27 Temmuz 2020 Pazartesi

MONCADA KIŞLASI, KORE DAĞLARI ve NURETTİN GÜRATEŞ



MONCADA KIŞLASI, KORE DAĞLARI ve NURETTİN GÜRATEŞ

26 Temmuz 1953...
27 Temmuz 1953...
28 Temmuz 1978...

Tarih içinde olaylar, olaylar içinde anılar şimdilerde körelmeye yüz tutmuş belleğimizin, deyim yerindeyse 'vermeye' ve 'karşılıksız sevmeye' hazır vefalı bekçileridir.

Salt bekçilik değildir görevleri...
Harekete geçirmeye, sizi ve düşüncelerinizi tazelemeye, yeşertmeye her daim hazır, oralarda bir yerlerde sabırla beklerler. Suskun halleriyle "olaylar burada, insanlığın tarihinde yazılı duruyor. Siz neredesiniz?" der gibidirler.

26 Temmuz 1953. Bu tarih, abartısız tüm Karayipler semalarını aydınlatan, Küba Devrimi'nin işaret fişeğidir. O tarihte, Fidel ve Raul Castro, Camilo Cienfuegos'un da aralarında bulunduğu Küba'ya aşık sosyalistler, kendilerini ateşe atarlar. Fulgencio Batista'nın başında olduğu diktatörlüğü ile yüzleşmek için Santiago de Cuba ilindeki Moncada Kışlası'na baskın düzenlerler. Gerilla baskını başarısızlığa uğrasa da, sonradan Küba'nın yoksul halkını sosyalizm gibi bir adil sistemle buluşturacak olan devrimin miladı olarak benimsenir. Küba emekçisinin hakkı olan bu zaferi gerçekleştirenlerin adı, bu nedenledir ki "26 Temmuz Hareketi"dir.

27 Temmuz 1953. Sırf, tapındıkları emperyalist efendilerinin gözlerine daha iyi girebilmek ve savaş örgütü NATO'da kabul görmek için, TBMM saf dışı bırakılarak, koşa koşa girilen Kore Haksız Savaşı'nın sona erdiği tarihtir. İçlerinde Menemen-Emiralem köyünden Mehmet onbaşı'nın da bulunduğu Anadolu gençlerinin, Kore'ye gönderilmesi teklifi, Amerikan Emperyalizminin Menderes hükümetine yaptığı 'ahlaksız bir teklif'tir. Ahlaksızca da kabul görmüş, onbinlerce kilometre uzaklıkta yüzlerce Anadolu kuzusunun kanına girilmiştir. Anılan tarih, haksız ve dahi ahlaksız, emperyalist işgal savaşının bittiği tarihtir.

28 Temmuz 1978. Resmi tarihin ezberlettiği, dikte ettirdiği olayların gerçeğini ve iç yüzünü dillendirmek cesaret ister. Bırakın Küba'yı, Kore'yi... Kimin "bebek katili" olup olmadığını yazmak, söylemek, anlatmak için vicdanınızla cüzdanınızın arasına sıkışmamanız gerekir. Bunu da geçtik... Öncesi de var; kırk iki yıldır harından hiçbir şey yitirmeden, yüreklerimizde yanan bir ateşi, bir Nurettin Gürateş'i anlatmak her babayiğidin harcı değildir.

Öylesi bir devrimciyi anlatabilmek için, çokça da onu tarihteki hak ettiği yere oturtup onurlandırmak adına, Moncada'ya, Kore'ye filan sığınıyorsunuz. Dedik ya, kimi insanlar vardır, anlatmak zordur. Son gününe dek beraber olduğunuz, benim diyen insanın ümüğüne bir yumruk gelir oturur. İnan olsun, "Fidel'i yaz, onu anlat" dediklerinde bile, o yumruk ümüğünüzde yoktur.

Onun için "Çok kitap okurdu" anlamında laflar etmek klişe laflardandır. Okuduğunu yutar, sindirir, yetmez oda arkadaşına, sıra arkadaşına, yol arkadaşına anlatırdı. Çoğumuz, Gine'de Devrim-Amilcar Cabral'ı, Carlos Marighella'yı, bizim Guevara'yı ondan öğrenmiştir. Bu nedenle, adının sonuna haklı olarak "hoca" sözcüğü eklenmiştir.

Burada anlatım biraz daha kolaylaşıyor... Bu yazı bir abartı, bir güzelleme yazısı olmadığından daha da rahatlıyoruz. Öncelikle "Hoca", her fırsatta İ. Gonçarov'un Oblomov'unu anarak, sere serpe yattığı yerden kitap okurdu. Bir ara durur, külü uzamış sigarasından derin bir nefes çekip tekrar kitabına dalardı. Bir vakit, çat diye kitabı kapatıp, en sevdiği şarkıyı, "Gurbet o kadar acı. Ki ne varsa içimde. Hepsi bana yabancı. Hepsi başka biçimde" dizelerini de mırıldandığı olmuştur.

Onu tanımayan, bilmeyen biri, onun bu kitap okuma ve 'eğitim çalışması' tarzına bakıp, en amiyane tabirle dalga/dümen geçtiğini sanabilirdi.

Fidel'in, Camilo'nun, Granma'nın, Moncada'nun sözü açıldığında -konuşulmayan, anılmayan, Maltepe sigarasının dumanına boğulmadığımız hiçbir gece yoktu ki- ondan başka hiçbir erkeğe yakıştıramadığımız gül yanakları kızarır, o gün için hiç birimizde olmayan gür bıyıklarını yolardı. "Hoca bırak, güzelim bıyıklarına yazık" denildiğinde de, "Bırrrak ya..."deyip, konuyu şakaya vuruşu, onunla aynı hayatı paylaşanlarca çok iyi bilinir.

Konunun başındaki ikinci tarihle ilgili tepkisi oldukça manidar ve de paylaşılmaya değerdir. "Kore dağlarında tabakam kaldı. Mapus damlarında özgürlüğüm" türküsü o yıllarda ünlenmiş olsaydı, inanın "Gurbet"ten sonra, dilinden düşürmediği türkü bu türkü olacaktı.

Surkent'in sisli/puslu bir akşamı...Yoksulun Bağlar semtinde bir öğrenci evi... Sırt üstü uzanmış kitabını okuyan, sigarasının külü yatağına düşmeye ramak kalmış yoluk bıyıklı, gül yanaklı dolgun göbekli bir genç adam... Karşı yatakta, ev arkadaşı, tıfıl/sıska bir genç çocuk. Muzırlık bu ya... Alakasız konularla "Hoca"yı kaşıyıp duruyor!  "Biliyor musun? Benim büyük dayım hiç dönememiş, Kore dağlarında kalmış!" Hoca'nın hep o gamsız, tasasız, umursamaz tavırlarıyla adı bir kez çıkmış ya!  Bu kez öyle olmuyor. Yatağından doğruluyor, kitap kapanıyor, neredeyse saygı duruşuşuna geçti geçecek... "Annenin dayısı ile övünmelisin. Ona acıma. Unutma. Sen doğru yerdesin" diyor. Tıfıl/sıska çocuk, 'Hoca'nın normalde hep gülen, sevecen gözlerinin nasıl dolup derinlere çok derinlere gittiğinin, o an ayırtına varıyor.

28 Temmuz 1978. Sarı sıcak Adana cehennemi... Nurettin Hoca, soluğunun ve de gücünün tükendiği, kuvvetli olasılıktır ki eylem adımları ile koştuğu onurlu yolun sonunu gördüğü, dermansız yüzü koyun uzandığı asfalttan, onu derdest etmek için üzerine gelen, ama ona yanaşmaya da cesaret edemeyen Adana'nın muhafazakar, gerici esnafına -aslında uğruna savaştığı insanlara- son bir kez bakar.

Yoldaşı onu omuzlamak için omuz başındadır.

Duyulan, bilinen ve dahi akıllara kazınan son sözü "Benden bu kadar. Beni bırakın. İşinize bakın." olacaktır.

Nurettin Gürateş  hiçbir yol arkadaşını yarı yolda bırakmadı, hiçbir yoldaşı da onu ortalık yerde...

Dosta da düşmana da, sevene de sövene de selam olsun. Ne var ki, ne demişti şair "Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun."

Hasan Oğuz Bilgen, 28 Temmuz 1978, Menemen-Emiralem.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder