5 Kasım 2016 Cumartesi

BİLİNENİN TEKRARI “KURTULUŞA KADAR SAVAŞ “ ANLAMINA GELİYORSA…

BİLİNENİN TEKRARI  “KURTULUŞA KADAR SAVAŞ “ ANLAMINA GELİYORSA…

Raportör Kati Pira, Federica, Schulz gibi, Avrupa Birliği Kapitalizminin parlamenter muktedirlerinden “Türkiye’den kötü kokular geliyor… Hukuksuzluğun son perdesi: HDP’li vekiller günah keçisi oldu…” mealinde, kazan çömlek patladı dedirten zehir zemberek açıklamalar yapıldıkça, sütliman lanse edilmeye çabalanan piyasaların ve dahi egemenlerin tadı kaçıyor. “Kredi Notu” düşüyor (ne işe yarıyorsa?), yüzler ekşiyor.

Bilumum bilmem ne kıymetler borsalarının, yani piyasaların ve yüz seyirmelerinin kaynaklarına inmek için, pedagog, iletişim uzmanı filan olmak gerekmiyor. İşte tam da burada İslamcı faşizmin dış dünyaya yöneltilmiş vitrinine, uluslar arası tekelci kapitalizme dönmüş yüzüne bakmak yetiyor.  Senaryosu muhtemelen emperyalist güçlerce yazılmış filmin setinde İslamcı faşizmin führerini, öyle hemen çıplak gözle ayırtına varılamayan belli belirsiz bir telaştır alıveriyor.  

Durum böyle olunca, Batılı terecilere tere satamayan tekçi/tek adam frekansını Suudilere, örneğin Katar gibi Arap Emirliklerine ayarlıyor.

Ne diyor, Katar merkezli El-Cezire televizyonuna nafile demeçler veren diplomasız adam:  “ Demokrasinin tanımını, laikliğin tanımını yeniden yaptık…”  Yetmiyor, ders vermeyi sürdürüyor:  “ Okudukça, yaşadıkça, tecrübe ettikçe değişimi bizatihi görüyorsunuz.  Bu değişim esnasında yerinizde sayarsanız, kaybeden siz olursunuz. Ol nedenle kendimizi geliştirmemiz gerek. Biz bunu başardık…”   Neyle başarmış?  “Peygamberin yol haritası sayesinde…” Öyle diyor.

Her ne kadar şantiyede Demirci Arif Usta’yı çok sinirlendiren  “Malumun Tekrarı” biçiminde olacak olsa da,  şimdi hep birlikte bu “başarıya” ve de onun arkasındaki “değişim”de ulaşılan “takdire şayan” son noktaya bir göz atalım:

·        AKP’nin 14 yılında uyguladığı gerici/kapitalist cinsiyetçi politikalar en çok kadınlarla emekçilere vurdu.  Hasbelkader iş bulanlar hoyratça, fütursuzca çalıştırılıp sömürülürken, büyük çoğunluğu eve/mutfağa tıkılmaya çalışıldı. Aynı iktidar boyunca kışkırtan, koruyan yasa ve uygulamalarla,  nefret/kin söylemleriyle altı bine (6000) yakın kadın göz göre göre vahşi cinayetlere kurban gitti.
·        AKP-Saray iktidarının özet emekçiler açısından tam bir cehennemdi. Taşeron sistemi adeta yasal bir hal aldı, iş güvencesinin sadece adı kaldı.  Uluslar arası çalışma standartlarında en doğal hak olan grev hakkı defalarca gasp edildi. Meşhur Orta Vadeli Program sayesinde kiralık işçilik üzerinden köleci toplum tesis edildi.   
·        İSİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği) Meclisi’nce hazırlanan son Çalışma Yaşamı Raporu’na göre, ekim 2016 yılında resmi kayıtlara geçen yüz altmış beş  (165), yine içinde bulunduğumuz yılın ilk on (10) ayında bin altı yüz (1600) işçi,  iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.  İSİG Meclisi’nin yanında SGK resmi verileri de dikkate alınarak hazırlanan aynı rapora göre, AKP-Saray iktidarı boyunca  toprağa verdiğimiz işçi yoldaşlarımızın sayısı on sekiz biz altmış yedi (1867).
·        Bu sayı ve kıyım onlara elbette yetmiyor:  AKP-Saray iktidarı inşaat alanında, tarımda, madencilikte, taşımacılıkta, ulaşımda, düşme, ezilme, göçük altında işini bitiremediği sınıf kardeşlerimizin geleceğini, geçtiğimiz hafta yayınlanan hükümetin 2017 yılı programıyla karartmaya çalışıyor.  Söz konusu program bilineceği üzere, işçinin bir yıl çalışıp hak ettiği tazminat hakkının “fon” ya da “bireysel emeklilik” adı altında gaspını “hayata geçirilmesi gereken tedbirler” olarak görüyor.
·        Sağlık alanıysa tam bir facia… Tek cümleyle, hastanın hastaneye girişinden çıkışına, ilaca erişiminden tedavinin sürdürülmesine ticarileştirilen, ihaleye ranta açılan insan ve insan sağlığının durumu içler acısı.  Bu acıyı hafifletmek amacıyla(!) olsa gerek, sağlık kurumlarında görevlendirilen maaşlı imamlar hastalara dini telkinlerde bulunuyor.
·        Eğitim yaz/boz tahtasına döndürülmüş durumda… Gençlerin girebildikleri, okuyabildikleri, devam edebildikleri bir okulları olmadığı gibi, yaşamlarını sürdürebilecekleri işleri de yok. Hal böyle olunca elbette umutları da yok. Bu durumda olan gençlerimizin oranı %30… Bu oran acıdır ki, sayısal anlamda yaklaşık 5 milyon 340 bine tekabül ediyor.
·        Çalışma alanında sadece tek bir konfederasyonun (KESK’in) bildirdiğine göre, OHAL kapsamında yayımlanan Kanun Hükmünde Kararnamelerle 11 binin üzerinde KESK üyesi açığa alınırken, bin dört yüz (1400) çalışan da kamudan ihraç ediliyor.           
·        Basın ve yayın alanında ifade özgürlüğü, dolayısıyla halkın özgür ve bağımsız haber alma özgürlüğü katledildi.  Gazeteler basıldı;  çalışanları derdest edildi. Onlarca gazete, dergi ve televizyon kapatıldı. Abartısız binlerce gazeteci işsiz kaldı, yüzlercesi tutuklandı, bırakıldı;  an itibari ile yüz otuz (130) gazeteci tutuklu.
·        İnsanlığın ve hayvanların doğal yaşam alanları talan edildi, ediliyor.  Dereler, tepeler, sular, ormanlar rantçı yamyamlara peşkeş çekildi.  
·        Bu süre zarfında yoksulluk, işsizlik, göçler ve savaşlar doğalmış ve olağanmış gibi gösterildi. Toplu katliamlar kanıksatılmaya çalışıldı;  “şehadet” edebiyatı ile ölüm kutsandı.   

Devrimciler, bu ülkede yıllarca faşizmin ve savaş kışkırtıcılığının nasıl bir kaotik bir zeminde ve hangi apolitik/lümpen yığınlar üzerinden güç ve yaşam bulduğunu, faşistlerin, paramiliter güruhların ve örgütlü katillerin hangi kitle ruhuna dayandığını, yine ne tür bir kitle üzerinden can devşirdiğini, kan tazelediğini anlatıp durdular.
 
Yine devrimciler, faşizmin “geçit” verilecek ya da verilmeyecek, gelip giden bir dışsal, yapay, yasalarla, KHK’larla sınırlı, “kimi kez” konjonktürel bir olgu olmadığını, aksine kurumsallığı, sürekliliği, en fazla mevcut devlet klikleri arasında paylaşılamadığı konusunun altını çizdi durdu. Kabaca, kimi dönemlerde postal giyip apolet takmasını, bazı koşullarda da sakal bırakıp cübbeye bürünmesini, bu yüzden kavgada şamar aranmaması gerektiğini bıkıp usanmadan yazıp çizdi.

Şimdilerde bizlere düşense, faşizmin kurumsallığı ve sürekliliği esprisinden hareketle, klişe ve alışılmış bir “direnme” hakkının ötesinde, elbette süreklilik arz eden, “mağduriyet” geleneğinden sıyrılmış, dayanışmacı, olabildiğince geniş, kurumsal ve örgütlü bir mücadeleye sarılmaktır.  Aydınlanmaya ve de kurtuluşa giden yolda, başka beklentiler içinde olmak, halktan, işçi sınıfından başka güçlere bel bağlamak düşten ve yanılgıdan başka bir şey olmayacaktır.


Hasan Oğuz Bilgen, 05.11.2016, Kanallar Atölye.    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder