15 Haziran 2020 Pazartesi

BİRLİKTE YÜRÜMENİN GEREKLİLİĞİ ÜZERİNE (1)

BİRLİKTE YÜRÜMENİN GEREKLİLİĞİ ÜZERİNE  (1)

                                                                                          Maslahat-ı alem,
                                                                                          Dört şeye olmuş bina,
                                                                                          Ben yiyeyim sen yeme
                                                                                          Ben iyiyim sen fena.



İnsanlığa "medeniyet" diye yutturulmaya çalışılan, -mevcut- vahşi düzenin geçtik adaletsizliğini, ne iflah olmaz bir barbarlık olduğunu, 'Kapital' ile yeryüzü insanının gözünün önüne seren, çok insanın ünlü sakallı fotoğrafından tanıdığı K.Marks'tan söz açıp konuya girmenin tam da zamanı aslında.
Biz yine de, 'yerli ve milli' sınırların içinde kalalım. Hem, belki kendi gerçeğimizle, kendi değerlerimiz ve kendi geçmişimizle konuyu daha iyi anlatabilir, anlayabiliriz.

Bu topraklarda 'aykırı' ve 'ileri' gidenlerin payına düşen yasak-sopa-komplo menüsü, -anlaşılabilir olacağı üzere- 1923 tarihi kadar eskidir. Öyle "1951 Tevkifatı"na kadar gitmeye hiç gerek yok. 1970'lerde "yabancı ideoloji"ye kanıp "vatan haini" olduk, 1980'lerde anarşiye karışıp "bölücü"... 90'larda acımızı daha da büyüttüler. Kurşun bir o kadar derine gitti ki; çıkarabilmiş değiliz. Gecenin bir vakti alınıp götürülenler bir daha geri gelmedi. Analarımız kapanıp acılarını yaşayacakları mezar aradılar. Yerlerde, saçlarından süründürülmeleri pahasına, inatla kapı kapı sormayı, dişle tırnakla yok edilmiş evlatlarını, evlatlarının adası/paftası olmayan mezarlarını aramayı sürdürüyorlar hala.

Auschwitz'den filan söz etmiyoruz. Makarası tekrar tekrar başa sarılıp, zorbalıkla izlettirilen kederli film, bir İkinci Dünya Savaşı belgeseli değil.

"Şanlı tarihimiz"de, mesela bir de asit kuyularımız var bizim. Baskıya dayanamayıp dağa giden canından kanından olma evladını koruyor diye, insanlarımızın kemiklerinin dahi eriyip, sadece yanmış giysilerinin çıktığı kuyular... "Camide içilen birayı" gören/duyuran boyalı basının haber niteliğinde bile görmediği ve üzerleri muktedirlerce kara propaganda ile örtülen kuyulardan söz ediyoruz.

Seyahat klasiğidir: Yurtdışına gidildiğinde bir ritüele uyulur.. Şimdilerde, haklı olarak müze haline getirilmiş 'gaz odaları', devasa 'fırınlar' gezilir. Fotoğraflar filan çekilir, altlarına içli/dokunaklı ciddi sözler yazılır: İçlerine girdiğimde, kendimi yananların yerine koydum... İnanmayacaksınız üşüdüm. Kanım dondu!

Ülkeye gelince fabrika ayarlarına geri dönüyorlar, bir rehavet basıyor. Resim çekme, belgeleme merakı sönüyor. Üşüyen ruh, donan kan, coşan hissiyatlar sahillerde havuzlarda, soğuk bira marifetiyle yatıştırılmaya çalışılıyor.

Bu durum, 1991'de milletin meclisinden, yine milletin oyları ile seçilmiş vekillerin enselerinden bastırılıp çıkarılmalarından, içeri tıkılmalarından bu yana, kanıksanmış, artık 'normal' kabul edilen bir gerçek. 

Şakaysa şaka. İroniyse ironi; ne derseniz deyin alıştık artık:  Hesapsız kitapsız, bahanesiz, eğriliğini doğruluğunu, yersizliğini ve zamansızlığını asla tartışmadan, 'Adalet Yürüyüşü'nü karşılamak için Kartal'daydık. Tipik bir İstanbul sıcağı idi. Ortalık hayli ısınmıştı. Çok güzeldik; sarılıp kucaklaşıyor, adeta bayramlaşıyorduk. Tıpkı 'Gezi'de, o unutulmayan fotoğraf karesindeki gibi el ele tutuşmuştuk. Altına sürekli odun atılıp fokurdatılan cadı kazanından birlikte kurtulmaktı muradımız.

'Amaa, onlar da öyle dedi', 'Şurada bizi yalnız bıraktılar' mealinde 'Amaa...' ile başlayan arızalı cümleler kurmuyorduk. Olduk olası, 'Aklın yolu birdir' sözüne inanmışlığımızdan olacak, o haklı yürüyüşün orada bitmeyeceğini, Edirne'ye kadar devam edeceğini sanıyorduk. Ne ki, "Bitti. Buraya kadar. Oyuna gelmeyelim." denildiğinde, orada -ve ondan sonra- yaşadığımız tam bir düş kırıklığı idi.
O gün, bu gün... Daha ilkokul sıralarında, sayıların alt alta yazılıp toplanması sonucundan büyük rakamların, hatırı sayılır bir gücün çıkacağını öğrenenler, her şeye karşın, "Ama" ile başlayan arızalı cümleler kurmamaya özen gösterdiler.

Her şeyi tüketmeye, ille de bir günah keçisi aramaya alışmışız bir kez. Yıllar aktı gitti. 2000 yılının ilk yirmi yılını çoktan çarçur ettik bile. Gün geldi, dayandı. Yelpazenin olanca genişliği içinde, muhalefet cephesinin gündemine, birlikte kurtulmayı, birlikte nefes almayı oturtamaması nedeni ile manzara aynı manzara... Bir farkla. Ensesine basılıp derdest edilen vekiller arasında, "oyuna" gelmemeye çalışan farklı siyasal kimlikli bir muhalif vekil de var.

Darılan darılsın, sevene de sövene de selam olsun... Bu fokurdayan, imansız Gayya kuyusundan, HDP'lisi ile CHP'lisi ile, yazarı-çizeri, okuru-cahili, Beşiktaş'lısı Çarşı'lısı ile kurtulmamıza katkı sunacaksa, etmediğinizi, söylemediğinizi komayın... Hatta, yararı olacaksa "HDP'nin ne olup ne olmadığını yüzyılın sonuna kadar tartışın." (Çarpıcı, özlü sözleri üreten kıvrak zekadır. Bkz.M.Ender Öndeş)
Lakin siz siz olun, yarın yanı başınızdakinin, belki de sizin ensenize çöküldüğünde asla şikayet etmeyin.

Gün, bu gün... "Bitti, buraya kadar" demiyenler, Edirne'den Hakkari'den -hoş, an itibari ile anında enselerine basıldı ya- yürüme, yola devam etme kararındalar. İşin güzelliği, şimdi "yürürken tartışma, tartışırken yürüme" önerisi gibi, toplumsal gereksinimlerle buluşabilecek yerinde ve doğru düşünceler de var.  Ne demişti K.Marks: "Bin kere düşüneceğinize, bir kere yapın..."

Yakın tarihte, 15-16 Haziran'da, işçi sınıfı da böylesi bir mücadele azmiyle yürümüş, bin kere düşünmektense bir kere yapmıştı.

Umutlanmamak elde değil... Bu işin sonunda yine sopa olsa da...

Hasan Oğuz Bilgen, 16/06/2020, Ahmetli-Tatarocağı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder