SON MAYIS ŞAFAĞINDA. SİNAN, ALPASLAN ve KADİR.
ŞANTİYE EMEKTARINI ANMANIN YERİ ve ZAMANIDIR.
Kadim dostu demirci Arif usta, gecenin bir vakti usulca süzülürken hastane odasına, şantiye emeklisi çaycı Mehmet ve biricik eşi Cennet hanım derin ve bitimsiz uykulardadır. Aynı sessizlikle sokulur baş ucuna sınıf kardeşinin. Kaba ellerinin sıcak avuçlarını bırakır dostunun apak alnına... Sever okşar usul usul, belli etmeden uyandırmaktan korkup.
Ne var ki, açar hemen gözlerini Mehmet. Belli ki işkillenmiştir. Demirci ustasının gülen gözlerini görünce annacında, sarı beniz hasta yüzünde beyaz güller açar anında. Apansız uyanmıştır. Hastalığına yenilmiş de hazırlıksız yakalanmış gibi görünmekten korktuğundan ağız dolusu gülümser. Çocukluğundan bu yana oldu olası yılandan korkmamıştır, yenik, umarsız ve de zayıf sanılmaktan korktuğu kadar.
“Hani öyle bir eğreti ve diken üstü yatışın var ki.?” der usta, tıpkı tavşan uykusu. Bir kurtulsan şu serum hortumlarından, yekinip yine insanlara örgütlülüğün ve mücadele etmenin ne denli gerekli olduğunu anlatacak, kaç yobazı -senin deyişinle- kaş (taş kafalı’yı) ikna edecek ve yine ne yeni üyeler kazandıracaksın kim bilir sendikaya…”
Hiçbir şey demiyor. Diyemiyor. Belli ki konuşmaya gücü yok. Sadece o bildik mahcup gülümsemesiyle yanıt veriyor ustanın takılmasına.
* * *
Usta çömeliyor iyice baş ucuna. Gün ışıyor ağırdan Konya semalarında. Üniversite hastanesi şimdiden hareketli… Hastaları can, öğrencileri tez, vize derdinde. Hemşireler dolaşıyor, doktorların aralarında konuşmaları filan.
İlerleyen bir saatte yorgun, belirsiz bir parmak işareti ile “yaklaş” diyor, kulağına fısıltılı. Son gücünü anlatmak istediği konuya harcamak ister gibi konuşuyor:
“ Çocuktum; ortaokul bir ya da iki. Akşehir. Nasrettin Hoca gömütlüğü. Her cenazeden farklı bir hareketlilik, farklı ağlaşmalar filan olurdu. O günkü cenaze topluluğunda, o güne dek görmediğim, değişik ağır bir hava, bir suskunluk vardı. Saçlı sakallı, boylu poslu, parkalı ciddi ağabeyler. Koca yakalı, İspanyol paçalı ablalar… Dev-Genç’ lilermiş. Şairin “Akrep gibisin kardeşim” dediği ahalinin "anarşist" bilip sakındığı, '12 Mart 1971’ in yat borusu gazetelerinin “Şaki” ve de “Şehir eşkıyası” diye tanıttığı insanlar imiş oradakiler.
“ Kadir Manga adını benden önce duymuş, benden çok önce bilmişsindir. Çocuktum. Okul saatleri dışında, küçük testimle mezarlara su döker; bahşiş alırdım. O törende de aynı işe yeltendim. Ciddi ve sert abiler, ablalar salt başımı okşadılar. O kadar. Bu da bana yetmişti. Çocuktum, yine de anlayabiliyordum. Onca acılarına karşın, sevecen sıcak bakışları, insanın ruhuna ve gönlüne dokunuşları vardı. Ne var ki, o an orada içimin niye ısındığını, ışıdığını anlayamamıştım. Bir de. Mezarlıkta hiç polis, asker görmemiştim o güne dek. Orada çoktular, ağabeylerden ablalardan çok fazlaydılar. Şaşkınlığım, bakakalmışlığım biraz da bu yüzdendi.
“ Mahalleden bir ağabey vardı; boya badana işleri filan yapardı. O saatte, o da işten geliyormuş. (Hadi defol buradan, sana bir fenalık yaparlar, kaçırırlar filan…) diyerek, kulaklarımı çekti. Büktü de büktü, canımı yaktı. Ben eve koştum gittim. Sessiz kalabalık benden sonra dağılıp gitmiş.
“ Evde anama -boyacı abiyi şikayet etmeden- dedim ki: (Okulu bitireyim, artık okumayacağım. Ben boyacı olacağım, hem de iyi kalpli bir boyacı. İnsanların canını yakmayan... Gülen insanların içini ısıtmak, içini açmak için onlara hizmet edeceğim.) Şimdi düşünüyorum da... Kadın beni pek öyle ciddiye almadı; ne de olsa konuşan bir çocuktu. Hele hele köylük yerde, yani bizim oralarda ‘çocuk kısmının ne dediği pek ciddiye alınmazdı.
“ Yıllar sonra belleğimdeki o derin ve insanın yüreğine dokunan izin yaşamımı değiştireceğini ve dünya görüşümü belirleyeceğini nereden bilebilirdim?
" Biliyorsun işte sonrasını. İzmir. Tariş süreci, 1979'daki Tariş grevleri, Gültepe-Toros-Çiğli direnişleri, barikatları filan. 80 sonlarında Belediye şantiyesi, boya atölyesi. En güzeli de seninle tanışmamız.
“ İlerleyen yıllarda… Dervişin (Maslahatı alemin, dört şeye olmuş bina. Ben yiyeyim sen yeme, ben iyiyim sen fena.) deyişinin sırrına erdiğim yıllarda yani. Elbette, her fırsatta Kadir Manga’nın baş ucuna gitmiş, hiç tanımadığım o meçhul insanı ve de başımı okşayan ablalarımı anmışımdır."
Sonra dalar gider yattığı yerde. Belli ki yorgun düşmüştür.
* * *
Mehmet yatağında zorlukla doğruluyor. Demirci ustası sarılıyor sıcacık. Ayrılık vaktidir. Kucaklaşma zaman alıyor. Tıpkı o an ve o mezarlıktaki gibi derin bir suskunluk, bir ağırbaşlılık. Eşi onları izliyor. Kızı, Güldeniz her zaman olduğu gibi sıra dışılığı anlamaya, ayrıntılarını kaçırmamaya çalışıyor. Bir süre birbirlerinin sırtlarını avuç içleriyle patpatlıyorlar. Güldeniz, bu beden dilinin (Asla yalnız değilsin. Yılmak yok. Bu hastane koğuşu da, kavgamızın bir devamıdır) demek olduğunu anlamıyor. Merakla izliyor.
Demirci ustası, koğuş çıkışında adımlarını hızlandırırken, ilk kez ne onun gözlerinin içine ne de arkasına bakabiliyor.
* * *
İzmir Otogarına indiği sabahın bir kör vaktinde, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde, şantiye yorgunu bir umarsız hasta, kurulu vahşi sistemi protesto edercesine gözlerini bir daha açmamacasına yumar. Kahrolası yaşamın son saniyelerinde duyumsadığı, Arif Usta’nın elinin alnındaki sıcaklığı ve o mezarlıktaki atkuyruğu saçlı ablanın çocuk başını okşamasıdır.
* * *
Mehmet Yıldız, çaycı olmazdan önce, boya atölyesinin emekçisiydi. Uzun yıllar tabanca boya attı, onca kimyasalı soludu. Şimdilerde olduğu gibi, yine “İşçi sağlığı”nın değerinin bilinmediği, kuralının belletilmediği yıllardı. Tanısı çok geç konmuş kanser illeti nedeniyle gırtlağını deldirtip, ancak işaret parmağı ile basılınca faaliyete geçen bir konuşma cihazına bağımlı kalınca çay ocağına alınmıştı.
* * *
İlerleyen günlerde, şantiyede bir sıcak çay molası... Hanidir bir eşref saatini kollamışım... Kaçırır mıyım? Yazımızın bam teli olacak sorusunu soruyorum:
“Ustam cenazesine yetişemedik, toprağını öpemedik, helalleşemedik. Helal hoş olsun da... Okul yüzü görmemiş ve bir başına Ilgın’dan İzmir’e çıkıp gelmiş bir bozkır çocuğunun bizim onca kitap okuyarak öğrendiklerimizi biliyor olması, sözümüzü/ derdimizi canı gönülden, doğaçlama dillendirmesi, kaç insana nasip olmuş, kaç insan için ömür boyu övüneceği bir ödül olmuştur? ”
Arif Usta gayrı fazla uzatmadan sözü, kısa ve öz :
“Mehmet karındaşım, yaşamdan öğrendiğini yaşamda sınamış, okulsuz kitapsız bilmiştir. Bakmakla kalmaz görür, kavrar, sorar, inceler. Gönlü zengin, aklı işleyen arif bir insandır. (Tezgahlarda eğilirim, başka hiçbir yerde, hiçbir zaman eğilmem) sözünü her fırsatta yineledi durdu. İşbu kelamı yaşamının değişmez değeri ve de dünya görüşünün kuralı bildi. Öyle yaşadı, öyle de gitti. Gidenlere selam, dostlara ders, düşmana dert olsun.”
* * *
Açık Mektup Yazı Kurulu’ndan. 31.05.2024. Ilgın-KONYA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder