9 Mayıs 2023 Salı

İYİMSER, BEYAZ YAZILAR (1)

İYİMSER, BEYAZ YAZILAR (1)
"Anayasa yazım alt komisyonunda ele alınan 'İş Güvenliği ve Adil Ücret Hakkı' nın görüşüldüğü oturumda, Barış ve Demokrasi Partisi’nin 'Asgari ücretten vergi alınmaması' önerisi, yaklaşan seçimlerden yani oy kaygısından olsa gerek, beklenmedik bir gelişmeyle diğer partilerden de destek görünce oy birliği ile kabul edildi..." (Gazeteler)
İKİ YANLIŞ
BİR DOĞRUYU
GÖTÜRÜR MÜ ?!
Yaz ayları geldiğinde başta okullu çocuklar ve gençler olmak üzere, bir çoğumuzun aklına tatil gelir… Masmavi denizler, sıcak kumsallar, lüks beldelerde pahalı restoranlar ya da kıyı kasabalarında sıradan balıkçı lokantaları… Olanaklarımızın el verdiği, açıkçası cüzdanlarımızın doluluk oranının, 7 gün / 24 saat “ayağını yorganına göre…” diye işaret parmağını sallayan atasözünü akıldan çıkarmaksızın yaşamaya koşullanmış ürkek ve de sakıngan yüreklerimizi cesaretlendirdiği ölçüde oralara gideriz. Yine ‘ayak-yorgan’ orantısına uygun olarak tüketiriz; tükettikçe de günümüzü gün ettiğimizi, yaşadığımızı düşünür avunuruz
O tatil beldelerinde sözüm ona çevre sevdalısı zengin beylerin ve şık hanımefendilerin çocuklarıyla deniz kıyılarından, mavi koylardan, savundukları ve nemalandıkları sistemlerinin ürünü olan naylon poşet, bira kutusu, pet şişelerini randevulaştıkları gazetecilerin tanıklığında, yine plastik torbalarda toplayarak “doğa koruyuculuğu-çevre temizliği” yapmaları sıkça görülen törensel manzaralar arasındadır.
Yazının ana başlığı, insanda suya sabuna dokunmayan konular içerdiği izlenimi uyandırabilecek türden iyimser, beyaz yazılar olarak seçilmeseydi, ister istemez ülkenin bilinen, kangrene dönüşmüş sorunlarına değinmek zorunda kalacaktık. Konu da, günde on saat, on iki saat, sağlıksız ve güvencesiz koşullarda, kendisini bilmeden, asgari ücretle çalışan insanların, bırakın tatil yapmasını, öylesi pembe düşleri kuracak kadar zamanının olmadığına ilişkin bildik sözlerle sürüp gidecekti.
Yine de, şimdilerde uygulanıp uygulanmadığını bilemediğim “iki yanlışın bir doğruyu sildiği” eski bir sınav yönteminin, gerçek yaşamda ne ölçüde karşılık bulabileceğini, iç karartan onca memleket, insan, doğa manzaraları görmezden gelinerek, bardağın ne kadarının dolu olduğunun düşünülebileceğini merak etmiyor değil insan?
Adlarını dillerinden düşürmedikleri Mevlana’nın, Yunus’un hoşgörüsünden, insan sevgisi, kardeşlik duygularından nasibini almamış kimi düşünce fukarası, güdük insanların Tunceli adı yerine ‘Dersim’ dediğimizde, at gibi huylanarak ve gözlerini belertip insana vebalı muamelesi yaptığı günlerde yaşıyoruz.
Huylanan huylansın, bu benzetmeden hayvanlar aleminin en vefakar, en iş gören, şaşılası yüklerin altından sessiz sitemsiz kalkabilen ve güzel gözlü hayvanına hakaret etme niyetinde olmadığımız açıktır. Biz, bu canım memleketin ve onun yanık türkülerinin, sularının ormanlarının, kuşun karıncanın ve dahi börtü böceğinin sevdalılarıyız. Hal böyle olunca, Dersim ilinde askeri operasyonlar sonucu çıkan, söndürmek için, o her şeye kadir devletin tek bir kılını kıpırdatmadığı - diğer illerde olsa seferberlik ilan ettiği - orman yangınları genişleyerek sürerken elbette içimiz acır. Unutulmasın ki, onca yangınlarla, kavrulan canlılarla, kurşunlanan parçalanan genç bedenlerle yüreklerimiz birer yangın yeridir.
Sahil boylarında pahalı güneş gözlükleriyle çöp toplayan çevre sevicileri, güzelim beldelerin, Muğla’nın, Antalya’nın orman yangınlarından canlı ve dokunaklı yayınlar yapan yazılı ve görsel basın, bu trajik yalanın, bu yanılsamanın neresindedir? Bu bir felsefe sorusu, Albert Camus’un “Yaşam yanılsamalı bir düşse… Ya bizler, birbirimizin düşleri içindeysek?..” dediği ironik boyut mudur? Yanlış yine doğruyu hoyrat bir kalem çiziği ile götürecek, yine vicdan şıkkını silecek midir? Neyse diyelim, oyalanmadan ikinci yanlışa geçelim.
Zonguldak ilinde, 2010 yılının on yedi mayısında otuz maden işçisinin fakir canlarını aldığı bir grizu patlaması yaşanır. Karadon Müessese Müdürlüğü’nün sorumluluğundaki maden ocağının 540 metre altında galeri açmak için iş gücünü satan, taşeron firma Yapı-Tek’e kayıtlı, aralarında iki mühendisin bulunduğu otuz maden işçisi yaşamını yitirir. ODTÜ faciayla ilgili gereğini yapar; tutulan raporda, doğal olarak maden sahibi işveren ve müdürü birinci dereceden kusurludur. Bu rapora göre, sorumlular hakkında 15 yıla kadar hapis istemi ile dava açılır. Bu inanılması güç, alışılmışın ötesinde bir gelişmedir.
Dava sürerken, ilgili mahkemenin istemi üzerine ikinci bir bilirkişi raporu hazırlanır ve skandal bir saptamada bulunulur:
“Asıl kusurlu olanlar, ölen iki mühendis ile ocakta görevli çavuş ve nezaretçi işçilerdir.”
Uzun sözün kısası, alın teri ve ucuz işgücü üzerinden yüklü rant sağlamaktan bir şey düşünmeyen, işçiyi güvencesiz, sağlıksız ve esnek koşullarda çalışmaya mahkum eden taşeron, modern köle sistemi ve onun sorumlusu işverenler değil, salt ekmek ve geçim derdi ile çalışanlar, yani tonlarca toprağın altında kalanlar ve ölenler kusurludur!.. Bu, aşağıdaki doğruyu silmek için yeterli olan ikinci yanlış mıdır?
Biz dillendireceğimiz doğruyu, eski bir suçlama yöntemi ve kapitalist paranoya olan “servet düşmanlığı yapmak” adına sahiplenelim, sahiplenelim ki, doğru olan iki yanlışı birden silip süpürsün… Vicdanlarımızdan tüm düşüncesizliklerimizi, belleklerimizden iflah olmaz unutkanlıklarımızı günbegün kararan, içi boşalan, anlamsızlaşan, silikleşen ruhlarımızdan umutsuzluklarımızı söküp atsın.
Canım ülkemde, işçi sınıfının ve emekçi insanların evrensel ve sınıf çıkarlarından yana olan, emek eksenli, sınıf sendikalarının yıllardır savunduğu “asgari ücretten vergi alınmaması” önerisi ve kararlılığı sonunda yaşama geçecek gibi.
Anayasa yazım alt komisyonunda ele alınan “İş Güvenliği, Adil Ücret Hakkı”nın görüşüldüğü oturumda, Barış ve Demokrasi Partisi’nin “Asgari ücretten vergi alınmaması” önerisi, yaklaşan seçimlerden yani oy kaygısından olsa gerek, beklenmedik bir gelişmeyle diğer partilerden de destek görünce oy birliği ile kabul edildi.
Her ne kadar, kaldırılacağı, uygulanmayacağı söylenen 125 TL’lik vergi tutarının işçiye mi, işverene mi verileceği ya da var olan taraflar arasında paylaştırılıp paylaştırılmayacağı konusu şimdilik çok net olmasa da, yıllardır kavgası verilen ve uğruna bedeller ödenen bu haklı istemin hüküm biçiminde anayasa metnine girmesi, soğuyan ve ıssızlaşan umutların üzerine sarı sıcak gün ışığının düşmesi olarak ifade edilebilir.
Buradan çıkarılacak ve kentlerin duvarlarına büyük harflerle yazılmaya değer son sözler de, eskilerin “kıssadan hisse” deyişinde anlatımını bulan, “İstenirse Olabiliyor!”, “Barış Çok Uzağımızda Değil!.. İstenirse Asker Kanı da, Gerilla Kanı da Durdurulabilir, İş Cinayetlerinin, Kadın Cinayetlerinin, Siyaset ve Bilim İnsanlarının, Sanatçıların, Gazetecilerin, Aydınların Tutuklu Bırakılmalarının Önüne Geçilebilir.” özlü sözleridir.
Hasan Oğuz Bilgen, 25.09.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder