16 Ağustos 2020 Pazar

MEKSİKALI DOSTUM TEKİLA "ADİOS"

 DOSTUM TEKİLA ‘ADİOS’!

Bu güne dek ‘kadim’ sözcüğünü hiç kullanmamışsınız.  Dahası, başına bu sözcüğü getirdiğiniz bir dostunuz bile olmamış. Bencileyin, bu biraz da eski ağızla, ‘ihtiyatlı’ olma hali. Zayıf yerde, yanlış zamanda kullandığınızda, geri dönüşü, geri dönüşünüz olamıyor.  Sözün özü, sözcük -o taş misali- yerinde de ağır, savrulduğu, gittiği yerde de ağır. Ölçülü, seçici olmak yararlı…

Derken, kendinizi TDK sözlüğünü karıştırırken yakalıyorsunuz. ‘Çok eski, ezeli ve başlangıcı olmayan’  diye yazmış, dil uzmanı.  Orada, bir yakalanma daha oluyor; dün ‘başlangıcı’ belli olan, -elli yıllık- dostunuza yaptığınız doğum günü kutlaması.  Tık yok… Neyse ki, başına kadim getirmemişsiniz. İyi yanı bu. Komik yanı;  iletiyi başka dostların beğenmesi.  Sanal alemin ne menem bir şey olduğunu, oldum olası anlayamadınız gittiniz!?

Başınızı, kalemin silgi tarafı ile kaşırken, çakan şimşek birkaç yıl önceye götürüyor. Orada bir yerde, günün her saati -özellikle insanlara karşı- dikkatli, her kemik atana önce ters bir bakış fırlatan, başı gibi kuyruğu her daim dik, patlak egzozlu arabalara homurdanan bir canlı duruyor. Birileri ona köpek diyor. Sizinkisi sevmekten öte bir şey. ‘Tekila’ diyorsunuz. Onunla yollarınız kesiştiğinde 5-6 aylıktı. Abartısız tam bir hafta boyunca, size havlayıp durmuştu.  O bir haftalık huysuzluk halinde, öncelikle onu “satan” ilk sahibine ver yansın, şimdikine de amansız bir öfke vardı.  Sonunda, her ne olduysa, aslında Cengiz Aytmatov hocanın -Sevgi Emektir- sözünün kanıtlanmasından başka bir şey olmayan, adına dostluk, yarenlik denilen bir gerçeklik çıktı ortaya. Belediye veterineri çocuk, aşılarını yaptıktan sonra kimlik defterine ‘Meksika finosu’ diye yazar.  Hepimizi güldüren bir espri yapmaktan da geri durmaz: “E. Zapata’nın adamı belli… Yerinde duramıyor;  Meksika dağlarına alışmış bir eşkıya.”

Parlak siyah renklidir.  Çenesinin altından göğsüne, oradan ön ayaklarının arasına dek inen, ince uzun bölge yine parlak beyaz tüylerle kaplıdır.   İkinci aşısını yapan aynı veteriner, esprisini sürdürüyor:  “Soylu ve de gururlu hayvan canım.. Şantiye koşullarında bile kravatından vazgeçemiyor!”

Tekila’nın ilk yaş gününü şantiye hurdalığında kutlarlar; evi oradadır. Tel boyunca ağızları sulanarak hurdalığı süzen, düzenin eseri esmer çocukların         -göz açtırmayan- amansız takipçisidir Tekila… Sonra, bir başka şantiye, başka emekçi dostlar. İşçileri nedense pek sever. Gri iş giysilerinde aynı ortak iş gücünün, aynı vücut terinin aynı kokusu vardır. Tekila, kendisine ‘merhaba’ diyen, paslı sakallı adamların yırtık, sarı iş eldivenlerinden gözlerini alamaz. Mutlaka her birinin gözlerinin içine içine bakar. Havlamaz.

İlk bakışta Tekila, ‘ters, kızgın, huysuz’ bir hayvandır. Sabahları börek, boyoz satan, alın teri deyip işçinin de sahiplendiği sessiz, dilsiz biri vardır.  Garibim, satılmayan, gevreği boyozu, çoluğuna çocuğuna götürmez;  her kezinde getirip Tekila’ya verir. Bu, aylarca böyle sürer.  Tekila, yalakalık yapacağı yerde, ortalığı yıkar, zincirlerini koparacak olur. İşçi, ‘Tekila bu işte… Asabi hayvan!’ der geçer. Ta ki, kolladığımız adamın, ‘iki ayaklıların merkez ilçe teşkilatından’ olduğu anlaşılana kadar!.. Bizim demirci Arif’i yatar halini gören yoktur.  O gün, koca usta gülmekten yerlere yatar.

İçindeki -şaşkına dönmüş- Tekila ile birlikte, suntadan yapılmış koca kulübeyi havalara kaldıracak olur.  

Onun yaşamı da, çokça sizin sürgün tarzı gurbetçi yaşantınıza benzer. ‘Yazgı’ diye bir şey varsa, belki de budur. “O şantiye senin, bu ev benim” mealinde bir yaşantı. Tekila, dostunu asla bırakmayacaktır. En son, bahçesinin önüne bağlandığı kiralık ev. Sabahın köründe işe gidiyorsunuz. En azından kendini koruması için, zincirini çözseniz bir türlü, çözmeseniz…  Bağlasanız size küser, gelen geçene sarar, patlak egzozlu motorlara köpürür. Yan komşu, belediye zabıtası Osman’a iyice gıcık olur. Dayanamaz bırakırsınız…  Meksika dağlarının serbestliğini bir türlü unutamamış özgür ruh, zamanla aylaklığa alışır.  Siz, bir akşam vakti, çok sevdiği yiyeceği ‘gril ızgara’ ile birlikte  -biraz mahcup- alelacele geldiğinizde artık çok geçtir.  Yoktur..  Terk etmiştir.

‘İkinci tekil şahıs’ tan, ‘Birinci tekil şahıs’ a…

Tekila beni, böyle bir ağustos sıcağında bırakıp gitti. Haytam benim. Tutsaklığı ve yalnız bırakılmayı içine sindiremeyen özgür ruhum.  Nasıl desem, nasıl anlatsam?  Siz şimdi, gözleri kör olsun o şarkıların, hep karşı cinse bestelendiğini ve hep karşı cinsi anımsattığını mı sanırsınız?  “Geç buldum, çabuk kaybettim” der biri. “Kapın her çalındıkça, o mudur diyeceksin” diye kendine sorar bir diğeri.

İnsan ya da hayvan.  An gelir, düşlerinden, kendinden sakındığı canını bile ardına koyar gider.  Böyle de bir yakıcı gerçeklik olduğunu, tam da bu denli sıcak günler öğretir adama. İkimiz için de belki en iyisi. (Bir Yeşilçam repliğini yinelemiyorum) Ya ölüm ayırsaydı, ölümünü görseydim. Dayanamazdım.

Pek emin değilim de;  yaşıyorsan benden yana endişelenme.  Bildiğin gibi, sürgün hayatım devam ediyor.  Sevgili ülkemin şu sıcak gündeminde,  ikliminde, bu güne dek kaldığım mekanların en iyilerinden birinde olsam da, dostların bolca olduğu o zamanları özlemiyor değilim. Neyse ki, başımda, en azından infazımı koruduğunu sanan komik bir memur yok.  Çarşıya çıkmak için dilekçe filan da vermek zorunda değilsin. Cavit’ten (Pardon, Covit olacaktı.) ürküp tırsman gibi bir zayıflığın yoksa kendini yollara vurup, alt sokaktaki emekli parkında pinekleyebiliyorsun. Tam bir “azatlık”, bir bakıma gözden çıkarılmışlık durumu anlayacağın. 

‘Nicelerini yattık, cezamız yine de bitmemiş’ dedirtse de;  an itibari ile  yaşamımın  iyi tarafı bu kadarla da değil.  Bardağın dolu yanı, ‘Mavi Gözlü Dev’in çok sevdiği karısı Münevver’e mektubunda,  “Okumayı söküyor tembel oğlun” diye yazdırttığı güzellikte.  Yakınımda, semtin adı ile anılan bir üniversite hastanesi olduğundan, sana söz etme fırsatım hiç olmadı. Bir de benim, sanal engelli halimle dalga geçer, alay eder canım dostlarım. İnanmayacaklar. Oranın, Anatomi AB.D. başkanlığı ile yaptığım çok eski bir sözleşmenin,  int. üzerinden güncellemesini bile yapabildim. Üstüne üstlük “teyit” bile ettiler.

*  *  *

Meksikalı dostum, sevgili Tekila’m.  Şimdi tüm bunları geçelim. İnanan inansın ki, bu kadar laf kalabalığına, bırak demirci ustasını onun çırağı bile itibar etmez. Klişe bir söz var, bülbülün çektiği dili belası diye. 

Son bir kez.  Sen biliyorsun;  bir türlü ayrılamadığım şantiye akşamlarında seninle derdine boğulduğum bir konu var. Gözlerimin içine bıkıp usanmadan dakikalarca “sen ne biçim adamsın” dercesine yürekten bakabilen bir sen vardın.  

Şimdi bak. Yangın yeri uykularımın, alacakaranlık kuytuluklarında hep aynı düşü görür oldum.  Aynı düşün aynı yerinde, henüz yaşını doldurmamış iki yavru var. Her kemik atana yılışıp yalakalık yapmayan, başı dik kuyruğu dik, ne rastlantıdır her ikisinin de boynu beyaz kravatlı iki suskun siyahi…

Şimdi, söyle bana.  Söz, aramızda kalacak.  Yavruların mıdır onlar?

 

Hasan Oğuz Bilgen, 16.08.2020. Mağnissa-Üçpınar Beldesi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder