15 Ocak 2019 Salı

BİR DOĞUM GÜNÜNE, BİR ÇOCUKLUK ANISINA DAİR


"Süper baba..Doğum günümü bekler oldum..." diye yazınca, ben de "Unutursam yüreğim kurusun" sözünü belleğimin bir kenarına iliştirmiştim. İşte beklenen gün bu gündür ve sözümüzü yerine getirmek boynumuzun borcudur.

BİR DOĞUM GÜNÜNE, BİR ÇOCUKLUK ANISINA DAİR…
Hep birlikte verilen naif pozların fotoğraf kartonlarında siyah beyaz olarak suret bulduğu zamanları yaşadık.
Yosun ve iyot kokulu günlerdi.
Çok sevdik, çok sevildik; her şey nasıl da temizdi. Her yer ve de herkes nasıl da tertemizdi?! Ekmeği bisikletinin arkasına bağladığı kasada satan fırıncı… Bahçesinde, kuyu suyu ile yetiştirdiği mis kokan yaz sebzelerini at arabasıyla satan bahçıvan… Ve tabiî ki deniz. Hiç biri daha fazlası olmayacak, olamayacak kadar olağan ve doğaldı. Ya denizin dibi? Ne denli şeffaf, ne denli berraktı.
Belleğim beni yanıltmıyorsa Özel İdarede memur olan İsmail enişte? Eşi, halamız Sevim Kayıkçı… 
Bir insan bu kadar mı şakacı ve sevgi dolu, bir insan bu kadar mı içten, hesapsız pazarlıksız olurdu?
O siyah beyaz steril günlerde, evlerin ardı sıra uzayıp giden dağ yamaçlarında iş makinelerinin dört döndüğü, beton mikserlerinden birinin gidip birinin geldiğini düşünmek, düşünü kurmak bile olanaksızdı. Tütün tarlaları -şimdilerin hazır beton işgaline uğramış tatlı eğimli arazi- o tarihlerde serin çardaklara, şeker çuvallarından dikilmiş, insan kokan masum çadırlara kucak açar, (tıpkı Sevim halanın bize yaptığı gibi) yaz boyunca ev sahipliğinin, konukseverliğin en alasını, en vefalısını yapardı.
Bir traktörün geçebileceği genişlikteki tozlu yol, masmavi denizle eski taş evi birbirinden ayırarak koyun sonundaki, en küçük bir çöp, bir kesekağıdı parçasını bulamayacağınız bakir kumsala dek uzanırdı.
Yani yolun hemen altı insan ıssızlığında hemen atlayıp girebildiğimiz denizdi. Çığlık çığlığa martılar, biz çocukları günün olur olmaz saatinde serin suların koynuna çağırırdı.

* * *
Yosun ve iyot kokulu günlerdi…
İlişkiler ve komşuluklar, iyot ve yosun kokulu havalar gibi tertemizdi. İlçenin ana kente yolcu taşıyan, sıcak günlerde hareket etmek bilmeyen, içinde buram buram terlediğimiz, topu topu iki üç otobüsü gibi tertemizdi. Bizi okullar kapandığında sabırla beklediğimiz denize kavuşturan, uzak tepelerinden ilk uzak mavilikleri gördüğümüzde bize bir alkış tufanı kopartan ilçe otobüsleri…
Denizin dibi… Nasıl derler? 
Cam gibi, içi özenle düzenlenmiş, bakımı yapılmış abartısız bir akvaryum… Yosunlar, uzayıp giden kumullar, hatta kayaları, taşlık yerleri ve dahi denizkestaneleri… İri kulaklarıyla, kum rengi ve de sarı yeşil bodur boylarıyla, her daim hareketli sularla birlikte dalgalanan deniz yosunlarının arasında bulduğumuz para ile çarşı esnafından bir kesekağıdı dolusu çekirdek aldığımız dakikalarda, korkudan dizlerimiz titrerken tertemiz duygular içindeydik.
Taş evin okullar kapanır kapanmaz artan nüfusu ile birlikte, insan kımıltıları, insan kıpırtıları da, şen şakrak sohbetler, yarenlikler, ağız dolusu gülmeler de çoğalırken, mutfağında, bahçesinde, az ötede denizinde ortamların ısınmasını sağlıyordu.

* * *
Böyle, bol çocuk çığlıklı, bol şamatalı bir yaz günü tutuştu boş arsadaki kuru otlar… Biri kız diğeri oğlan çocuğu iki kafadar, epeyce uzun bir süre, beceriksizliklerinden dillerini dışarı çıkarıp, dış dünya ile bağlarını kopararak, nasıl da uğraşmışlardı ellerinde kalan son kibrit çöpünü yakabilmek için?! 
Çömeldikleri kuru otların içinde çıplak ayaklarını gıdıklayan, ısıran iri karıncalar, tepelerinde kaynayan bir güneş…
Kibrit çöpünün tutuşması hiç beklemedikleri bir anda, birdenbire oluvermişti. Aslında, baştan beri amaçları arsayı ateşe vermek, ortalığı yangın yerine çevirmek değildi. Sadece ve sadece kibrit çöpünün nasıl yanacağını meraklı çocuk gözlerinin görebilmesiydi.
Ne var ki, her şey göz açıp kapayıncaya olmuştu. Dikili kaldıkları yerde, zaman zaman insan boyu yükselen, meşhur Foça rüzgarının azizliği ile eğilip yatan alevlerin bitişikteki boş alana doğru hızla ilerleyişine, korku dolu gözlerle bir süre bakakaldılar.
Apansız ortalığı yayılan ve komşu arsaların dört bir yanını saran küçük çaplı yangının nasıl söndüğünü de, kimler tarafından söndürüldüğünü de, iki afacandan hangisinin korkudan altına kaçırdığını da, bu güne dek duyan bilen olmamıştır. Şu an büyükleri yaşamayan iki aile arasındaki söylenti odur ki, Foça halkı ayağa kalkmış(!), İsmail enişte müdüründen izin almayı bile unutup, iki ayağı bir pabuçta alelacele yangın yerine koşmuştur(!)

* * *
Eğer hala itiraf samimiyetten geliyorsa ve bu itiraf ceza indirimi için yeterli nedense, taş evin dört bir yanını yangın yerine çevirmede suç(!) ve sır ortağım, halamın ortanca kızı Sevgül Kayıkçı Hünerli’dir.
Kısa, askılı pantolonlu, kıvırcık saçlı, esmer tenli, tombul yanaklı, kol gücü bir erkek çocuğuna eşit (laf aramızda, biraz da bu yüzdendi ondan çekindiğim), oğlan çocuğu bakışlı, boyumuzdan büyük kabahati el birliği ile işlediğimiz, unutamadığım ilk çocukluk arkadaşım…
İyi ki seninle o günleri, dolu dolu, cıvıl cıvıl, ağız dolusu yaşadık… Yüreklerimiz ağızlarımıza gelmiş olsa da, iyi ki o arsayı yaktık.
Bana o zevki, o heyecanı ve o çocukça korkuyu yaşattığın için sana ne kadar teşekkür etsem azdır.
Doğum günün kutlu olsun, mutlu ol senelerce…

Ha, unutuyordum… Geçenlerde Yeni Foça’da, işsiz güçsüz gezinirken büyükçe boş bir arsa gördüm. Belli ki, yıllardır bakan ilgilenen olmamıştı. En önemlisi dört yanını saran otlar, bizim o zamanlardaki boylarımızı çoktan geçmişti…

Hasan Oğuz Bilgen, 24.06.2016, Bornova.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder