3 Ocak 2023 Salı

DÖRT YILBAŞI... DÖRT ÇİFT AYAKKABI...

 

DÖRT ÇİFT AYAKKABININ OMUZLARIMIZDAKİ AĞIRLIĞI.

Kutlu/umutlu olsun, yarasın; eski deyimle üzerimize "afiyet".  Sanaldan rakı/balık görsellerine doyduğumuz gündemi karışık ülkemde, iğrendikleri ayaktakımına ve baldırı çıplaklara zehir zıkkım edilen bir yılı daha geride bıraktık...

Abartı gelmesin, masal ya da güzelleme hiç değil... Fazlası var eksiği yok, yirmi yedi yıl başını kör bir delikte "hoş geldi sefa geldi" ile karşılamış, Güney Afrika'lı eski bir hapishane ağacının "Yenilgi ve ölüm, kendinizi umutsuzluğun rehavetine, yılgınlığın alaca karanlığına bıraktığınızda gelir." sözü ile demirci Arif ustanın "Biraz da çiçek böcek yaz" uyarısı arasında sıkışıp kalmak nasıl bir duygudur? 

Dost acı söyler, ne derse doğru eyler. İkisini de incitip darıltmayalım. İlki göçüp gitti... Öğütünü tutamadık, ustamız da bağışlasın, bir kez daha bize gücensin ne yapalım:

30 Aralık 1979. Manisa. Akile Yeşilyurt... Çok sevdiği oğulcuğunu uçurmak için fitili ateşlenip, tek katlı yer evinin ahşap kapısına bırakılan bomba güzel anamızı, "...işte sonunda geldi" tez canlılığı ile koşup açan insanı koparıp götürür bizden. Sisli bir Saz mahalle sabahında, yıkılmış avlu kapısının kıyısına bırakılmış bir çift eski ayakkabı, orada hala durur...

*  *  *

12 Ocak 1982. İzmir-Konak Emniyeti.  Balık istifi, nefes nefese sorgu odalarından birinde. Günahı vebali elbette kendi boynuna;  bir boşboğazın sayesinde tutulup oraya getirilen, Turgutlu köylüklerinden Hasan Yalçınkaya. Ah benim, şimdilerde de görüşüp koklaştığım Hasan abim... Çıkarır ayaklarından kara lastiklerini, atar ortaya. Sorguculara duyurmadan ama, öyle usulca, biraz da sıkılarak. Çok sıkışan, tutamayan varsa, içlerine yapsın diye... Kimsenin başına gelmesin!  Yirmidört saat helaya götürülmemek, yani çişinizi tutmaya zorlanmak nasıl bir eziyet, işkencedir. Canı burnuna, kasıkları patlama noktasına gelmiş hiçbir yoldaş, -bizim, kronik böbrek zoru olan Japon arkadaşımız dahil- celladını güldürmemek, alçaklara alay konusu olmamak için, o öpülesi bir çift kara lastik ayakkabıya işemeyi aklına bile getirmez.

*  *  *

Ocak 1984. Kadim kent Sur. Yangın yerlerinden, o cehennem, o uğursuz mekanın tekinsiz izbeliklerinden birinin konuğu, şimdilerde yaşadığına, girdiği yeni yıla ve geldiği yaşa ilenen, kim kez içerleyip kendini kahreden, "mağdur değil, tarafım" diyen bir iflah olmaz. Hüzünlü ozanın 'Ağla, sevgili yurdum ağla' dediği ülkemin kuytuluklarında, düşleyebileceğinizden ve de romanlarda yazılanlardan fazlası yaşandı.

Otuz gün boyunca gözbağları sorgu saatleri dışında, ancak hücrede açılır;  ne ki orada da gün ışığı olmadığından hiçbir işe yaramaz. Bir Kürt olan hücre arkadaşı, kendisi gibi yoldaşlarını ve kaldıkları evleri ele vermesi için, gündüzlerin gecelere karıştığı sonu gelmeyen saatlerde işkence görmektedir.    

Zamanın uzayıp gittiği bir gün, suskun hücre arkadaşının sorguya götürülmesinin üzerinden kaç saat geçtiğini kestiremez. Zaman kavramını yitirmiştir. Bir zaman;  keko yumruk ve küfürlerle, ite kaka getirilip hücreye boş bir çuval gibi atıldığında sırılsıklamdır. Zayıf kolları Filistin Askısı'ndan cansız/duyarsızdır. Hücre kapısı kapanır kapanmaz kekonun kıpırtısız bedenin yoklar. Anlamaya çalışır. Kollarının durumunun ayırtına varınca da masaj yapar.  Moral olsun diye uzamış sakallarını okşar. Keko ise, durumuna aldırmaksızın, kulağına yarım yamalak Türkçe'siyle: 

"Asla teslim olmadığını, sonunda ölüm de olsa katlanacağını" fısıldar. Onca alçak gönüllülüğü ile "Onun da korkmamasını, bir gün İzmir'e kavuşabilirse, oradaki -Egeli- dostlarına enternasyonal selamlarını iletmesini" öğütler.

Zifiri tabutlukta, amansız yöntem ve tekniklerle dolu saatler, günler geçer. Dipsiz, bitimsiz, boz bulanık zamanın fısıltı ile konuştukları bir anında, kıvırcık sakalı uzamış, sıcak soluklu adam bir sır verir gibi aniden: "Beni götürecekler, bir not ele geçirdiler, bir randevu notu... Beni canlı yem olarak kullanıp, ateşin içine atacaklar. Senden dileğim; bir gün sağ salim memleketine geri dönebilirsen, arkadaşlarımıza, yoldaşlarımıza, devrimcilerin bu topraklarda da cuntaya direndiğini, açık faşizmin karşısında diz çökmediğini, her ne olursa olsun mücadeleyi sürdürdüğünü" anlatmandır. 

Ve hiçbir şey söylememiş, hiçbir şey olmamış gibi, çok kısa sürecek, ürkek, tedirgin, eğreti ama karşı konulmaz, arsız bir uykunun kollarına bırakır kendini.

Devrime ve sosyalizme, onlarla gelecek günlerin inanılan bütün değerlerine dair sımsıcak düşlerin yaralı bedenin yaralarını sağaltmaya çalıştığı bir vakit hücrenin kapısı hoyratça açılır. Yüzünü hiç seçemediği, adını bile öğrenemediği, konuştuğu ana dilini bilmediğinden ancak yüreğini paylaşabildiği suskun, ezik bakışlı esmer genci alıp götürürler.

İstem dışı titremelerle sarsılan genç adamın çıplak ayaklarına kara lastiklerini giydirirken, onun "titremem korkudan değil, çaresizliğimden" anlamında bir şeyler söylemeye çalışmasından, onun eksiklendiğini, bu nedenle de mahcup olduğunu anlar. Rahat olması için onun sırtına birkaç kez dokunur. Cellatlarına hiç belli etmeden usulca vedalaşırlar. Duyumsattığı şeyler, coşkusu, hüznü, kahrı ve çaresizliği ile sayfalarca anlatılabilecek bu ayrılış anı, saniyeler içinde başlar ve biter. Uzaklaşan ayak sesleri kesildiğinde yüreği sıkışır. Şimdiden özlediği insan, celladından aman dilemeyen, adı sanı hiç bilinmeyecek devrimcilerden sadece birisidir. 

Karabasanlı, karışık bir uykuya daha yenice dalmış gibi gelse de, saatler geçmiştir. Yarı uykulu kıvrılmışken demir kapının kilidi döner.  Sahibinin arsızca sırıttığını duyumsadığı bir el üzerine yumuşak bir şey atar. "Al işte" der, "O pislikten geriye kalan, çok sıkışırsan içine işe... Benden izin." Aynı arsızlıkla sırıtıp ve kızgın sinirli küfrederek demir kapıyı sertçe kapatır. El yordamı ile anlamaya çalıştığı yumuşak cisimler, burun boşluklarına dolan kanın pıhtılaşmaya başladığı kara lastiklerdir. 

*  *  *

2023'ün ilk günleri. Zeynep Sükeyna Fidancı. On dört yaşının baharını göremeyen bir fidan. Açmaya yaşı yetmemiş gülün beyin ölümü, aslında altı umarsız hasta için beklenmedik bir umardır. Yüreciği 14 yaşındaki hastaya, bir böbreciği 6 yaşındaki bir kız çocuğuna, diğeri yine 6 yaşındaki erkek çocuğuna, korneaları iki hastaya ve karaciğeri 11 yaşında bir umutsuza yaşam olur. 

Antalya'nın bilinmez bir hanesinin kapı eşiğinde, giyilmeye, yani eskitilmeye fırsat bulunamamış bir çift çocuk ayakkabısı gereksinimi olan "nasipli"sini bekler. Tabi ki minik sahibine benzer;  şaşkın, onurlu, alçak gönüllü... 

*  *  *

12 Ocak. Her 12 Ocak... O gün bu gündür, tanımsız bir incecik, ılık/ıpılık kanayan yaradır. Her yıl gelip dayandığında, çöktüğünde zihnimize, bir yerlerde kırılan bir yeşil bahar dalıdır.  O gün bu gündür; aile içinde ve yakın dost çevresinde espri ile karışık hep bir uyarı vesilesi olmuştur:  "Aman ha dikkat... Saçak altından yürüme. Bu gün 12 Ocak..."  Felaket tellalı hiç olmadık da; şimdilerde "Bu kadarı da olmaz!" şaşkınlığı ile az mı karşılaşıyoruz? 

İzmir-Güzelyalı'da, omuzu bol yıldızlı, kelle kesen Hacı Mirza Mahkemelerinden, günümüzün önleri düğmeli cübbeler içindeki imamların "Oraya sordum. Oldu!" mahkemelerine.


Hasan Oğuz Bilgen. 02 Ocak 2022. Güzelyalı-Narlıdere.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder