“24 NİSAN” KESİTİNDE BELLEK YİNELEMELERİ
ve ANIMSAMALAR ( 1 )
Konumuz olmasa da, bir önceki gün, pespembe, cıvıl cıvıl, okullu çocukların “neşe” dolduğu bir gündür. İlle de yüksek bir yerden “23 Nisan” başlıklı şiirler okunur. Bu güzellemeleri büyükler de yapar, farklı kürsülerden. Ancak, ezberin bozulmamasına azami özen gösterilir: ‘Her Türk asker’ doğmakla kalmaz, bir başına ‘dünyaya bedel’ olur. Böyle söylenmeli, aynı mektup okunmalıdır. Tam bağımsızlık ruhu ile, anti emperyalizm eksenli bir yurtseverliğe ve yurttaşlık bilincine pek denk gelemezsiniz.
Ne var ki, konumuz bir sonraki gündür. O, hep “neşe” dolunan günden sonra gelen o buruk, kırılgan gün 24 Nisan. Ardı sıra değişik zamanların, değişik mekanların 24 Nisan’ları.
*
* *
İlki…
Uzak tarihlerden ‘biz hep buradayız/ burada
olacağız’ diyecek olan diğerlerine göre, çok daha masum, çok daha olağan,
tamamen biyolojik bir durumdur, 956 nisanı.
Her birinin başında kavak yelleri,
zıpırlık yaptıkları, ilk gençliklerinde caddelerini eylem adımları ile
geçtikleri, uzun ve tekinsiz gecelerinde kovalamaca oynadıkları kentin ilkyaza
göz kırptığı yeni gününde bir doğum anıdır. Dünyanın Erivan’ında, Sidney’inde,
dilini inancını bilmediğiniz her hangi bir kuytuluğunda da olabilecek,
gerçekleşebilecek bir uyanış durumu.
Ciğer parçasının bayraklarını açarak
aynı okul lojmanı odasını paylaştığı kardeşlerini uyandırdığı an, yeni günün
ilk saatidir. Kardeşleri üzen de budur; doğumun
o “neşe dolan” günde, “23 Nisan”da olmaması…
Tek odalı lojmanının içine düştüğü
merkez köy, tipik Anadolu sofuluğundadır. Köy sosyolojisinde bu elbette
anlaşılabilir. Yakın tarihte ‘AP kalesi’ olarak bilinen kentin yerleşik
halkının ve çarşı esnafının, köyün pamuk ninelerinin ve tonton dedelerinin
tersine, ne denli örümcek kafalı, kara sakallı ve de kötü bakışlı olduklarının
ayırdına ortaokula başladığı yıllarda az da olsa varabilecektir.
Farklı yılların, rastlantıdan başka bir şey olmayan hep nisan günlerinde, belleğinde donup kalmış üç fotoğraf karesinin ruhuna verdiği rahatsızlık, dünyaya, topluma ve insana bakışını biçimlendireceğini, ilerleyen yıllarda siyasal kimliğini belirleyeceğini kim bilebilirdi.
*
* *
Çocuğun gözlerinden gitmeyen o ilk
fotoğraf.
Yer ‘Sarı Binası’ ile ünlü ‘Şehzadeler
Kenti’. Milliyetçilikleri, muhafazakarlıkları
ile kendilerini yere göğe sığdıramayan bol akçeli eşraf takımının mehter marşı,
padişah macunu ile kibirlendikleri, övündükleri 60’lı yılların sonudur.
O karede sürekli homurdanıp küfreden ve
sayıları giderek artan, elleri sopalı ve sıkılı yumrukları ile kontrolsüz, öfke
dolu bir kalabalık vardır. Beyaz Fil binasının önleri…
Sevgiden nasibini almamış öfke selinin
önünde, ablası yaşında, koşar adım genç bir kız. Ağzı salyalı taciz, ilk bakışta mini eteğe gibiymiş gibi görünse
de, aslında insan onurunu, kadının özgür yaşam biçimini tehdit eden planlı bir
nefrettir. Bir ürküntü, bir panik… Kız
korku, şaşkınlık içinde çok kötü bir durumda. Havada bir linç, bir infaz kokusu.
Gemi azıya almış gerici yobazın elinden
kendisini son anda kurtarıp soluğu kentin tek banka şubesi olan eski binasında
alır. Yaşayan tanıklardan bilinir ki, kudurmuş güruhun önünde sadece tek bir
kişi durur. Elinde yuvarlak börek bıçağı ile dikilerek çarşının tek yürekli
aydınlık esnafı olduğunu kanıtlayan, değer bilir, hoşgörü sahibi börekçi
Abdurrahman.
Bizim Ali Rıza’ların, Halil Ducan’ların
henüz yaşları yetmese de, meydan öyle boş, sahipsiz değildir. Öfke selinin
önünde bir Kubilay yürekliliği… İnsana sevgiden ve kadına saygıdan ödün
vermeyen -başta Manisa Tarzanı- parası olmayanın, dükkanın uzak bir köşesinde
reklamını yapmadan, düzenli olarak karnını doyuran, hak hukuk düşkünü
Abdurrahman amca. Hiç durur mu? Başının üzerinde döndürdüğü bıçağın ışıltısı… “Dağılın
ulan” diyor, “Dağ başı mı bellediniz?”
Çileli güzel yurdum! Caddesinin taşına Ali Rıza’mızın kalkmamacasına düştüğü “Beyaz Fil” orada duruyor. İklim aynı iklim; linç aynı linç… Umutsuzluk mu? Asla! Öyle yağma yok; mini etekli kız sinip kaçmıyor artık. Korkak ezik değil. Diğerleri de öyle; diğer itilen, kakılan, horlananlar… Her birinin cesur başının üzerinde içimizi ışıtan o bildik ışıltı.
*
* *
İkinci silik fotoğraf.
Çocuk, dağılmış bir durumda bankaya sığınan kızın gül beyazı yüzünde gördüğü korkuyu ve de çaresizliği, bu kez üniversiteli bir ağabeyin çakır gözlerinde görür. Caddenin ortalık yerinde durdurulmuş, ancak çalışır durumda bir kamyonun ölgün far ışıklarının önünde, İspanyol paçalı/ uzun favorili gencin uzamış saçları öfkeli bir kalabalık tarafından makasla diplerinden kesilir.
“İbretlik olsun” diye, göz önünde/ cadde
ortasında yapılan “ense traşı” gösterisi sona erince, arbedenin orta yerinden
fırlayan resim hayli travmatiktir. Gözdağının final
sahnesinde gözleri kararmış hoyrat, kızgın adamlar, tespih böceği biçimini
almış genci kıvrılıp kaldığı yerden doğrultup “Osmanlı tokatları” ile “son
dersini” verirler. Ardından, ilk kez duyduğu edepsiz sözler edip, anlamadığı
bir takım “dini nasihat” lerde bulunurlar. (Adı geçen sözcükler, mahalli
gazetenin olayla ilgili haberinde kullanılan sözcüklerdir.)
*
* *
Hiçbir karanlık, hiçbir iç sıkıntısı
sürgit yakanıza yapışıp, ayaklarınıza bir karaçalı misali dolanıp durmaz. Kimi
puslu, sisli günlerin karabasanlarının sonrasında pırıl pırıl bir güneşin
açtığı da olur.
*
* *
. . / .
Metnin devamı; “24 NİSAN” KESİTİNDE BELLEK YİNELEMELERİ ve ANIMSAMALAR ( 2 )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder