ÜÇ ÇİFT AYAKKABININ OMUZLARIMIZDAKİ AĞIRLIĞI.
Yalan-talan-ölüm düzeninin bol ışıltılı sanal vitrinlerinden,
at izini it izine karıştıran haberlerine doyduğumuz gündemi karışık ülkemizde,
emekçisinden emeklisine zehir zıkkım edilen bir yılı daha geride bıraktık.
İlkokulun resim defterlerinde, yüzü gülen mutlu bir çocuk olarak anlatılan yeni
yıl, -yeni sürprizleri arkasında saklayarak- bizlere hınzırca göz kırpıyor. Kutlu/ mutlu ve umutlu, olsun. Rakı-balık görsellerine yarasın. Paylaşanları çok, “beğen”enleri bol olsun. Eskilerin
gönlünü de yapalım: “Cümlemize kemali-afiyet".
* * *
Otuz yeni yılın, zamanın bol mekanın dar olduğu bir kör
karanlıkta karşılanan bir yaşam düşünün. 1994 yılında gencecik bir edebiyat
fakültesi öğrencisi olarak girilen zaman tünelinden otuz yıl yaşlanmış bedenine
inat, bir şair ruhun inceliği ve her devrimcinin özlemi ile dimdik çıkılan bir yaşam…İlhan Sami Çomak.
“Doğrusu güneşli bir havada tahliye olmak isterdim.
Sevdiklerimin o gözlerindeki parıltıyı görebilmek için. Üretilmiş karanlıktan
gerçek aydınlığa ulaştım. İçimde bir burukluk söz konusu. Geride birçok
sevdiğim arkadaşımı bıraktım.”
* * *
Belleğimizin bekçileri kırık dökük anıların taptaze
durduğu, sevgili İlhan’ın zaman tünelinden çok daha uzun, yaşayanlarının tekrar
yaşamak için gönüllü olacaklarına inandığımız, şimdilerde hayalinin bile kurulamayacağı bir geçmişimiz var bizim:
30 Aralık 1979. Manisa. Akile Yeşilyurt.
Aslında çok sevdiği oğulcuğunu uçurmak için fitili ateşlenip tek katlı yer evinin ahşap kapısına bırakılan bomba, güzel anamızı koparıp aldı bizden. Gecenin bir vakti, dört gözle beklediği oğlunu, “…işte sonunda geldi" tez canlılığı ile koşup açan anneyi. Sisli/uğursuz bir Manisa gününün, kederli bir Saz mahalle sabahında, kim bilir kaç kez pürneşe girilip çıkılmış yıkık bir avlu kapısı durur orada. Hemen kıyısına bırakılmış bir çift eski ayakkabı…
12 Ocak 1982. Konak. İzmir Emniyeti. Kışın göbeğinde ter kokusu sinmiş, soluk soluğa sorgu odalarından birisindeyiz. Günahı vebali elbette kendi boynuna. Canı pek de tatlıymış. İşte böylesi bir boşboğazımızın ele vermesi üzerine, yakalanarak oraya getirilen Turgutlu köylüklerinden Hasan Yalçınkaya… Şimdilerde de, hala görüşüp kucaklaştığımız Hasan abimiz. Çıkarır ayaklarından kara lastiklerini, atar ortaya. Sorguculara duyurmadan ama, öyle usulca, biraz da sıkılarak. Çok sıkışan, tutamayan varsa, içlerine yapsın diye. Kimsenin başına gelmesin! Yirmi dört saat helaya götürülmemeniz, çişinizi tutmaya zorlanmanız nasıl bir eziyet, işkencedir. Canı burnuna ve kasıkları patlama noktasına gelmiş hiçbir yoldaş, -bizim, kronik böbrek zoru olan Japon arkadaşımız dahil- celladını güldürmemek, alçaklara alay konusu olmamak için, o öpülesi bir çift kara lastik ayakkabıya işemeyi aklına bile getirmez.
O kara lastik ayakkabı, Şirinyer As.C.evi. 16. koğuşunda çok volta attı; sahibi ile. Saygımızdan. Bizler onun hep bir adım gerisinde olduk. Hasan ağabey yaşıyor! Orada, Sinirli köyünde... Kendisine yakışan bir tarzda, suskun ve hoşgörülü. Çok şükür ki, yüzüne bakmaya ve ayda bir gidip ağız tadı ile bir çayını içmeye yüzümüz var.
Ocak 1984. Sur kent Diyarbekir.
Batı illerinde harı geçmeye yüz tutmuşken, oranın ateşi sönmemiş "eylül yangını" nın, o cehennem, o tekinsiz izbeliklerinden birisinde... Artık yaşadığına, girdiği her yeni yıla ilenen, kimi kez içerleyip kendini kahreden, bu gün hala "mağdur değil, taraftık" diye övünen iflah olmaz bir tanık: "İbrahim Kaypakkaya'dan yıllar sonra Diyarbekir sorgularında, düşleyebileceğinizden ve de romanlarda yazılanlardan çok daha fazlası yaşandı." diyecektir.
Otuz gün boyunca gözbağları sorgu saatleri dışında,
ancak hücrede açılır. Ne var ki, orada da gün ışığı olmadığından bu hiçbir
işe yaramaz. Bir Kürt olan hücre arkadaşı, kendisi gibi, kendilerine yardım
edenleri, kaldıkları evleri, ilişkileri ele vermesi için, gündüzlerin gecelere
karıştığı sonu gelmeyen saatlerde işkence görmektedir.
Zamanın uzayıp gittiği, bitmek bilmeyen bir gün,
suskun hücre arkadaşının sorguya götürülmesinin üzerinden kaç saat geçtiğini
kestiremez. Zaman kavramı yitmiştir. Keko
küfürlerle, itile kakıla getirilip hücreye boş bir çuval gibi atıldığında sırılsıklam
durumdadır. Kolları Filistin Askısı'ndan cansız ve duyarsızdır. Hücre kapısı
kapanır kapanmaz kekonun kıpırtısız bedenin yoklar. Anlamaya çalışır.
Kollarının ayırdına varınca da masaj yapar. Moral olsun diye uzamış
sakallarını okşar. O ise, durumuna aldırmaksızın, kulağına yarım yamalak
Türkçe'siyle:
"Asla teslim olmadığını, sonunda ölüm de olsa
katlanacağını" fısıldar. Onca alçak gönüllülüğü ile "Onun da
korkmamasını, bir gün İzmir'e kavuşabilirse, oradaki -Egeli- dostlarına
enternasyonal selamlarını iletmesini" öğütler.
* * *
Yılbaşıdır... Hücrelerin kapıları açılıp kapandıkça
koridordan, insan azmanlarının arsız gülüşmelerini izleyen, falakada sopanın
nasıl kırılıp tavana çarptığını ve kara bıyıkları tek tek nasıl yolduklarını
anlattıkları fütursuz konuşmaları gelir.
* * *
Zifiri tabutluklarda akla sığmaz yöntem ve tekniklerle
dolu saatler, günler geçer. Dipsiz, bitimsiz, boz bulanık mekanın fısıltı ile
konuştukları bir anında, kirli sakalı uzamış, sıcak soluklu adam bir sır verir
gibi aniden: "Beni götürecekler,
bir not ele geçirdiler, bir randevu notu... Beni canlı yem olarak kullanıp,
ateşin içine atacaklar. Senden dileğim; bir gün sağ salim memleketine geri
dönebilirsen, arkadaşlarımıza, yoldaşlarımıza, devrimcilerin bu topraklarda da
cuntaya direndiğini, açık faşizmin karşısında diz çökmediğini ve her ne olursa
olsun mücadeleyi sürdürdüğünü" anlatmandır.
Ve hiçbir şey söylememiş, hiçbir şey olmamış gibi, çok
kısa sürecek, ürkek, tedirgin, eğreti ama karşı konulmaz, arsız bir uykunun
kollarına bırakır kendini.
Devrime ve sosyalizme, onlarla gelecek günlerin inanılan bütün
değerlerine dair sımsıcak düşlerin, yaralı bedenin yaralarını sağaltmaya
çalıştığı bir vakit hücrenin kapısı hoyratça açılır. Yüzünü hiç seçemediği,
adını bile öğrenemediği, konuştuğu ana dilini bilmediğinden ancak yüreğindekileri
paylaşabildiği suskun, ezik bakışlı esmer genci alıp götürürler.
İstem dışı titremelerle kasılan genç adamın sıska çıplak
ayaklarına kara lastiklerini giydirirken, onun "titremem korkudan değil,
çaresizliğimden" anlamında bir şeyler söylemeye çalışmasından eksiklik duyduğunu
ve bu nedenle de utandığını anlar. Rahat olması için onun sırtına birkaç kez dostça
dokunur. Celladına belli etmeden usulca vedalaşırlar. Duyumsattığı şeylere,
coşkusuna, hüznüne ve çaresizliğine ait sayfalarca anlatılabilecek bu ayrılış
anı, saniyeler içinde başlar ve biter. Uzaklaşan
ayak sesleri kesildiğinde yüreği sıkışır. Şimdiden özlediği insan, celladından
aman dilemeyen, adı sanı hiç bilinmeyecek, -ola ki bir gün- yazılı tarihimizde
geçmeyecek devrimcilerden sadece birisidir.
Karabasanlı, karışık bir uykuya daha yenice dalmış
gibi gelse de saatler geçmiştir. Yarı uykulu kıvrılmışken demir kapının kilidi
döner. Sahibinin arsızca sırıttığını duyumsadığı bir el üzerine yumuşak
bir şey atar. "Al işte" der, "O pislikten geriye kalan, çok
sıkışırsan içine işe... Benden izin." Aynı arsızlıkla sırıtıp ve kızgın
sinirli küfrederek demir kapıyı sertçe kapatır. El yordamı ile anlamaya
çalıştığı yumuşak cisimler, burun boşluklarına dolan kanın pıhtılaşmaya
başladığı kara lastiklerdir.
* * *
12 Ocak. Her 12 Ocak... O gün bu gündür, tanımsız bir
incecik, ılık/ ıpılık kanayan yaradır. Her yıl gelip dayandığında, çöktüğünde
zihnimize, bir yerlerde kırılan bir yeşil bahar dalıdır. O gün bu gündür;
aile içinde ve yakın dost çevresinde espri ile karışık hep bir uyarı vesilesi
olmuştur: "Aman ha dikkat... Saçak altından yürüme. Bu gün 12 Ocak."
Felaket tellalı hiç olmadık da. Şimdilerde
"Bu kadarı da olmaz!" şaşkınlığı ile az mı karşılaşıyoruz, bize
yaşatılan/ dayatılan saçma sapan olaylarla?
İzmir-Güzelyalı'da, omuzu bol yıldızlı, kelle kesen
Hacı Mirza Mahkemelerinden, bu günün önleri düğmeli cübbeler içindeki imamların,
keseni-boğanı-çalanı salan, yazanı-konuşanı-ayağa kalkanı kapatan, "Oraya
sordum. Oldu!" mahkemelerine.
Açık Mektup’ tan. 30.12.2024. Devegeçidi- Diyarbekir.