23 Nisan 2020 Perşembe

YENİ BİR "24 NİSAN", YENİDEN VEDAT TÜRKALİ...



"Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime,
  Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime..."





Neo-liberalizmin dünyaya bakışın ve olayları ele alışın yöntemi olarak baş tacı yaptığı, dayattığı popüler kültür, işine geldiği konunun ya da olayın içini boşaltarak manipüle etmesi, canını sıkanı, keyfini kaçıranı ise yok sayması, yok etmesi Zati Sungur ustanın kemiklerini sızlatacak cinsten… 

Bırakalım politikayı, genel kültür ölçülerinin çok uzağında olan birisinin dahi anlayabileceği üzere, "Cherokee" örneği ilginçtir. Beyaz adam, ağzının salyalarını akıtarak bakir topraklarda "yeni dünya" nın temellerini attığını söylerken, bunu uygarlık adına yaptığını ima ediyordu. Ne var ki, toplum bilimi, aynı beyaz adamın, zengin ve bereketli topraklarından sürerek canlarına ot tıkadığı, soykırıma uğrattığı, doğaya ve insana ancak bir karınca kadar zararı olan Cherokee yerlisininin varlığını ve de tarihini yok hükmünde kabul ettiğini yazar. 

Yıllar sonra, sömürgeci atalarının izinden ayrılmayan emperyalizmin savunucuları, katlettikleri bir halkın adını -Cherokee adını- güç, özgüven ve dayanıklılık timsali olarak- 4x4 Jeep’lerine vermekten zerre kadar utanmayacaktır. Popülist kültürde, Cherokee adı, "gurur", "yılmazlık", "yenilmezlik" ve "lider-öncü" sözcükleri ile birlikte anılır.

Uzak topraklardaki Kızılderili dostlarımızın hüzünlü öyküsünden, coğrafyamızın uzak ya da yakın tarihinde yaşananlara bakıldığında da bu yakıcı gerçeğin değişmediğini görürüz. 
"Çağ açıp çağ kapatanlar" olarak özellikle öne çıkarılan isimler ya da olaylar, planlı olarak yaratılmış değerler resmi ideolojinin müsamere sahnesinde, altlarında yatan gerçeği asla günışığına çıkarmayan, açıklanmayan durumların yinelenmesi gibi fasit daireler olarak döner dururlar.

Bol parfümlü Lions gecelerinde ağlak yüzlerin yapay gözpınarlarını harekete geçiren ünlü Sarı Gelin türküsünün, asıl adının “Sari Gyaln” olduğu, soyuna sopuna kibrit suyu dökülmüş ve dahi bacaları tütmemecesine ocakları söndürülmüş, kana baruta, hasretlere sürgünlere reva görülmüş bir çilekeş halkın kültüründen geldiği gerçeği bu çözümsüz dairelerin içinde kaynar gider.

Ya “Dersim Dört Dağ İçinde" türküsü!?.. 
Ona ne denebilir?  Azıcık tarih bilgisi olan, vicdanı kurumamış birisi onun hakkında ne yazabilir? Aynı vicdan sahibi insanlar bu ağıt/ türküyü olur olmaz bir mekanda her duyduğunda ne hisseder?
Güçlü olasılıktır; "Magazin Gazetecileri Gecesi" tıkınmalarının, tıksırmalarının birindeki kılıç kalkan, çatal bıçak meraklılarını bile duygulandırıp terennüm ettirebilir! Ne ki, Dersim’in kaç dağ içinde, kaç cendere altında olduğunun, sözlerinin ve ezgisinin tarihin hangi karanlık, soğuk ve vefasız kesitinden damlayıp geldiğinin hiç, ama hiç önemi yoktur!

Toto Karaca eşsiz ve "mühim" bir "tiyatro oyuncusu"dur. 
Nubar Terziyan "meşhur" bir “Türk” sinema sanatçısı… 

Hepsi budur, burada durulmalıdır. Bu sanatçıların, sahne ve sinema emekçilerinin kimliklerinden hiç bir zaman, hiç bir yerde söz edilmemelidir. Zaten edilmez... Bu anımsadıklarımızın adları insan aklına ilk gelenlerdendir; elbette daha başka kimlikleri, aidiyetleri unutturulmak istenenler de vardır.  

İnsanların ait oldukların sosyal doku, geldikleri yerler, geçmişleri ve yaşadıkları her daim bir sır, bir ayıp gibi saklanmaya, perde arkasında tutulmaya çalışılmıştır. Maazallah farklı toplumsal köklerden, kültürlerden, etnik kimliklerden konuşmak insanı vatan hainliğine kadar götürebilir. 

Bir de, bizim el yordamı terazi becerisi çıraklığından gelen, mimarlık yeteneği uzak diyarlara ulaşmış yapı ustamız var ki, anmamak haksızlık olur. 
O ve ekibi emekçiler inşa işlerini yapmışlar,  övünmek Osmanlı’ya kalmıştır. Mimar Sinan'dan söz ediyoruz. Yapı sanatının muhteşem mimarisinin eşsiz baş yapıtlarında yıllarca yaşamasını sağlayan Ermeni mimarından... Diğerlerinde olduğu gibi, Sinan’ın da Kayseri’li bir Ermeni ailenin biricik oğlu olduğunu söylemek, pehlivan tefrikalarıyla büyüyüp, Battal Gazi aksiyonu ve Ulubatlı Hasan heybeti ile yetişmiş bir yurttaşa “affedersiniz” ya da “estağfurullah”
çektirebilir. Çektirir de.

Sonuçta yüzleşme cesareti gösterilemeyen ve halının altında saklanmaya çalışılan bir konuda, siz ne derseniz deyin, söz konusu kişi tarih kitabının okuma bölümünde geçiştirilen “Yüz Türk Büyüğü”nün ötesinde bir anlam ve önem taşımayacaktır.

Denilebilir ki toplumda kabul görmüş, sineye basılmış, evrensel değerlerle kanıtlanmış bir sanatçının etnisitesinden söz etmek neyi değiştirir ya da neyi kanıtlar? Elbette hiçbir şeyi… Ancak insanların ait oldukları, alışkanlıklarını, değerlerini, geleneklerini, dillerini, inançlarını taşıdıkları toplumlar, bizzat mevcut devletin baskın gücü tarafından itilmiş sürülmüş, soyulmuş sövülmüş, topluca ya da bölgesel anlamda yok edilmeye çalışılmış toplumlarsa önemlidir elbette.  

Tarih ve toplum biliminin belgeleri, yazılı kayıtları kanıtlayacaktır ki, Tanzimat döneminde kısmen ya da temsili anlamda elde ettiği eşit ve adil yurttaşlık hakkını,  sonradan İttihat ve Terakki’nin devletçi ve statükocu anlayışının denetim ve kontrolüne teslim edecek olan Ermenilerin, bu topraklardaki kadim varlığı, tarihin epeyce derinliklerinden, yerkürenin M.Ö 6 ’ncı Yüzyıl kesitinden gelmektedir. Köklerini tarihin işte bu kesitinden alarak, sarsıcı bir sarmal içinde Cumhuriyet dönemine getiren usta yazar, Vedat Türkali  -Farklı kimliklerin barış içinde bir arada yaşaması, eşit, adil ve güven dolu bir geleceği kurabilmek adına- iki yüz sayfayı bulmayan bir çalışmayla yıllarca sığ sularda, kirli, paslı söylemlerle körüklenen düşmanlığın ve ayrımcılığın insanlara ne bedeller ödettirdiğini göstermiştir.

Güçlü bir roman kurgusu içinde kısa, öz ve sade anlatımla önümüze dikilen olayların tarihsel verilerle desteklenmesi, kitaba yadsınamayacak türden belge niteliği de kazandırmaktadır.

Vedat Türkali, bir belge niteliğindeki yapıtı “ Bitti, Bitti, Bitmedi ” adlı romanı ile, ancak sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir başka dünyanın mümkün olabileceğine inanan bir sosyalistin, hala tabu olarak kabul edilen bir konuyu gözlerimizin önüne bir gerdanlık gibi saçabileceğini kanıtlıyor. Yani büyüyüp ekmeğini yedikleri Anadolu topraklarına “ana yurdum” demeyi içine sindirebilmiş Ermenilerin hala yüz yüze gelemediğimiz, yazmaktan çekinilen, boğazımıza düğümlenen hüzünlü özgeçmişinden söz ediyor cesurca.

Yapıt, salt  -yalın anlatım tekniği gibi- yazınsal değeriyle değil, ağırlıklı olarak siyasal, toplumsal geçmişimize mercek tutup bizi kendimizle, birbirimizle yüzleşmemize, tekrar tanışmamıza neden olduğu, söylenemeyenleri söylediği, yok sayılanı, unutturulmaya çalışılanı anımsattığı için kayda değer... 

Vedat Türkali ağabey, resmi ideolojinin ve resmi tarihin en süslü hikayesi, en iflah olmaz iki yüzlü teranesi olan “ Farklılıklarımız zenginliğimizdir”  klişe nakaratının içini gerektiği gibi doldurmuş, gözlerimizin önüne çok dilli, çok dinli, çok kimlikli ve çok kültürlü bir eser getirip bırakmıştır.

Hem de “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette, hizmetçi ve köle olma hakkından başka hiçbir haklarının olmadığı.” kelamını buyuran dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’u anımsatarak.  Adını, gururla bir hava limanına verdiğimiz, "Dersim Fatihi" olması ile övündüğümüz, "Türk Kuşu" pilotu Sabiha Gökçen bombardımancısını konuşturup, devlet kayıtlarını boşa düşüren samimi itiraflarına yer vererek.

           Kitapta daha neler yok ki:
  • 1914 yılının haziran ayında Talat, Enver ve Cemal Paşa’lara suikast yapılacağı asılsız ihbarı ile Sosyalist Hınçak Partisi’nin 120 üyesinin tutuklanması, Ermeni katliamının  ilk sinyalleridir. 
  • 15 Haziran 1915’te derdest edilen sosyalistlerden, aralarında Paramaz adlı halk önderinin de bulunduğu 21 yurtsever güzel insan idam edilir. İdamların tek canlı tanığı Kalust Boğosyan’ın yazılarında Paramaz’ın üzerine çıktığı sehpayı tekmelemeden önce “Yaşasın Sosyalizm” diye bağırdığını belgeler.
  • 1915 yılının başlarında bırakalım yazar çizer, aydın, gazeteci, hukukçu tutuklamalarını, milletvekili Krikor Zohrab alıkoyulanlar arasındadır. Onun felaketi, İstiklal Caddesi Cercle d’Orient Kulübü’ndeki akşam yemeği sonrasında, Talat Paşa’nın yanağına kondurduğu ölüm öpücüğü ile birlikte gelir. Zohrab çok şaşırmıştır,  
  • “ Bu ne iltifat ” diye sorar. Paşa “ İçimden geldi ” der. Birkaç gün sonra, Urfa yolu üzerinde Erzurum milletvekili Vartkes beyle birlikte başları ezilmiş, parçalanmış biçimde bulunur… 
  • Ölüm öpücüğünden sonra verilen yargısız infaz talimatını yerine getiren, İttihat tetikçisi Çerkez Ahmet’tir. Bizzat İttihatçı Talat’ın keyfiyetiyle, bir milyona yakın Ermeni insanının kırıldığı Dery-Zor’da Suriye çöllerindeki kıyımdan kurtulan ve yaşadıklarından, gördüklerinden akıl sağlığını yitiren, karşısına çıkan ağaçları üzerine gelen Osmanlı askerleri olarak gören, besteci, müzikolog ve orkestra şefi Rahip Gomidas’tır.
  • 1915’te Anadolu’nun dört bir yanından devlet talimatı ile sürülenlerin ortak yönü Dery-Zor çölleridir. Kimi kafileler eksile eksile de olsa Suriye içlerine varırlar. Ne var ki, kimileri onlar kadar şanslı değillerdir; hastalar, yaşlılar ve çocuklar hiç ulaşamazlar… Golgotha yolunda, Kürtlerden oluşma Hamidiye Alayları’nca öbek öbek öldürülüp, yol boylarınca bırakılırlar. Kimilerini doğa kıyar. Açlıktan, susuzluktan ve hastalıklardan ölürler.   
  •  Abdülhamid’in 1864’de ve 1866’da toplam iki yüz bin Ermeni insanını Urfa’dan kırsal alana çıkarıp, dağlara sürüp kıydırtması... Bölge Kilise kayıtları, kıyıma uğrayan insan sayısının üç yüz bin olduğunu belgeliyor. Adı geçen katliamla ilgili, Abdülhamid’e muhalif olan, ne var ki İttihatçı da olmayan Tevfik Fikret’in, Talat Paşa’nın uzattığı elini  “ Ben bu kanlı elleri sıkmam…”  diyerek geri çevirmesi “Yüz Türk Büyüğü” masalının büyüsünü bozan cesur çıkışlardandır.
  •  Hozat’ın Ergen Köyü  -yeni adı Geçimli- Kayışoğlu Yarması…
  • Orada sıkıştırılan ahaliyi öldürmeye kurşun yetmeyeceği anlaşılınca, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın bellerinden birbirlerine bağlanarak, uçuruma zorlanırlar… Görgü tanığı, aynı köyden Kamer Ağa'dır...  Kamer ağa, o insanın kanını donduran canhıraş hengamede, küçük bir kız çocuğunun annesinden ayrılmamak için eteklerine yapışmasını, onu asla bırakmamasını ve  onun da diğerleri ile birlikte, salkım saçak yardan aşağı uçtuğunu anlatır.
  • “ Musa Dağ’da Kırk Gün” kitabının Türkçe çevirisi yoktur. Belgesel roman Franz Werfel tarafından Fransızca yazılmıştır. Sözcüğün gerçek anlamıyla insan sefaletini, bir halkın yok oluşunu, yok edilişini anlatan bir eserdir. 1933’te yayınlanır, yankısı güçlü olur. Yahudi Gettolarında da okunmaya başlanınca, bunun salt Ermenilerle ilgili olmadığı, savaş tamtamları ile Avrupa’da yaklaşmakta olan Yahudi soykırımının müjdecisi olduğu yayılır. Bu tarihsel öngörü, Goebbels’in yasaklama kararıyla karartılmış olacaktır. Kitabın başına gelenler bile çarpıcı, sarsıcı bir ironi, Yahudi halkının başına geleceklerin habercisi gibidir.
  • " Musa Dağ’da Kırk Gün”den Vedat Türkali’nin aktardığı ilginç ayrıntıda, tüm halkların barış içinde yaşama hakkı olan bu topraklarda yıllarca hamaset nutuklarıyla insanları birbirine düşman eden siyasetçilere Tarih Babanın parmak sallaması gizlidir:  İstanbul hükümetini tehcir kararından döndürmek isteyen, insan dostu Alman Papaz Johannes Lepsius, Enver Paşa'yı ikna etmeye çalışır. Somut tarihsel bir veri olarak tarihe geçen o talihsiz görüşmedeki Enver Paşa'nın sözleri, bu güne kadar yapılan tüm polemiklerin, temcit pilavı misali önümüze sürülen tüm tezlerin pabucunu dama atmaya yeterlidir:
  • "Ekselans” der Papaz Johannes Lepsius, “Kurmak istediğiniz imparatorluğun temelinde Ermeni halkının cesedi olacak… Bu hayır getirir mi? ”  Paşa’nın yanıtı epeyce serttir:  “İnsanla veba mikrobu arasında barış olmaz.”   Johannes de sözünü esirgemez; ancak onun bu medeni cesareti onun da, görüşmenin de sonunu getirecektir:  “ Demek ki siz, harbi, Ermeni milletini tamamen yok etmek için kullanmak istediğinizi kabul ediyorsunuz? ”

.   .   .

Canımızı sıkan, olasılıktır belki tadımızı bile kaçırmış, hatta sokağa çıkmanın yasak olduğu bir günün sıkkın akşamında, yukarıdaki “iç karartan” bunca ayrıntıdan sonra, bir sanat eserinin öyküsünden söz etmek iyi gelebilir.

Uzunca bir aradan sonradır... 
Bestekar, kemani Sarkis Efendi, o nahoş öpücüğün atıldığı İstiklal Caddesi'ndeki Cercle d’Orient Kulübü’nde demlenmektedir. Nezih ve gösterişli salonun pahalı masalarından birinde son kadehini yuvarladıktan sonra, günlerdir beklediği ilham perisi de sazının tellerine konuverir. Vuslat anıdır… Üstat Sarkis Efendi, Vedat Hocanın kitabında anlattığı yaşananlarla ile haşa, uzaktan yakından ilgisi ve bağlantısı olmayan (!) “ Kimseye etmem şikayet; ağlarım ben halime. Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime ” şarkısını besteler.
.   .   .

1915’in, bir halkın dağların kuytuluklarında, yol boylarınca salkım saçak kırılmasının üzerinden yüz beş yıl geçmesine karşın, bizim hala, çoktan kabullenilmesi gereken bir sosyal travmayı kanıtlamaya çalışıyor olmamızı, derin bir hüzün ve çokça şaşkınlık hali içinde izleyen bir bestekar Sarkis Efendiyi gözlerimizin önüne getirebilsek bile, onun, 2020'nin virüs ikliminde nasıl bir beste yapabileceğini düşlemek zor.


Hasan Oğuz Bilgen, 23 Nisan 2020, Hozat-Ergen Köyü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder