14 Haziran 2020 Pazar

EĞİLMEZ BAŞIN GİBİ, DAĞLAR BULUTLU EFEM...

EĞİLMEZ BAŞIN GİBİ, DAĞLAR BULUTLU EFEM.


İlk işittiğimde daha çocuktum. Hep olduğu gibi altın sarısı başım yana düşük... Kanaviçe işlemeli yastıkların dizildiği tahta divanda, sessizdim. Utanıyorum da. Babamın yamacına sığınmışım. Babamın ellerine sarılıp öpen kadının başında, kenarları iğne oyası beyaz bir tülbent. 

Yüzünde güller açmıştı. Babamla duvarları kireç kaplı, alçak tavanlı odaya girer girmezdi. Yekinip bir koşusu, bir "Efemm..." deyişi vardı!  Kardeşiymiş babamın. Halammış. 

İlerleyen günler. Günbegün yeni şeyler gözlüyorum. Öğreniyorum da. Çocukum. Başı hep yana düşük bir çocuk. Öyle derler, gülerlermiş halime.  Ne ki, görür, izler, anlarmışım... Tülbentli kadının şasılası heyecanını. El öpüşündeki tutuşmuş hasreti. Efemm deyişini. Şimşek çakışında başlayıp biten içli bir memleket türküsüydü çocuk aklıma yazdıklarım. Efesine sevgisini. İçinden kopup geleni. Coşmuş nehirlerce taşırmasını.  Belli etmekten. Oradakilere göstermekten öte... Belki de bundan gurur duyduğunu. Çocuk gözlerimin o türkünün tınısını işittiğini. Sadece bakmadığımı, gördüğümü de. Yaşanan anın. Siyah beyaz her fotoğraf karesinin tanığı olduğumu. Kimseler, oradakiler bilmedi. Yatık başıma gülenler. İşittiğimi. Nasıl da duyumsadığımı. Belleğime söylenen her sözü, her anı ne denli kazıdığımı. O günlerde ve sonrasında, asla bilemeyeceklerdi.
.  .  .

Adının 'Sevim' olduğunu öğrenecektim. Coşkusundan, sarılışından çok adını sevmiştim. Sevim... Besbelliydi.. Sevim'di. Hani nasıl denir?  Rol kesmiyordu. Kitabın orta yerinden konuşuyordu. Darılan darılsın. Benim diyenden. Daha çok. Çok, daha çok...  Seviyordu. Efesiydi işte! 

Benimse. Daha çok "Efem" diye atılmasına. Kendinden geçişine idi takılıp kalmışlığım... 
.  .  .

Yıl yıl büyüdüm. 

Odası kireç, o kerpiç ev. Her bayram günü. Dağılmış tülbenti. Toplamayı unutmuş. Ama umursamayan. Koşup atılan o kadın. Ve ruhumu sarıp sarmalayan.  Son harfi uzatılarak, üzerine basılarak, yanık bir türkü gibi söylenen. O sözcük. O saygı seslenişi. 

İlk işittiğimdeydi şaşırmışlığım. Büyümüştüm. Anlam verebiliyordum. Duygu başka bir şeydi. Aklımın erdiği yıllardı. Dahası sarsılıyordum. Her tanık oluşumda.
.  .  .


Sarsılmak... Tek bir sözcükle dağılmak. Şimdilerde dillerki sözcüklerin içi boşaltılmış gibi.  Apansız... Bir sokak başında duysam. Dönüp bakmam bile. 

Günü, yılı, mekanı belirsiz bir zamanda yürüyorsunuz. Önceki günün yorgunusunuz. Aklınızın bir yerinde. Tıpkı anısı, anımsattığı gibi, eski bir pencere. Sapsarı bir baş. İki yanında. Siyah tel tokayla tutturulmuş, iki tutam saç. Tutsanız. Elinizde kalacak. İki sarı bukle. Bir küçük kız çocuğu. Belli belirsiz, minik ağzı. Cama dayamış.  Sanırsınız ki. Küçük dudakları camı öpüyor: "Babaa..."  Olmadı. Hayli uzatıyor: "Baaabaaaa.."  Cam buğulanıyor. Aslında ses gelmiyor. Sokağa ulaşan öyle bir ses yok. Ardından bir sesleniş var ama. Genç adam bunu biliyor. Ardı sıra gelen sözcükleri de: "Gitme. Dön. Gel.." Cilveleniyor kız çocuğu. Cilve yapıyor apaçık.

Adam genç. Cesareti yok. Aldanıp dönse, sonrasında ayrılması hayli zor olacak. Eski ev ahşap. Dönüp bakamıyor bile. Camın her buğulanışında. Kızın yüzü kayboluyor. Ama, bu kez aynı camın buğusunda "Gel. Beni al. Beni sev." yakarışı beliriyor. Genç adam bunun pekala ayırtında. Anın her saniyesini yaşıyor. Bir yerlerinde. Yüreğinde. Yeşil dallar kırılıyor. Dönemiyor. Dönüp bakamıyor bile.
.  .  .

Niye dağılıp uçuşuyor sözcükler? Kız çocuğu. Camın buğusu. Nereden çıktı şimdi bunlar? Sözcükler. Neden yetersizler?  Ya, ahşap ev?  "Yıkıldı yıkılacak! "denilen. Sinsice. Uzaktan uzağa gözlenen. Tuzaklanmış. Karakol kurulmuş ev.  Eşrefpaşa. Eski bir semttir.  Gönüllerde kadimdir.  Anıları gizlidir.  Şimdilerde dillerde pelesenk ve pek bir "mühim" anlatımlar: "Kentsel dönüşüm." Ve "Küresel virüs".  Alışılmışın. Bilinenin. Geleneksel olanın çözülüşü. Ve dahi tabunun çöküşü.

O yuva... Kem gözlerden kaçılan, o sığınak... Yenice mi? Yeni mi yıkıldı? Yoksa!? Camlar artık neden buğulanmıyor?  Orada iki minik bukle. İki tutam saç.  Sarı, küçük bir baş.  Niçin bir belirip, bir yitmiyor?

Urla tarafı. Ege açıkları. Açıklar... Bozbulanık!  Çatalkaya karardı mı, ne?  Yapıp balkona astığım yuvada bir telaş. Yavrular feryat figan! Anaç kuş tedirgin. Bir giriyor. Bir çıkıyor. Erkek kuş. Erkek ya! Ortalıkta değil. Görünmüyor. Varsa yoksa, anne kuş. Bir telaş. Bir telaş.
.  .  .

Çocuktum. Çocukmuşum. Saçları altın sarısı. Gözleri çakmak çakmak. Ve boynu bükük. Dahası. Başı, hep yana düşük. Düşse. Tökezlese. Söylemez, kesseniz bir yerini. Ağlamaz. Şikayet etmez. Her zeytin tanesine iki ısırık. Bir zeytin. İki minik lokma. "Çocuk, yapma öyle! Atıver ağzına." diye söylenirlermiş. O da öylece. Yatırır başını yana. Bakarmış.

Neden dağılıp uçuşuyor sözcükler? Niçin yetersizler? 

Yeniyetmeydim... Bir gün. Elleri başımda. Gözlerimin içine bakarak. Ağlamaklı: "Büyüğümdü, efemdi. Ağladım ardından. Üzülme dediler. Efen muallim mektebinde. Kızılçullu'da... Muallim olacak. Daha da gururlandım. Efemle. Yaa..."
.  .  .

Halam. Belli eden. Seven. Sevim. İlerlemiş yaşım. Yaşlanmış halam. Hayatta tek kalan. Eli öpülesi. Büyüğüm. Efesinden geriye kalan. Bir emanet gibi. Her daim ararım. 'Bıktırırsın!' deseler. İnanırım ki, saçmalıyorlar. O, her telefonumda ağlamaklı. Bilirim ki, güzel gözleri dolu dolu... Yağmur taneleri gibi. Boşaldı. Boşalacak. Çatalkaya kapkara...

Arayıp bulduğumda. Gittiğimde. "Acep, düş müdür? Gördüğüm!"  Efesine yekinircesine. Boynuma sarılışı. Dakikalarca bırakamayışı. Birisini ararcasına kolları. Yitirdiğini bulmuşçasına. Hemen yanaklarımı öpüşü. Hiç çekinmeden. Şap diye. "Kuzum" deyişi. "Kuzummm" diye. Son harfi uzata uzata.  Bağrına basa basa.  Bir ritüel gibi.  Sürdürüyor ayinini:  "Efemin kuzusu." 

Olsun. Kuzu olmak da güzel. Efesi olacak değildik ya. Efe olmak!  Her önüne gelenin. Her kişinin harcı mı ola? Efe er kişi. Özü bilinen. Sözü dinlenen. Yerini dolduran. Ağırlıklı. En azından. Baba olmak gerek mesela. Şeytan azapta gerek. İçimde şeytanın sesi. Öyle diyor: "Saçmalama... Bırak efe olmayı. Efenin kuzusu ol yeter. Adam olana çok bile.  Sen sen ol. Unutma.  Sen baba bile değilsin!"
.  .  .

Sevim'in ağabeyi. Köy Enstitülü babam. Bir eğitim efesi... Öğrencileri kızanları. Yıllar var. Enstütülü efe yok. Kardeşi yaşıyor. İçli hatıralarıyla. Dilinde her daim.  Zeybeğin türküsü: "Dağlar yoldaşın gibi. Sana ne mutlu efem."

Efe gitti. Bir bir. Çekip çekip gittiler. Gidiyorlar. Er kişiye. Efelere selam olsun. Ve dağlara. Okullara. Üniversitelere. Tarlalara, bağlara. Atölyelere. Şantiyelere. Hiçbirini ayırmadan... Oraların erlerine, er kişilerine, efelerine... Gönüllere doğsunlar. Bayramları olsun.  Kutlu olsunlar. Oynasınlar. Diz vursunlar. Yansın cepkenleri. Günleri mutlu olsun.  

Babalar Günü, Efeler Günü Kutlu Olsun.

Hasan Oğuz Bilgen, 14.06.2020, Kula-Merkez-Dörteylül 

https://www.youtube.com/watch?v=kujBCCEwIZw&list=RDMM&start_radio=1&rv=m1spyDwMHi8


Gerekli bir not: Bizim demirci ustası Arif de, son günlerde, balkonumdaki serçeler gibi feryat figan... "Sesin soluğun çıkmaz oldu, bizim oğlan..." mealinde sürdürüyor sitemini. "Bizim oğlan!" diyor, "Dost var düşman var. Ara sıra da olsa, yaz yakıştır. Döktür meramını. Lafını esirgeme... Mazallah, (evde kalmış, ruhsal sorunları felan mı var) derler.  Soluk almadan hemen ekliyor.  Çok da inanırlar ya?!"  
Telefondaki kahkahası içimi açıyor, yüreğimi ferahlatıyor. 
İyi ki varsın ustam, ustalarım..  Yaşamın içindekiler. Hayatı gerçeğinde yaşayanlar. 
Emek dostları. İyi ki varsınız. Omuz başımda. Bir soluk ötemde. 
İyi ki yanımdasınız.
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder