9 Mayıs 2023 Salı

İYİMSER, BEYAZ YAZILAR (2)

    İYİMSER, BEYAZ YAZILAR (2)

SANAT EVRENSEL, GÖZYAŞLARI KARDEŞ...
Ön Söz Yerine:
68’in Avrupa’sından ülkemize dek ulaşan aşkın ve başkaldırının tüm esintilerini, duruşunda, giyiminde, konuşmalarında, yaşam tarzında gördüğünüz bir ağabeyinizin olduğunu varsaydığınızda, onu, ilk gençlik yıllarınızın erişilmez idolü olarak kabul ettiğinizi düşünürsüz.
Kırk küsur yılın ardından, zulmün çarklarında hiçbir yavaşlama olmamışken, onun duruşunu ve tarzını değiştirmemiş olabileceğine, yine mevcut siyasi erkin mahalle lumpenliğini içine sindirip, demokrasi illüzyonlarına, pespaye manipülasyonlarına “Evet” demeyeceğine, dememesi gerektiğine inanmak istersiniz.
İlkel insanın hep bir arada, komünal yaşam biçiminin basit imece ortamında yaşadığı toplayıcılık (ardından avcılık, tarım, yerleşik yaşam.) çağından bu yana, yaşantılarına değgin akıllarından ve yüreklerinden geçeni, düşünebildiğince açığa vurma, yansıtma ve anlatma derdi ve çabası hep olagelmiştir. Düşünen varlığın bakir yerküre cenneti ve nimetleriyle tanıştığı ilk çağda, yaşam alanları mağaralar değişmeyen mekanlardandır.
Mağara duvarlarında, başlangıçta basit çizgilerle paylaşılanların başında, hiç kuşkusuz günlük yaşama, kullanılan eşyaya, objelere ilişkin küçük detaylar, duygular, beğeniler gelir. Toplumsal bir ortak payda olan kültürel ve sosyal eylemlilik insan evladının kendini ilk anlatım ve tanıtım biçimidir.
Üretim temel araç ve yöntemleriyle birlikte, üretim biçimlerinin de gelişip, daha ileri bir aşamaya ulaşmasının belirleyici etkisiyle, anlatım ve iletişim kanalları da değişmiş, zenginleşmiş ve evrim geçirmiştir. Dünyayı ve olayları değişik biçim ve açılardan ele alıp dillendirmek, yazmak, çizmek, resmetmek, bestelemek, söylemek bu zenginliğin ve derinliğin içinde değerlendirilmelidir.
Çağlar boyunca, bozuk düzenin sultanlarının ve zulüm tacirlerinin içini boşaltmaya, değerlerini sömürmeye çalıştığı, insanlığın ekin ve sanat hazinesine fener tutup, küçük bir gezintiye çıktığınızda, o dinginlikte müziğin büyüsüne, türkülerin, beyaz, sarı ve zenci ezgilerin elektriğine kapılmanız kuvvetli olasılıktır.

Önüne geçemediğiniz duygu sellerinizin denizinde, sizi güçsüz bir ceviz kabuğuna çeviren ‘Lara FABİAN’ ve ‘Gönül Yarası’ konuları uzun süredir notlarınızın arasında, yıllar önce duruşuna, bakışına öykündüğünüz, şimdilerde bir ironiden ibaret olan büyüğünüzün gönlünü ve duygularını, şimdilerde insanlara yaşatılan algı ve akıl tutulmasına çekmek üzere bekler durur.
* * *
Lara Fabian'ın verdiği sayısız konserlerden biridir.
Sevenleri ve müzik dostları alanı oturulacak tek bir yer, tek bir koltuk kalmamacasına doldurmuştur. Şölen başlar. Doğal olarak Lara Fabian'ın muhteşem sesi, sanatçı arkadaşlarıyla olan eşsiz uyumu daha ilk parçalarından başlayarak sevenlerini kendinden geçirmeye yetmiştir.
Konserin ilerleyen dakikalarında beklenen an ( Aslında tahmin edilmeyen, beklenmeyen an) gelir. Fabian, Je t'aime'i söylemek için tekrar sahneye çıkar. Olanca doğallığı, alçak gönüllülüğü ve içtenliğiyle sahnenin ön tarafındaki basamaklara sessiz, sakin ve iddiasız oturur.
Sahne kararmıştır.
Fabian sessizce sevenlerine bakmakta, ortalığı süzmektedir. Salonun loşluğunda yaşadığı an, binlerce seveninin ve izleyicisinin mutluluğunu ve gönül dinginliğini ortaya serdiği andır. Ortalıkta, birlikteliklerinin, müziğin esprisine aykırı hiçbir ses, sanatla bağdaşmayan, insanı rahatsız eden hiçbir bir görüntü yoktur.
Sürpriz manzaraya saniyeler kalmışken, klişeleşmiş deyimle birazdan kopacak, ama insanları dağıtmayıp, birleştirecek, insan ruhunu zenginleştirecek, kalpleri onaracak Je t'aime fırtınasının sessizliği yaşanmaktadır.
Sahne ışıkları piyanoyu ve hemen başında oturan müzik ustası piyanisti içine alır.
Piyanist sanatının ve şarkının tüm ciddiyeti ve ağırlığı ile parçaya giriş yapar. İnce, usta parmaklar tuşlar üzerinde nazik gezintisini sürdürürken, Fabian saygı ve sevecenlikle önüne bakmaktadır.
* * *
İşte bunca uzun sözün kısası, anlatılmak istenen olay, iletilmek ve paylaşılmak istenen şey o anda başlar... İnsanı sarsan ve törensel bir havada, onca insandan ağır ağır, epeyce derinden, müziğinin kalıplarına uygun tatlı bir uğultu yükselir. İzleyiciden gelen toplu ses, oldukça yumuşak, etkileyici ve hatasız bir korodur. Sevenleri Lara Fabian'dan önce Je t'aime'e girmiş, söylemeye başlamıştır. Üstelik doğru tondan ve doğru perdeden.
Bu beklenmedik doğaçlama koronun doğru yerde, doğru tondan parçaya başlaması, ses uyumu ve ahengi karşısında Lara Fabian kelimenin tam anlamı ile şok geçirmektedir. Muhteşem koronun ilk saniyelerden sonra, şaşkınlığını üzerinden atmakta gecikmez.
Duyduğu doğrudur; seyirci tek ses tek yürek olmuş, giderek artan bir tonda Je t'aime'i söylemektedir.
Deneyimli, güzel sanatçı şaşkındır. Elinde değildir, gözleri dolar. Piyanist de ustalıkla koroya uymuş, gönül rahatlığı içinde izleyici korosuna piyanosuyla eşlik etmektedir.

Tüm duyularını ve algılarını izleyicilere yoğunlaştıran Lara yine de temkinlidir. Dikkatle dinlemekte, koronun nerede kesileceğini, nerede sona ereceğini yakalamaya çalışmaktadır. Bunu yaparken, açılmış gözlerinin içindeki pırıltı, tüm sanatçıların yakalamayı, ulaşmayı istediği mutluluk anıdır.
Usta kameraman da, mutluluğun resmini, sanatçının gözlerindeki sevinç pırıltısını elbette kaçırmayacaktır... Lara Fabian’nın şaşkın bakışları kadar, yüzünden yaşlarla birlikte dökülen mutluluk da doğal ve samimidir.
Koronun duraksayacağı yoktur. Şarkıyı ustalıkla sürdürmektedir. Lara Fabian da inceliği ve saygısı gereği, titreyen sesiyle naif bir şekilde, büyünün bozulmasından endişe edercesine eşlik eder. Je t'aime'i baştan sona sevenlerinin söyleyeceği gerçeği az sonra anlaşılacaktır. O ise, muhteşem dakikaların kutsal anını, o doğal koroyla oluşan büyüleyici havayı bozmaktan korkar adeta.
Parçanın sonuna doğru gözyaşlarını tutamaz. Her sanatçıya nasip olmayacak bir sahne, her şarkıcı için anlatılması, yaşanması kolay olmayan bir şölendir o an, orada yaşanan.
* * *
Müzik evrensel bir değer, bir dünya dili, eşiz ve gizemli bir duygu, düşünce iletişimi, ortaklaşması olduğundan, yeni yetmeliğimden bu güne takılıp kalmışımdır notaların, ezgilerin, şarkıların tutsak ediciliğinin peşine. Hep aynı şeyi düşünmüşümdür: Dili, rengi, dini, milliyeti ve inancı ne olursa olsun, yerkürenin suyunu içen, havasını soluyan her dünya insanının duygularının, özlemlerinin bir, gözyaşlarının ve dahi kanının renginin aynı olduğunu.
Dahası, algı, duygu kanalları tıkanmış, akıl tutulmasına uğramış, vicdanları siyasilerce iğdiş edilmiş kimi insanlara anlamsız gelse de, neden güzelim insanlar muhteşem Je t'aime korosundaki gibi, katlandıkları zam zulüm, sömürü düzeni, açlık, işsizlik, savaşlar, iş cinayetleri, tutsaklıklar aynı olduğu halde, bir arada olamazlar, neden hep birlikte barış şarkılarını söylemezler demişimdir...
Hangi coğrafyada hangi uluslararası silah tekelinin mali çıkarı ya da hangi doymaz tekel karı hırsıyla olursa olsun, emperyalist güçler tarafından savaştırılan, birbirine kırdırılan insanların yoksul, acınası bedenlerinden dökülen aynı renkteki kanı ve gözyaşlarını gördükçe, her defasında "Gönül Yarası" filmini anımsamışımdır.
Her kezinde finalinde buğulanan gözlerimin önüne "Gönül Yarası" filminin, yakıcı ve sarsıcı, o malum bar sahnesi gelir. Sahnede halk müziği sanatçısı Aynur Doğan vardır; mikrofonu iki eliyle sıkıca tutmuştur. Ruhunun bilemediğimiz bir yerlerinden ve de sanatının derinliklerinden “dağların kızının” anlatıldığı ünlü halk türküsünü söylemektedir.
Okunan türkü Kürtçedir.
Kuşkusuz ben dahil, o dili bilmeyen hiç kimse, ezik ve hüzünlü dizelerinde neyin, Anadolu topraklarında hangi köylü kızının, hangi bıçkının sevdasının anlatıldığını, hangi yoksul acısının yinelendiğini anlamayacaktır.
Filmin başrol oyuncusu kadın sanatçı da, Kürtçe’yi bilmeyen, Kürt dilinden anlamayan, 1980’li yıllarda “kart kurt” diye yutturulmaya çalışılan o dilin sahiplerinin dertlerinden ve sorunlarından haberi olmayanlardandır.
Ne ki bilmemesi, o an, orada yüzyıllardır horlanmış, itilmiş, kıyama uğratılmış insanların iç dünyalarında kopan fırtınaları duyumsamasına engel değildir.
Belki de filmin senaryosu gereğidir. Ağlar da ağlar...

Rol arkadaşı ünlü oyuncu, onun bu hallerini ilgi ve şaşkınlıkla izlemektedir. Sonunda dayanamaz sorar:
"Sen Kürtçe biliyor musun?!"
"Hayır" der, kadın oyuncu. Yanıt, bu çok kısa ve kesin sözcükle son bulmayacaktır. Ardından gelen sözler çok daha çarpıcı ve manidardır:
" Bu türküye ağlamak için, Kürtçe bilmek mi gerekir? "
Ön yargıların, malum şartlanmışlıkların uzağında kalmış bir insanın tertemiz yüreğinden, ama kendiliğinden dökülen sözler, on yıllardır, yüz yıllardır bu kardeş topraklarda savaş ve hamaset politikasından başka bir şey üretmeyen, şehitler üzerinden siyasi geçimini sağlamayı politika biçimi haline getirmiş, “vatan, millet ve bayrak” tüccarlarına verilmiş bir yanıt gibidir.
İnsana ilk bakışta unutulmayacak, salt duygu yüklü, sıradan bir Yeşilçam filminin repliği gibi gelebilecek, o ironik konuşmayı kafamın içinde birçok kez evirip çevirmişimdir… Ünlü oyuncu Şener Şen’in sorusunun başka yerden, daha değişik bir ifadeyle sorulup sorulamayacağını, yanıtınınsa ( bir an için olsun empati yaparak ) başta türlü, bir başka anlamda alınıp alınamayacağını…
Çok, ama pek çok düşünmüşümdür.
Hatta, bu film senaryosunun, kafatasçı takıntıların, bu güne dek işe yaramamış milliyetçi reflekslerin uzağında gerçekleşmiş saf ve masumane konuşmasını, TBMM mikrofonlarından çok bilmiş vekil efendilere, seçilmiş pek gururlu şahsiyetlere, her şeyi bilen, kurdele kesen, ulaşılmaz devlet elitlerine, ölümü kutsayan yarasa ruhlara, tabut sevicilerine yaptırdığınızda, kaç umut ve kardeşlik çiçeğinin açacağını ve nasıl bir toplumsal iletişimin, demokratik, barışçı, kalıcı bir çözümün çıkacağını.
Hasan Oğuz Bilgen, 20 Ekim 2012, Karşıyaka
Haber Tarihi : 21/10/2012
Haber Editörü : Özgür Medya
Haber Kaynağı : Özel
OZGURMEDYA.ORG
http://www.ozgurmedya.org/newsdetail.asp?CatID=50&NewsID=12780

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder