29 Aralık 2024 Pazar

ÜÇ YILBAŞI... ÜÇ ÇİFT AYAKKABI...

 

ÜÇ ÇİFT AYAKKABININ OMUZLARIMIZDAKİ AĞIRLIĞI.

Yalan-talan-ölüm düzeninin bol ışıltılı sanal vitrinlerinden, at izini it izine karıştıran haberlerine doyduğumuz gündemi karışık ülkemizde, emekçisinden emeklisine zehir zıkkım edilen bir yılı daha geride bıraktık. İlkokulun resim defterlerinde, yüzü gülen mutlu bir çocuk olarak anlatılan yeni yıl, -yeni sürprizleri arkasında saklayarak- bizlere hınzırca göz kırpıyor. Kutlu/ mutlu ve umutlu, olsun. Rakı-balık görsellerine yarasın. Paylaşanları çok, “beğen”enleri bol olsun. Eskilerin gönlünü de yapalım: “Cümlemize kemali-afiyet". 

*  *  *

Otuz yeni yılın, zamanın bol mekanın dar olduğu bir kör karanlıkta karşılanan bir yaşam düşünün. 1994 yılında gencecik bir edebiyat fakültesi öğrencisi olarak girilen zaman tünelinden otuz yıl yaşlanmış bedenine inat, bir şair ruhun inceliği ve her devrimcinin özlemi ile dimdik çıkılan bir yaşam…İlhan Sami Çomak.

“Doğrusu güneşli bir havada tahliye olmak isterdim. Sevdiklerimin o gözlerindeki parıltıyı görebilmek için. Üretilmiş karanlıktan gerçek aydınlığa ulaştım. İçimde bir burukluk söz konusu. Geride birçok sevdiğim arkadaşımı bıraktım.”

*  *  *

Belleğimizin bekçileri kırık dökük anıların taptaze durduğu, sevgili İlhan’ın zaman tünelinden çok daha uzun, yaşayanlarının tekrar yaşamak için gönüllü olacaklarına inandığımız, şimdilerde hayalinin bile kurulamayacağı bir geçmişimiz var bizim:

30 Aralık 1979. Manisa. Akile Yeşilyurt.                                                                            

Aslında çok sevdiği oğulcuğunu uçurmak için fitili ateşlenip tek katlı yer evinin ahşap kapısına bırakılan bomba, güzel anamızı koparıp aldı bizden. Gecenin bir vakti, dört gözle beklediği oğlunu, “…işte sonunda geldi" tez canlılığı ile koşup açan anneyi.  Sisli/uğursuz bir Manisa gününün, kederli bir Saz mahalle sabahında, kim bilir kaç kez pürneşe girilip çıkılmış yıkık bir avlu kapısı durur orada. Hemen kıyısına bırakılmış bir çift eski ayakkabı…

*  *  *

12 Ocak 1982. Konak. İzmir Emniyeti.  Kışın göbeğinde ter kokusu sinmiş, soluk soluğa sorgu odalarından birisindeyiz.  Günahı vebali elbette kendi boynuna. Canı pek de tatlıymış.  İşte böylesi bir boşboğazımızın ele vermesi üzerine, yakalanarak oraya getirilen Turgutlu köylüklerinden Hasan Yalçınkaya… Şimdilerde de, hala görüşüp kucaklaştığımız Hasan abimiz. Çıkarır ayaklarından kara lastiklerini, atar ortaya. Sorguculara duyurmadan ama, öyle usulca, biraz da sıkılarak. Çok sıkışan, tutamayan varsa, içlerine yapsın diye.  Kimsenin başına gelmesin!  Yirmi dört saat helaya götürülmemeniz, çişinizi tutmaya zorlanmanız nasıl bir eziyet, işkencedir. Canı burnuna ve kasıkları patlama noktasına gelmiş hiçbir yoldaş,  -bizim, kronik böbrek zoru olan Japon arkadaşımız dahil-  celladını güldürmemek, alçaklara alay konusu olmamak için,  o öpülesi bir çift kara lastik ayakkabıya işemeyi aklına bile getirmez.

O kara lastik ayakkabı, Şirinyer As.C.evi. 16. koğuşunda çok volta attı; sahibi ile. Saygımızdan. Bizler onun hep bir adım gerisinde olduk. Hasan ağabey yaşıyor!  Orada, Sinirli köyünde... Kendisine yakışan bir tarzda, suskun ve hoşgörülü.            Çok şükür ki, yüzüne bakmaya ve ayda bir gidip ağız tadı ile bir çayını içmeye yüzümüz var.   

*  *  *

Ocak 1984. Sur kent Diyarbekir.                                                                                      

Batı illerinde harı geçmeye yüz tutmuşken, oranın ateşi sönmemiş "eylül yangını" nın, o cehennem, o tekinsiz izbeliklerinden birisinde... Artık yaşadığına, girdiği her yeni yıla ilenen, kimi kez içerleyip kendini kahreden, bu gün hala "mağdur değil, taraftık" diye övünen iflah olmaz bir tanık:  "İbrahim Kaypakkaya'dan yıllar sonra Diyarbekir sorgularında, düşleyebileceğinizden ve de romanlarda yazılanlardan çok daha fazlası yaşandı." diyecektir.

Otuz gün boyunca gözbağları sorgu saatleri dışında, ancak hücrede açılır. Ne var ki, orada da gün ışığı olmadığından bu hiçbir işe yaramaz. Bir Kürt olan hücre arkadaşı, kendisi gibi, kendilerine yardım edenleri, kaldıkları evleri, ilişkileri ele vermesi için, gündüzlerin gecelere karıştığı sonu gelmeyen saatlerde işkence görmektedir.    

Zamanın uzayıp gittiği, bitmek bilmeyen bir gün, suskun hücre arkadaşının sorguya götürülmesinin üzerinden kaç saat geçtiğini kestiremez.  Zaman kavramı yitmiştir. Keko küfürlerle, itile kakıla getirilip hücreye boş bir çuval gibi atıldığında sırılsıklam durumdadır. Kolları Filistin Askısı'ndan cansız ve duyarsızdır. Hücre kapısı kapanır kapanmaz kekonun kıpırtısız bedenin yoklar. Anlamaya çalışır. Kollarının ayırdına varınca da masaj yapar. Moral olsun diye uzamış sakallarını okşar. O ise, durumuna aldırmaksızın, kulağına yarım yamalak Türkçe'siyle: 

"Asla teslim olmadığını, sonunda ölüm de olsa katlanacağını" fısıldar. Onca alçak gönüllülüğü ile "Onun da korkmamasını, bir gün İzmir'e kavuşabilirse, oradaki -Egeli- dostlarına enternasyonal selamlarını iletmesini" öğütler.

*  *  *

Yılbaşıdır... Hücrelerin kapıları açılıp kapandıkça koridordan, insan azmanlarının arsız gülüşmelerini izleyen, falakada sopanın nasıl kırılıp tavana çarptığını ve kara bıyıkları tek tek nasıl yolduklarını anlattıkları fütursuz konuşmaları gelir.

*  *  *

Zifiri tabutluklarda akla sığmaz yöntem ve tekniklerle dolu saatler, günler geçer. Dipsiz, bitimsiz, boz bulanık mekanın fısıltı ile konuştukları bir anında, kirli sakalı uzamış, sıcak soluklu adam bir sır verir gibi aniden:  "Beni götürecekler, bir not ele geçirdiler, bir randevu notu... Beni canlı yem olarak kullanıp, ateşin içine atacaklar. Senden dileğim; bir gün sağ salim memleketine geri dönebilirsen, arkadaşlarımıza, yoldaşlarımıza, devrimcilerin bu topraklarda da cuntaya direndiğini, açık faşizmin karşısında diz çökmediğini ve her ne olursa olsun mücadeleyi sürdürdüğünü" anlatmandır. 

Ve hiçbir şey söylememiş, hiçbir şey olmamış gibi, çok kısa sürecek, ürkek, tedirgin, eğreti ama karşı konulmaz, arsız bir uykunun kollarına bırakır kendini.

Devrime ve sosyalizme,  onlarla gelecek günlerin inanılan bütün değerlerine dair sımsıcak düşlerin, yaralı bedenin yaralarını sağaltmaya çalıştığı bir vakit hücrenin kapısı hoyratça açılır. Yüzünü hiç seçemediği, adını bile öğrenemediği, konuştuğu ana dilini bilmediğinden ancak yüreğindekileri paylaşabildiği suskun, ezik bakışlı esmer genci alıp götürürler.

İstem dışı titremelerle kasılan genç adamın sıska çıplak ayaklarına kara lastiklerini giydirirken, onun "titremem korkudan değil, çaresizliğimden" anlamında bir şeyler söylemeye çalışmasından eksiklik duyduğunu ve bu nedenle de utandığını anlar. Rahat olması için onun sırtına birkaç kez dostça dokunur. Celladına belli etmeden usulca vedalaşırlar. Duyumsattığı şeylere, coşkusuna, hüznüne ve çaresizliğine ait sayfalarca anlatılabilecek bu ayrılış anı, saniyeler içinde başlar ve biter.  Uzaklaşan ayak sesleri kesildiğinde yüreği sıkışır. Şimdiden özlediği insan, celladından aman dilemeyen, adı sanı hiç bilinmeyecek, -ola ki bir gün- yazılı tarihimizde geçmeyecek devrimcilerden sadece birisidir. 

Karabasanlı, karışık bir uykuya daha yenice dalmış gibi gelse de saatler geçmiştir. Yarı uykulu kıvrılmışken demir kapının kilidi döner.  Sahibinin arsızca sırıttığını duyumsadığı bir el üzerine yumuşak bir şey atar. "Al işte" der, "O pislikten geriye kalan, çok sıkışırsan içine işe... Benden izin." Aynı arsızlıkla sırıtıp ve kızgın sinirli küfrederek demir kapıyı sertçe kapatır. El yordamı ile anlamaya çalıştığı yumuşak cisimler, burun boşluklarına dolan kanın pıhtılaşmaya başladığı kara lastiklerdir.  

*  *  *

12 Ocak. Her 12 Ocak... O gün bu gündür, tanımsız bir incecik, ılık/ ıpılık kanayan yaradır. Her yıl gelip dayandığında, çöktüğünde zihnimize, bir yerlerde kırılan bir yeşil bahar dalıdır.  O gün bu gündür; aile içinde ve yakın dost çevresinde espri ile karışık hep bir uyarı vesilesi olmuştur:  "Aman ha dikkat... Saçak altından yürüme. Bu gün 12 Ocak."  Felaket tellalı hiç olmadık da.  Şimdilerde "Bu kadarı da olmaz!" şaşkınlığı ile az mı karşılaşıyoruz, bize yaşatılan/ dayatılan saçma sapan olaylarla? 

İzmir-Güzelyalı'da, omuzu bol yıldızlı, kelle kesen Hacı Mirza Mahkemelerinden, bu günün önleri düğmeli cübbeler içindeki imamların, keseni-boğanı-çalanı salan, yazanı-konuşanı-ayağa kalkanı kapatan, "Oraya sordum. Oldu!" mahkemelerine.

Açık Mektup’ tan. 30.12.2024. Devegeçidi- Diyarbekir.

26 Aralık 2024 Perşembe

BİRLİKTE YÜRÜMENİN GEREKLİLİĞİ ÜZERİNE (4-Son)


DAHA ÇOK YÜRÜYELİM. DAHA ÇOK GÖRÜNELİM.

“Ana muhalefet” in dümen suyunda olsa da, bir muhalif kanalın canlı yayınında, hesapsız kitapsız, tıpkı “Irazca” örneği, -ne olacaksa olsun- dercesine, ders verircesine konuşuyordu yürekli ablam:

“Biz biraz yürümeye kalktığımızda. Bizi biraz görüyorlar. Sonrası mı? Bizler işi orada bıraktığımızda yüzlerinde güller açıyor Tam da istedikleri gibi, aynı tas aynı hamam oluyor. Alan satan memnun misali.”

* * *

Orta Okul sıralarındaydık. Türkçe öğretmenimizi can kulağı ile dinler, özenle seçip, yerli yerinde kullandığı sözcüklerine hayran olurduk. Bizleri konuşma dilinden çok yazı diline özendirirdi. Her fırsatta kompozisyon çalışması yaptırır, duygu ve düşüncelerimizi içimizden geldiği gibi yazmamızı isterdi. İyi ki, onu dikkatle dinlemiş ve öğütlerini tutmuşuz.

“Giriş, gelişme ve sonuç.” derdi, şimdilerde pek anımsanmayan eğitim emekçisi. “Çocuklar, yazınızın sonuç bölümünde bir ders veremiyor ve bir ileti ulaştıramıyorsanız eğer. Tüm emekleriniz nafiledir. Unutmayın. Sonuç, yani sonuç bölümü çok önemli. En etkili sözcüğü orada kullanmalı, asıl vurgunuzu orada yapmalısınız.” 

* * *

Yazılı ve görsel basında, günün her saatinde üzerlerimize fışkırtılan onca ‘Mali-sosyal analizler’ in, onca ciddi ‘asgari ücret’, ‘tek haneli enflasyon’ ve ‘çözüm’ saptamalarının -siz bombardımanlarının okuyun- sonucunda koskoca dağ, minik bir fare bile doğurmuyor. Ortada ne bir sonuç, ne de bir “sonuç bölümü” var.

* * *

Kaçıran, her zaman olduğu gibi yine kaçırdı;  alması, bellemesi gereken dersi. Dersimizin sonuç bölümünde, canlı yayında Irazca kadın noktayı koyuyordu. Zurnanın zırt dediği yerdeki, söyleyemediği ileti, o utangaç, o alçak gönüllü, o iddiasız konuşmasının satır aralarında gizlidir:

“Daha çok, daha kalabalık yürürsek. Bizi daha çok görürler. Sonrası mı? Sözün kısası Hanyayı da Konya’yı da görürler. Layık oldukları gitmeleri gereken yere giderler. Tarihin çöplüğüne.”

* * *

Hitachi Energy’ de MESS dayatmalarını geri çektirerek, ücret artışını ve sosyal haklarını güçlendiren TİS’ i bağıtlayan, metal işçilerinin inadında, yürekli ablamın söylemeye dili varmadığı, gönlünde yatan var aslında.

Hitachi grev inadının en önemli ayağı, sendika yönetiminin işçinin haklı taleplerinin yanında durma, onları kurtlar sofrasında yalnız bırakmama iradesidir. İşveren baskısı, polis barikatı bir yana, belirleyici olan budur. Birleşik Metal İşçileri Sendikası üyesi işçilerin, işveren örgütü MESS’in dayattığı yoksulluğa karşı ilan ettikleri ve örtülü faşizm kararnamesi ile yasaklanan grevleri, zorlu da/ güç bela da olsa, sonuçta kazanım getirdi.

Ücretle ilgili tüm rakamsal ayrıntılar bir yana, onurları ve de üretimden gelen güçlerinin bilinci ile direnen metal işçileri, sözleşmelerinin ilk altı ayında yüzde altmış oranında kazanım elde etmiş oldu.

Dahası, sermayenin borazanı MESS tarafından dayatılan, emek düşmanı maddeler geri çektirildi. Metal işçilerinin örgütlü sendikal birliği, 3 yıllık TİS dayatmasını, “esneklik”, “güvencesizlik” ve “performans vahşiliği” içeren, Kemal Derviş ve Özal yadigarı neo-liberal kapitalist maddelerin tümünü geri çektirdi. Kazanılmış haklardan ödün vermedi. Hukuksuz Yüksek Hakem Kurulu'na gitme tehlikesi gibi, uzun yıllar telafi edilemeyecek kazanılmış, kazanılmamış tüm hak kayıplarının önüne geçilmiş oldu.- 

Diğer sınıf kardeşlerine ışık tutan ve yol gösteren bu kazanımda, -elbette- gelenek ola gelmiş yandaş sendikacı geleneğini terk edip, işçilerle bir arada durarak işyerlerindeki grev iradesini dikkate alan, omurgalı ve dik duran sendikacıların da payı çoktur. Haklarını yemeyelim; o sınıf önderlerinin dilince bitirelim:

“Sınıfın temel, evrensel, anayasal hakkı olan grev hakkının savunulması için yürüttüğümüz sınıf mücadelesinin içinde ve onun temel öznesi olan sınıf kardeşlerimize, emek örgütlerine ve tüm dostlara teşekkürler.”

Hitachi Energy İşçileri, sınıfının mücadele rotasına ışık tutan, yazdıkları başarı hikayesinin sonuç bölümü ile, gönüllerimizde yaşamayı sürdüren Türkçe öğretmenimize nasıl esaslı bir selam çaktıklarının ayırdında olsalardı, eğer.

Bu çok kısa ama derin öykümüz, çok daha güzel, çok daha anlamlı bitecekti.  

“DUR” DEMEK, “GEÇİNEMİYORUZ” DEMEK YETMEZ. AYAĞA KALKMAK GEREK.

Açık Mektup Yazı Kurulu’ndan. 26.12.2024. Dudullu O.S.B- Ümraniye.

 


13 Aralık 2024 Cuma

OSMAN GÜN' DÜ... O, BİZİM "İNEKÇİ OSMAN" IMIZDI. ( 2-son )

 


OSMAN GÜN' DÜ... BİZİM "İNEKÇİ OSMAN" IMIZDI.

"Bilinenin yinelenmesi cesur söylemlerimiz ve iddialı sloganlarımız anlamına geliyorsa" dedik ya bir kez. Durum böyle olunca, yazılı/ görsel basında yeterince yazanı/ yorumcusu bulunan, ülkemizin ekonomiden politikaya, çalışma yaşamına ilişkin yerinde analizleri, ciddi yorumları konunun uzmanına bırakıp belleğimizin bekçileri olan, sözlü tarihimizi, vicdanlarımızı canlı tutan yaşananları anımsamayı sürdürelim. Umarız, ortak bir dille yazılmayı bekleyen yazılı tarihimizin ve yazılı belleğimizin temel taşlarını oluştururlar. O mutlu ana dek, şimdilik az da olsa moral bulma, gönlümüzü ferah tutma ve de içimize soğuk sular serpme adına...

Yoksa, yaşanan zamanlar öyle böyle değil, sözcüğün gerçek anlamı ile tam bir karabasan. "Üreticinin zarar etmediği" söylenebilen, neredeyse "Ekmek yoksa pasta" önerilen şu kahrolası düzende, tutuklamalar AKUT'a, ölüm meleği yeni doğan bebeğe, biber gazı "işimi istiyorum, başka bir şey değil" diyen Polonez işçisine ve oy verip seçtiği belediye başkanına sahip çıkan halkım insanına ulaşınca, halkımızın "Ar damarı çatlamak" ve "Gemi azıya almak" gibi, güzel özdeyişlerini anımsıyoruz ister istemez.

* * *

" Önce siz ateş edin mösyö burjuvazi" demişti Karl Marks... Yer ve zaman koşulları değişse de, söylemimiz de eylemimiz de örtüşür ve eş anlamlıdır; para babalarının günahları kadar sevmedikleri sakallı adamla. Şimdi acının hakikatlisini çeken biziz. Başka anavatan yok, hiçbir yere gitmiyor hiçbir yere kaçmıyoruz. Elinizde sayılırız bir bakıma; içerde dışarda. Buyurun, ateş edin! Yarından sonra kimin ağlayacağı, kimin kaçacak fare deliği arayacağı belli olmaz. Hele bir, bizim İnekçi Osman'ın "mengene kerpeten" hareketinin tek çıkar yol, tek kurtuluş seçeneği olduğu bir anlaşılsın! Asla özeleştiri yapmayıp, temelinde sınıf mücadelesinden sıvışmak yatan, "Bu halktan bir şey olmaz" kolaycılığı, çok eski bir "solcu" ve kronik aydın hastalığıdır. Halkın size güvenmesini istiyorsanız, siz de halkınıza güveneceksiniz.

Bu halkın ayranı bir kabarmaya görsün... Bu topraklar, ayak sesleri başkentten duyulan fincancı katırlarını ürkütüp, egemenlerin tatlı uykularını kaçırtan, görkemli diklenmelere de, coşkulu kalkışmalara da tanık olmuştur. Konuyu azıcık karıştıranlar; 15-16 Haziran'ı da, Sungurlar/ Kavel direnişlerini de, Taksim'de 'Yüz Bin Emekçi'yi de, Madenci Yürüyüşü'nü de, daha nicelerini de görecektir. Hani dudak büküp "amele takımından" dedikleri, o "baldırı çıplaklar"... Ebedi tokluğu fethedecek olan ezeli açlar. O muhteşem final hareketini yapmaya karar versinler. Tek Yol Mengene/ Kerpeten desinler bir... Kim yerlerde, bizim Osman'ın cüssesini aratan emekçilerin altında "sekiz çizer" ve de kim olduğu yerde "tespih böceğine döner" hep birlikte görürüz.

* * *

Bizlere, daha dün Narin'in şahsında, 'yenidoğan' servislerinde çektirdikleri acılara benim diyen dayanamasa da... İnsanız ya sonuçta. Sığınacak bir yoldaş sıcaklığı, içimizi ısıtacak bir dost anısı arıyoruz. İkisi de. Dahası da var, ellerimizi erken bırakıp giden arkadaşlarımızda. Osman salt bir örnek, bir sıra neferidir. Ne var ki, anlatılmaya da bilinmeye de değerdir.

Hayvancılığın yanı sıra, gereksinimini ve harçlığını çıkaracak kadar bağ-bahçe işleri ile de uğraşır. Şimdilerde, sevgili oğulları Semih'le Kadir'in yaptığı ölçüde yapmasa da, dikip suladığı fideleri bakar büyütür; evine gelenlerin torbalarını, arabalarının bagajlarını itirazlarını dinlemeksizin tıka basa doldurur. Onun itirazsız paylaşım ısrarı, savunduğu dünya görüşü gereğidir. Yer ve koşullar her ne olursa olsun, adımları aklının ve politik düşüncesinin izinde gider. En darda, en zorda olduğunda dahi vicdanı ile cüzdanı arasına asla sıkışıp kalmaz. Her daim dik duran omurgalı arkadaşlarımızdandır. Eğilip bükülmez, el etek öpmez...

Onun eğilip bükülmezliğinin kökleri lise yıllarına, yani devrimcilerle tanışmasına gider. Yokluktan denmişti ya okuyamamışlığı... Öyle değil elbette. Doğrusu, 'dik duruşundan, okuldaki devrimci arkadaşları ile, her daim birlikte dayanışma içinde oluşundan' olacaktı. Osman arkadaşları ile birlikte, doğruları söyler, savunur. Gerici saldırılara göğüs gerer, yere sağlam basar, sağlam durur. Ne ki, eyleminin de duruşunun da bedelini öder. Diğerleri ile birlikte okuldan atılırlar. Her biri değişik liselerde bitirmek zorunda kalır.

* * *

Osman Gün aklı, inandığı bilim ve siyasi görüşü ile adımları birlikte gitsin ister. Plansızlığa, ilkesizliğe tahammül edemez. Yapılan her iş ve girişilen her üretim planlı programlı, hesaplı kitaplı olmalıdır. Kötü niyetli olmasa da düşülen bir hesap hatasında asla sessiz kalamaz. Yakını da olsa -mahcup olması pahasına- doğruyu söylemekte sakınca görmez. Öylesi anlarda, kısık ve bulanık gözlerinde o ana dek görülmeyen kızgınlık ve itiraz kıvılcımları uçuşur.

İlerleyen yıllarda görme yeteneğini iyiden iyiye yitirir. Göz kapakları kısılır. Değişmeyen ise, sinirlendiğinde o sönen gözlerde öfke ve itiraz şimşeklerinin çakması, birlikte yaşadığımız duygu yoğunluklu anlarda yine sadece bizlerin ayırtına varabildiği, yüreğinin yufkalığını ele veren buğulanmalardır.

O gün bu gün, o onurlu gözlerdeki sorgulamaların, itirazların ve isyan kıvılcımlarının nedeni olan baskın sınıfın egemen anlayışı halen iktidarda.

Hayatında bağ bahçe tozu görmemiş Tarım Uzaktan Bakanı, ülkede zarar eden üretici olmadığını söylüyor. Suça ve adaletsizliğe göz yummayan, düzenin sorumlusu acı reçetelere ortak olmayan hemen herkese çemkiren suç işleri bakanı, suça karşı çıkana, hak-hukuk ve adalet arayana parmak sallıyor. Tehdit ediyor. Açıkladığı enflasyon oranı rakamları, yine bizzat kendilerine bağlı bir kurum olan İŞKUR tarafından yalanlanan TÜİK'e göre "istihdam" artarken, işsizlik oranı da haliyle düşüyor(!)

* * *

Osman Gün, siyasal geleneğine bağlı, dünya görüşüne uygun en ciddi analizleri oturup yazan, doğru siyasal analizler yapanlarımız -bir çoğumuz- gibi ilkeli ve kuralcıydı. Sorunlarımızın karmaşıklaştığı yerde ayağa kalkar, ilkelere uymamızı anımsatıp ve ortaklaştığımız kurallara işaret ederdi.

Bırakın örgütlü bir insan oluşunu, Camiönü Albayrak mahallesinden sıradan bir birey olarak en küçük, kendi deyimi ile üç kuruşluk bir haksızlığa bile tahammülü yoktu. Ola ki, böylesi bir durumda yanıtı, çok sert olabilirdi. Tanıkları yaşıyor; olmuştur da...

* * *

Bu gün, yakın geçmişimizde hiçbir şey olmamış ve hiçbir şey yaşanmamış gibi davrandığımız 2024 Türkiye'sinde yaşıyor olsaydı. Hala muhasebesini yapmamış ve yapamamış, hala geçmişi, hala yapıp ettikleri ile, yanlışları ve eksiklikleri ile yüzleşememiş bizleri "mengene-kerpeten" hareketine uygun görür müydü? En iyimser tahminle sorumlumuzu, sorumsuzumuzu kara tahtaya kaldırıp, sözlü sınava çekerdi. Orası kesin. Ancak, yine de hoşgörüsünü ve iyimserliğini yitirmez, yine o Lada'da olduğu gibi eğlenir, her şeye karşın bizlerle birlikte olmanın tadını çıkarırdı.

* * *,

1990'lardan bu yana, "bebek katili" diye diye, halkımızı şaşırtıp şaşı baktıranlar, bu kara propagandanın bilgi kirliliğinde oy devşirenler, sistemin çürümüşlüğünü ortalığa saçan "Yenidoğan" rezilliğinde, topu malum hastanenin başhekimine atıp, suçu "üç beş kişilik çete" ye havale etmeye çabalıyorlar.

On yıllardır anlatmaya çalıştığımız vahşi kapitalizm, ekonomisinden çalışma yaşamına, eğitimden sağlığa, kokuşmuş pul pul dökülüyor. Ağızlara sakız yapılan "bebek katili", ticarileştirdikleri, kendi deyişleri ile "şirket yönetimi" ne çevirdikleri sağlık sistemleri imiş. Bilinç ve farkındalık durumlarımıza göre davranışlarımızı ve yaşam biçimlerimizi etkileyen ya da belirleyen, emekçi kitlelerle egemen oligarşik yapı arasında kurulmuş suni denge emekten yana bozulmadıkça: Yenidoğan servisinde bebek, madende- inşaatta işçi, Bağlar"da Narin, SEDES'te öğrenci- işçi, evde- sokakta kadın kıyımı sürecek.

* * *

Sevgili dostum, o yumuk gözlerinde eksik olmayan öfke ve heyecan, şefkat ve hoşgörü gülümsemeleri, yaşadığımız şu alaca karanlık günlerimizde de bizlere cesaret veriyor, içimizi açıyor. Hep vardınız. Her daim de oralarda bir yerlerde, yüreklerimizin bir köşesinde, hep var olacaksınız. En sevdiği "Ay Karanlık" şiirini okuyan sevgili Zafer'imizin omuzuna dokunan o dost elinin sıcaklığı ve içtenliği omuzlarımızdan hiç eksik olmayacak. Bilesin.

Sana hoşça kal demeden önce, seninle sembolleşen şu 'mengene' hareketinin hakkını verelim. Sevgili Osman, sen yıllar önce, sözü uzatıp dolandırmadan, kısa yoldan sloganı belirlemişsin. Bizler, o günlerin koşuşturmacası içinde bunun ayırtına varamamışız:

Tek Yol Mengene/ Kerpeten. Bunun başka yolu yok...

Açık Mektup Yazı Kurulu, Turgutlu-Camiönü, 18.12. 2024

OSMAN GÜN' DÜ... O, BİZİM "İNEKÇİ OSMAN" IMIZDI. ( 1 )



18 Aralık 2012

OSMAN GÜN' DÜ... BİZİM "İNEKÇİ OSMAN" IMIZDI.

İnsan nasıl olur da kıskanmaz. Öykünmez; gıpta etmez şairi? "Adlarınız geliyor aklıma. Sevdiğim o çiçek adları gibi." Nurettin, Mete Atilla, Kadir, Saner, Sabahat, Doğan, H. Ducan, Mine, Davut, Hatice, Zeki, Bedrettin, Bedir Ali, Tamer, A.Rıza Yerli, İbrahim Levent, Akile, Neşe... Vefalı bellek her daim anımsar, anar: Hoca, Dayı, Patron, Sarı, İşçi, Palu'lu, Alman, Şair, Boyacı, Kıbrıs'lı, Eleman, Kuri, Yumurtacı, İnekçi Osman... Ve daha niceleri. Tıpkı şairin, gıpta ettiği hayranlığını saklayamadığı gibi.

* * *

Şahlanan döviz kuru, kitabı yazılan ekonomi... Dillere pelesenk, kabak tadı veren haberleri dinlemekten, asgari ücret teranelerinden, 'Tek haneli enf.' masallarından bıkmış usanmış durumda burnundan soluyor. Yumuyor gözlerini... Durmaksızın, bir solukta dökülüyor:
"Dışa bağımlılık olgusu, emperyalizmin arka bahçesi olma gerçeği ve geri bıraktırılmışlık değil midir? Sonuç olarak; onca yokluğun, yoksulluğun ve işsizliğin nedeni... Nereden bakarsan bak, hangisini alırsan al iler tutar yanı yok. Değişmiyor! Konu dönüyor dolaşıyor bilinenin tekrarına, ille de adını koyacak olursak, nihai kurtuluşa dek sürgit bir sıcak kavga ve var olan devlet cihazının kırılıp parçalanması, yerine bir ileri devlet biçiminin kurulması anlamına geliyor. Ol nedenle malumu tekrar edip durmaktansa, sen yıllar önce kralın çıplak olduğunu söylemiş güzel insanlarımızdan, onların yarenliklerinden şöyle bir inceden usulca söz et ki, içimiz açılsın. "
Konuya orta yerinden giriş ve de rest çekercesine kestirip atma bir demirci Arif usta klasiği. Öfkesine sual olunmaz. Ne var ki, büyüklerin öğütlerini tutmak, ustaların sözünü dinlemek gelenektendir. Uymak gerek: Osman Gün örneğin. Onun adı sımsıcak sohbetlerin, eğlenceli takılmaların, emek yoğun çalışmanın, yorulmamanın ve yılmamanın adıdır. En çok söylenen adıyla, İnekçi Osman.
Belleğimizin siyah beyaz fotoğraflarından gözlerimizin içine içine bakıp, ağız dolusu gülen gül yüzlü arkadaşlarımızdandır Osman Gün. Bu topraklarda doğmuş, çalışıp üretmeye adanmış yaşamı ile, yine bu toprakların yoksul insanlarındandır. Gönüllü katıldığı yaşam ve mücadele biçiminin sonucu öğrenimini sürdürememiş, doğuştan emekçi celep babası gibi hayvancılıkla geçimini sağlamış, özü bir sözü bir dosdoğru, emek yoğunluklu onurlu bir yaşam sürmüştür.
İlk gençlik yıllarında devrimcilerle tanışmış ve son nefesine dek sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz, eşit ve de adil bir dünyanın mümkün olduğuna olan inancını yitirmemiştir. Elbette inanmakla kalmamış. Elinde ne varsa ve elinden ne geliyorsa devrimcilerle paylaşmış, severek katıldığı sınıf mücadelesi içinde bir kez olsun ikirciklenmemiş, yakınmamış, hayıflanmamıştır.
İlerleyen yaşlarda görme sorunu yaşamış, bu rahatsızlığı son yıllarında kalıcı ve engelleyici olmuştur. Tüm çabalara ve onca girişimlere karşın tedavisi yapılamamıştır. Görme zayıflığına karşın, hepimizden güçlü elleri, kendine özgü yumuşacık bir yüreği, eşine az rastlanır, tadına doyulmaz bir yarenliği vardır. Yufka yüreği ile özenle baktığı ineklerin dilinden anladığı gibi, beklenmedik zararlar yaptıklarında da güçlü kolları ile onları yere yatırarak cezalandırması dilden dile dolaşmış, şakalaşmalarda konu olmuştur.
* * *
İnekçi Osman'ın, kendisine takılarak eğlence olsun diye dalgasını geçmeye çalışanlara uyguladığı "mengene/kerpeten" hareketini bilmeyen, daha doğrusu acı kuvvetini tatmayan, yaşamayan yoktur. Onunla yakın mesafedeyseniz, hoşlanmadığı ve keyfini kaçıran bir sözü edip çamı devirdiyseniz eğer, o an orada çok dikkatli olmanız gerekmektedir. Boş bulunup ensenizi ya da elinizi, eline kaptırdıysanız; vay halinize. Yerlerde sekiz çizip tespih böceğine dönmeniz kesindir.
Onun kerpetenine kısan kişi, zayıf çelimsiz biriyse eğer, birkaç dakika havada bayrak gibi dalgalanması olasıdır. Abartı değildir. Böylesi bir olayın acı çekeni de, bizzat tanıkları da halen hayattadır.
* * *
Bir umut yolculuğu: Poyracık.
Henüz sabahın körü denemez. Günün ışımasına daha var. Gediz Köprüsü'nü pürneşe egzoz patlatarak geçiyoruz. Altımızda 90 model, Rus arabası Lada... Kullanan bilir; sürüş "konforu"(!) kara şanzıman bir BMC kamyonunu aratmaz. Arka koltukta büzülmüş uyumaya çalışan, akşamdan kalma Nurettin Karabaş.
"Yavaş be!" deyip ardından sayıklıyor. Ekliyor hemen: "Motoru koparacaksın."
Ön koltukta oturan Osman keyifle kaykılmış. Gülüyor kıs kıs... İnekçinin en çok zevk aldığı, eğlendiği anlardır; yoldaşları ile olduğu ve onlarla geçirdiği saatler. İşte yine birlikte olmanın zevkini sürüyor, keyfine diyecek yok. En büyük eğlencesi onu celallendirmek, sarhoş halinde sataşmaktır. Fırsatını yakaladı mı kaçırmaz, kaşımasa olmaz:
" Rus yoldaşların arabası bu. Bir yeri kopmaz. Sen kendine bak, koca göçmen. Beğenmiyorsan direksiyona geçersin..." Seslice gülüyor. Sabahın alaca karanlığında akıp giden yolu izlemekte zorlanan yumuk gözlerini ovuşturuyor.
Köprünün hemen sonrası asfaltın ikiye böldüğü Yeniköy. Orayı da alelacele geçiyoruz. Elbette köyün çıkışında trafik polisi çeviriyor: " Ehliyet, ruhsat..?! "
Otomobilin içini inceleyen kuşkucu dik bakışlar. Arka koltuktakine alaycı bir gülüş: " Meskun mahalden hangi hızla geçileceğini öğrenemediniz mi?! " Sertleşiyor giderek: " Hadi arkadaki körkütük sızmış uyuyor, anladık. Sen, öndeki..." Adeta heceleyerek: " Kör- mü- sün? ", " Km. saatine bakmıyor musun? Görmüyor musun? Niye uyarmıyorsun? "
Ve ceza...
Gözlerimi yoldan ayırmadan, alaylı biçimde gülme ve makara sırası bu kez bende: "Ulen İnekçi, memur nereden bildi? Nasıl anladı dersin?"
Belli ki, o an söyleyecek söz bulamıyor. Yutkunuyor, sinirli. "İnince görürsün sen!" imasıyla, eliyle o bildik ve o kaçınılmaz acı sonun habercisi "mengene/ kerpeten" işaretini yapıyor.
* * *
İnekçi Osman'ın günbegün sönen/ körelen gözlerini göstermek için kim bilir kaç kezdir, Kınık-Poyracık köyüne yana yıkıla araba sürüşümüz. Ne doktorlar baktı o güzelim dost gözlere. Çekilen filmler, yapılan görme testleri... Kesin olan raporu en son üniversite hastanesi vermişti: " Beyine giden göz sinir sistemi eks olduğundan kalıcı ve nihai tedavisi olanaksızdır."
Osman bu! "Siz de doktor musunuz be" alaycılığı ile asla oralı olmadı. Umut bu ya! Poyracık köyündeki lokman hekim Hasan hoca'yı duymuş eşinden. Zuhal, Osman'ın eşi. Poyracık komşularından, Soma-Süleymanlı'dan. Biz bıkmadık o yolları aşındırmaktan, Lokman hekim kesin bıkmıştır aynı otu vermekten. Umut bu. Daha ne şakalara, ne yarenliklere bahane oldu o umut yolu. Ne bizim İnekçi usandı takılıp onunla uğraşmalarımızdan, ne Nurettin ağabey... Ne o, Rus arabası bıktı kahrımızı çekmekten.
İnekçi Osman yıllar sonra -ölümüne yakın- itiraf edecekti, öldü sanılan gözlerinin ıslandığı akşamın bir vaktinde. Sabahın kör saatinde düşülen Poyracık yollarında derdinin sönmekte olan gözleri olmadığını... Canından çok sevdiği dostları ile birlikte olmasının, yani bizlerle birlikte zaman geçirmesinin en büyük ve en son mutluluğu olduğunu.
* * *
Güzel dostum! Yürekli dostlar! İnanın, umut edin. Biz, yeniden bir araya gelmesini biliriz. Ağız dolusu gülmesini de. Öğrenci evlerinde "İdi Amin" renginde sabahın ilk ışıklarına dek, yine demlik demlik çaylar içeriz. "Gündüz insan, gece hırt." hallerimizle, tekinsiz afişleme, yazılama eylemlerinden yakamızı yine sıyırır geliriz. Yine buluşup sarılır, o tadına doyum olmaz sohbetlere dalarız. Ay karanlık. Ay karanlık! Zafer'imiz gibi aykırı şiirler okur, dağlara vurur firari türküler söyleriz: "Eğilmez başın gibi dağlar bulutlu efem. ", "Ah bir ataş ver gavur sinem ko yansın.", "Kalenin dibinde taş ben olaydım. Gelene gidene yoldaş olaydım."

Açık Mektup Yazı Kurulu. Kınık-Poyracık. 16.12.2024