DOSTUM TEKİLA ‘ADİOS’!
Bu güne dek ‘kadim’ sözcüğünü hiç
kullanmamışsınız. Dahası, başına bu
sözcüğü getirdiğiniz bir dostunuz bile olmamış. Bencileyin, bu biraz da eski
ağızla, ‘ihtiyatlı’ olma hali. Zayıf yerde, yanlış zamanda
kullandığınızda, geri dönüşü, geri dönüşünüz olamıyor. Sözün özü, sözcük -o taş misali- yerinde de
ağır, savrulduğu, gittiği yerde de ağır. Ölçülü, seçici olmak yararlı…
Derken, kendinizi TDK sözlüğünü karıştırırken
yakalıyorsunuz. ‘Çok eski, ezeli ve başlangıcı olmayan’ diye yazmış, dil uzmanı. Orada, bir yakalanma daha oluyor; dün ‘başlangıcı’
belli olan, -elli yıllık- dostunuza yaptığınız doğum günü kutlaması. Tık yok… Neyse ki, başına kadim getirmemişsiniz.
İyi yanı bu. Komik yanı; iletiyi başka
dostların beğenmesi. Sanal alemin ne
menem bir şey olduğunu, oldum olası anlayamadınız gittiniz!?
Başınızı, kalemin silgi tarafı ile kaşırken, çakan
şimşek birkaç yıl önceye götürüyor. Orada bir yerde, günün her saati -özellikle
insanlara karşı- dikkatli, her kemik atana önce ters bir bakış fırlatan, başı
gibi kuyruğu her daim dik, patlak egzozlu arabalara homurdanan bir canlı duruyor.
Birileri ona köpek diyor. Sizinkisi sevmekten öte bir şey. ‘Tekila’ diyorsunuz.
Onunla yollarınız kesiştiğinde 5-6 aylıktı. Abartısız tam bir hafta boyunca,
size havlayıp durmuştu. O bir haftalık
huysuzluk halinde, öncelikle onu “satan” ilk sahibine ver yansın, şimdikine de
amansız bir öfke vardı. Sonunda, her ne
olduysa, aslında Cengiz Aytmatov hocanın -Sevgi Emektir- sözünün kanıtlanmasından başka
bir şey olmayan, adına dostluk, yarenlik denilen bir gerçeklik çıktı ortaya. Belediye
veterineri çocuk, aşılarını yaptıktan sonra kimlik defterine ‘Meksika finosu’
diye yazar. Hepimizi güldüren bir espri
yapmaktan da geri durmaz: “E. Zapata’nın adamı belli… Yerinde duramıyor; Meksika dağlarına alışmış bir eşkıya.”
Parlak siyah renklidir. Çenesinin altından göğsüne, oradan ön
ayaklarının arasına dek inen, ince uzun bölge yine parlak beyaz tüylerle
kaplıdır. İkinci aşısını yapan aynı veteriner, esprisini
sürdürüyor: “Soylu ve de gururlu hayvan
canım.. Şantiye koşullarında bile kravatından vazgeçemiyor!”
Tekila’nın ilk yaş gününü şantiye hurdalığında
kutlarlar; evi oradadır. Tel boyunca ağızları sulanarak hurdalığı süzen,
düzenin eseri esmer çocukların -göz açtırmayan- amansız takipçisidir Tekila… Sonra,
bir başka şantiye, başka emekçi dostlar. İşçileri nedense pek sever. Gri iş
giysilerinde aynı ortak iş gücünün, aynı vücut terinin aynı kokusu vardır. Tekila,
kendisine ‘merhaba’ diyen, paslı sakallı adamların yırtık, sarı iş eldivenlerinden
gözlerini alamaz. Mutlaka her birinin gözlerinin içine içine bakar. Havlamaz.
İlk bakışta Tekila, ‘ters, kızgın, huysuz’ bir
hayvandır. Sabahları börek, boyoz satan, alın teri deyip işçinin de sahiplendiği
sessiz, dilsiz biri vardır. Garibim, satılmayan,
gevreği boyozu, çoluğuna çocuğuna götürmez; her kezinde getirip Tekila’ya verir. Bu, aylarca
böyle sürer. Tekila, yalakalık yapacağı
yerde, ortalığı yıkar, zincirlerini koparacak olur. İşçi, ‘Tekila bu işte… Asabi
hayvan!’ der geçer. Ta ki, kolladığımız adamın, ‘iki ayaklıların merkez ilçe
teşkilatından’ olduğu anlaşılana kadar!.. Bizim demirci Arif’i yatar halini
gören yoktur. O gün, koca usta gülmekten
yerlere yatar.
İçindeki -şaşkına dönmüş- Tekila ile birlikte,
suntadan yapılmış koca kulübeyi havalara kaldıracak olur.
Onun yaşamı da, çokça sizin sürgün tarzı gurbetçi
yaşantınıza benzer. ‘Yazgı’ diye bir şey varsa, belki de budur. “O şantiye
senin, bu ev benim” mealinde bir yaşantı. Tekila, dostunu asla bırakmayacaktır.
En son, bahçesinin önüne bağlandığı kiralık ev. Sabahın köründe işe
gidiyorsunuz. En azından kendini koruması için, zincirini çözseniz bir türlü,
çözmeseniz… Bağlasanız size küser, gelen
geçene sarar, patlak egzozlu motorlara köpürür. Yan komşu, belediye zabıtası
Osman’a iyice gıcık olur. Dayanamaz bırakırsınız… Meksika dağlarının serbestliğini bir türlü
unutamamış özgür ruh, zamanla aylaklığa alışır.
Siz, bir akşam vakti, çok sevdiği yiyeceği ‘gril ızgara’ ile birlikte -biraz mahcup- alelacele geldiğinizde artık
çok geçtir. Yoktur.. Terk etmiştir.
‘İkinci tekil şahıs’ tan, ‘Birinci tekil şahıs’ a…
Tekila beni, böyle bir ağustos sıcağında bırakıp
gitti. Haytam benim. Tutsaklığı ve yalnız bırakılmayı içine sindiremeyen özgür
ruhum. Nasıl desem, nasıl anlatsam? Siz şimdi, gözleri kör olsun o şarkıların, hep
karşı cinse bestelendiğini ve hep karşı cinsi anımsattığını mı sanırsınız? “Geç buldum, çabuk kaybettim” der biri. “Kapın
her çalındıkça, o mudur diyeceksin” diye kendine sorar bir diğeri.
İnsan ya da hayvan. An gelir, düşlerinden, kendinden sakındığı
canını bile ardına koyar gider. Böyle de
bir yakıcı gerçeklik olduğunu, tam da bu denli sıcak günler öğretir adama. İkimiz
için de belki en iyisi. (Bir Yeşilçam repliğini yinelemiyorum) Ya ölüm
ayırsaydı, ölümünü görseydim. Dayanamazdım.
Pek emin değilim de; yaşıyorsan benden yana endişelenme. Bildiğin gibi, sürgün hayatım devam ediyor. Sevgili ülkemin şu sıcak gündeminde, ikliminde, bu güne dek kaldığım mekanların en
iyilerinden birinde olsam da, dostların bolca olduğu o zamanları özlemiyor değilim.
Neyse ki, başımda, en azından infazımı koruduğunu sanan komik bir memur
yok. Çarşıya çıkmak için dilekçe filan
da vermek zorunda değilsin. Cavit’ten (Pardon, Covit olacaktı.) ürküp tırsman
gibi bir zayıflığın yoksa kendini yollara vurup, alt sokaktaki emekli parkında
pinekleyebiliyorsun. Tam bir “azatlık”, bir bakıma gözden çıkarılmışlık durumu
anlayacağın.
‘Nicelerini yattık, cezamız yine de bitmemiş’
dedirtse de; an itibari ile yaşamımın iyi tarafı bu kadarla da değil. Bardağın dolu yanı, ‘Mavi Gözlü Dev’in çok
sevdiği karısı Münevver’e mektubunda, “Okumayı
söküyor tembel oğlun” diye yazdırttığı güzellikte. Yakınımda, semtin adı ile anılan bir üniversite hastanesi
olduğundan, sana söz etme fırsatım hiç olmadı. Bir de benim, sanal engelli halimle dalga
geçer, alay eder canım dostlarım. İnanmayacaklar. Oranın, Anatomi AB.D. başkanlığı
ile yaptığım çok eski bir sözleşmenin, int. üzerinden güncellemesini bile yapabildim.
Üstüne üstlük “teyit” bile ettiler.
*
*
*
Meksikalı dostum, sevgili Tekila’m. Şimdi tüm bunları geçelim. İnanan inansın ki,
bu kadar laf kalabalığına, bırak demirci ustasını onun çırağı bile itibar
etmez. Klişe bir söz var, bülbülün çektiği dili belası diye.
Son bir kez.
Sen biliyorsun; bir türlü ayrılamadığım
şantiye akşamlarında seninle derdine boğulduğum bir konu var. Gözlerimin içine
bıkıp usanmadan dakikalarca “sen ne biçim adamsın” dercesine yürekten bakabilen
bir sen vardın.
Şimdi bak. Yangın yeri uykularımın, alacakaranlık
kuytuluklarında hep aynı düşü görür oldum. Aynı düşün aynı yerinde, henüz yaşını
doldurmamış iki yavru var. Her kemik atana yılışıp yalakalık yapmayan, başı dik
kuyruğu dik, ne rastlantıdır her ikisinin de boynu beyaz
kravatlı iki suskun siyahi…
Şimdi, söyle bana.
Söz, aramızda kalacak. Yavruların
mıdır onlar?
Hasan Oğuz Bilgen, 16.08.2020. Mağnissa-Üçpınar
Beldesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder