişti.  Geceler boyu kullandığı dolma kalemi ne büyük, ne değerli mirastır… Saklarım.

Ömrü boyunca iş yapmak, üretmek için düşünen; elbette çalışırken, tezgah başında, karatahta başında yorulan terleyen insanlardan olmanın huzuru ile yaşadı. El yazısı gibi, kimi defter sayfalarının boş yerlerinde, kimi ders planlarının başında sonunda, özene bezene yazdığı sözler de güzeldir:  “ Ancak ölüler üretici değildir!..”

İçindeki ışığı içinde hapsetmediğini, çevresine de yansıttığını bilirim. Çağdaş, aydın bir yurttaş olarak izlenmesi ve inatla yürünmesi gereken yolu kendine özgü yöntemlerle, günümüzde artık uğraşılmayan, uğraşılmaya, emek verilmeye değer görülmeyen, belki de hiç bilinmeyen, tümüyle el yapımı ders araç ve gereçleri üreterek, cilt işleri yaparak, okulların sıralarını, masalarını onararak, çalışarak gösterdi.  

O, en doğal, en insan haliyle, her zaman ve her koşulda çalışan, üreten, iş gören, iz gösteren, basit bir devrimci ve de gerçek bir eğitimci olarak bu dünyayı bıraktı gitti.  Ağaç saplı tornavidası, kerpeteni ve lehimle yapılmış teneke kutusu içinde su terazisi takım çantamda durur. Onları yitirmek Fikri Hoca’yı yitirmek, değerlerimi  yitirmektir. Yitirmek tüketmek, tükenmektir… Yoksullaşmak, yolun sonuna gelmek gibidir. Başıma gelebilecek en büyük, en son felakettir.

Böylesi talihsiz bir duruma düşmekten ödüm kopar. Un ufak olur, biterim…

Pek uzun olmasa da, yine de yetmiş dört yıllık yaşamı boyunca, motosiklet dışında hiç motorlu araç kullanmamıştı.  Şimdilerde birçoğumuzun kolayca edinip, kimilerimizin cebinde, çantasında kimlik olarak taşıdığı bir sürücü belgesine sahip olmamış, böylesi bir olanaktan yararlanmamıştı. Bizler gibi bir sürücü değildi; ama tozlu, bol hendekli, bozuk bağ yollarında “balon” tekerlekli, direksiyonu naylon şerit süslerle renklendirilmiş eski bisikletini kullanmada hayli iddialıydı.

Yaşamı kolaylaştıran, insanın üretkenliğini hızlandıran sıradan, bu basit bir aletin uzun süre iş görmesi, insana yararını sürdürmesi için; kullanılan eşyaya, araca gerece sahip çıkmasını, onu onarmasını ve de devamlılığını sağlamasını bilenlerdendi. Bu konuda da birçoğumuzdan, benim diyenlerden ayrılırdı. Söz konusu işin inceliğini, çok insanın es geçebileceği, önemsemeyeceği teknik ayrıntıları, nasıl bir ciddiyet ve sabırla anlattığını, öğrettiğini anımsarım. Issız bir ova yolunda patlayan bisiklet lastiğinin hangi pratik yöntemle yamanacağını… Zincirinin hangi aletle takılacağını ve yağlanacağını…

“ Benim bir adım önümde ol, zoru başar, olmaz deme, yapılmayanları yap, bizlerin yaşayamadıklarını yaşa, yararlanamadıkları olanaklardan yararlan. Arabana bin, sen sen ol üç kuruşluk benzinine acıma, ancak ihtiyacı olan, ola ki yardım bekleyen insanların yararına kullanmayı unutmadan.”

Fikri öğretmen yaşlandıkça yaşamdan fazla bir şey beklemeyen, yani sıradan insanların özlemini çektiği sakin bir yaşamın “huzurlu” köşesine çekilip çiçek soğan çapalayacağına, üretken, gücü kuvveti, olanağı yettiğince paylaşımcı, katılımcı olan yaşam biçimini seçti. En çalışkan, en eğitici haliyle göçtü gitti.

Seçkin ve değerli bir insanın anısı, birçok şeyde yaptığımız gibi, onu gereksiz konuşarak tüketmek, bitirmek, eskitmek, anlamsızlaştırmak, içini boşaltmak için değil, kalbimizde, ruhumuzda ve bilincimizde yaşatırken, onun sıcaklığı, ayrıcalığı ile durulabilmek, dinginleşebilmek,  “ Şu dünyada aldığım ve dahi verdiğim her soluk sizlerin eseridir, iyi ki vardınız, bize örnek oldunuz ve bizlerle birlikte aynı yaşamı paylaştınız.” diyebilmek içindir.

*   *  *
17 Nisan 1940 yılında din, dil, ırk, renk, cinsiyet, inanç, kültür, bölge ayırımı gözetilmeksizin bozkıra, köylüklere ekilen aydınlanma çekirdeğini bağrında taşıyan Köy Enstitüleri aynı yıl Anadolu topraklarının yirmi bir diyarda birden sürgün verdi.

Yıl 1940...

Ülke, kız erkek öğrencilerin aynı derslikte, aynı sırada oturduğu karma eğitimin çağdaş ve demokrasiden yana yüzünü gördü… Geleceğin ışık dolu genç beyinleri Dünya Klasikleri ile tanıştı. Uygarlığa hoşgörü, barış ve demokrasi ile ulaşılabileceği, kalkınmanın ise, ancak bağımsız, özgür ve kardeşçe, birlikte yaşanan topraklar üzerinde üretim ile, başkalarına, başka güçlere bel bağlayarak değil, sadece kendi özgücüne güvenerek, bağımsızlık ve özgürlük ruhu ile olabileceği kanıtlandı.

Yıl 1940… 

Ülke tarihinde ilk kez öğrenciler bir anfi-tiyatro yapar; orada saz, keman, piyano konserleri verir, Cehov'un, Moliere'nin, Gogol'un ünlü oyunlarını sergiler. Hafta sonları okul alanında müdüründen aşçısına dek herkesin katıldığı tartışma, eleştiri ve değerlendirme toplantıları yapılır. Bu demokratik toplantılarda sorunu olan, herhangi bir uygulama ile ilgili şikayeti, eleştirisi olan öğrenci, kalkar özgürce konuşurdu.

Okul müdürlerinin dahi eleştirildiği bu toplantılar, yazılı belgelerde, anılarda yeterince geçer. Bu anlamda da, Köy Enstitüleri projesi bir demokrasi ve insan hakları projesidir.

Yıl 2011…  Diyanete ayrılan dev ödeneklerle tarikat eksenli örümceklenme genç beyinlere yerleşiyor. Aydınlığa, bilgiye susuz kız öğrencilerinin cetvelle etekleri ölçülüyor.  Öğrenciler ticarethanelere dönüştürülen okullarda, yarış atları gibi birbirleriyle yarıştırılıyor.  Malum ÖSYM skandalının rezil şifreleri ile umutları, gelecekleri çalınıyor.

Yıl 2011… Ülkem insanı çalışmaya, kafa yormaya, üretime, bilime, sanata yabancılaştırılıyor.  Tüketime koşullandırılıyor.  İş isteyenler azarlanıyor, barış isteyenler ötekileştiriliyor. İncirlik üssünü kullanan uçakların yükünü, devletin Çankaya zirvesi dahil kimse bilmiyor…

Yıl 2011... 70 yıl önce sevginin, barışın, üretimin çiçeklerini yeşerten kadim topraklar, bu gün ölüm tarlalarına, asit kuyularına dönüşmüş, kemik, silah, patlayıcı, yanmış insan giysilerini, oligarşik diktanın yeniden biçim ve düzen verdiği derin devletin resmi belgelerini ve toplu mezarlarını, midelerinin kaldırmadığı yine kendi pisliklerini kusuyor.


                                                           Hasan Oğuz BİLGEN, Aralık 1996
                                                            Son düzenleme; 17 Nisan 2011

hasanoguzbilgen@yahoo.com.tr
http://www.evrensel.net/news.php?id=4327
http://www.ozgurmedya.org/newsdetail.asp?CatID=25&NewsID=5298

Haber Tarihi: 06/12/1996, Haber Editörü: Özgür Medya, Haber Kaynağı: Özel,                  
++ Ozgur Medya ++ info@ozgurmedya.org,                                                                   
Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar. Yazı içeriklerinden site yönetimi yasal sorumlu değildir. Tüm yazılar Telif Hakları Yasası Gereğince korunur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder