21 Temmuz 2025 Pazartesi

TEMMUZ SICAĞININ ANIMSATTIKLARI

TEMMUZ SICAĞININ ANIMSATTIKLARI 

"Gine’de Devrim"

Anlattığı konular, önerdiği kitaplarla, dünyaya ve olaylara bakışımıza yön veren Edebiyat öğretmeninin, “Bir konuyu anlatmanın, bir olayı bir sorunu irdelemenin en sağlıklı, en etkili yöntemi -yazı dilinde olsun, konuşma dilinde olsun- ben dilini, yani egonuzu ele veren birinci tekil şahıs zamirini, özel durumlar dışında kullanmayın.” sözünü unutmak olası değil.

Unutanlarımıza da, ders gibi bu sözün içeriğinde etik bir uyarı olduğunu ve mutlaka uyulması gerektiğini anımsatacak kişinin Nurettin Gürateş olacağını, o günlerde kim bilebilirdi?

1975 ve sonrası… Eğitim çalışmalarının yazılı metinlerinde, boykotlarda, düzenlenen formların konuşma dilinde, Nurettin hoca “ben dili” nden sıyrılarak, her fırsatta çoğul şahıs zamirini kullanıp, ‘biz’ anlayışını yakalayabilen, ‘biz’ olmamız gerektiğini savunan ender devrimcilerdendir: “Sürekli okumalıyız, hep sorgulamalıyız, zaman bulduğumuzda yazmalıyız.” Ve Lenin’in sözüne atfen, “Yapmalıyız, yapmalıyız, yapmalıyız.”

* * *

Diyarbakır-Bağlar’ındaki öğrenci evinde, sırt üstü yattığı yerde kitaba dalmış gitmiş. Sigarasının külü, zaten sigara ateşi ile delik deşik olmuş çaput kilime düştü düşecek. Tıpkısı olmasa da şu anlamda:

“Gine Bissau’daki devrimi doğru okumalı, emperyalizmin 1945’lerden -İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, içine girdiği yeni-sömürgeciliğin ilişki ve çelişkilerine yanıt veren, halka ulaşmada, emekçilere dokunmada yeni/ yaratıcı olanaklar yaratacak, yani yeni kanallar açacak zengin mücadele biçimlerine gereksinimimiz var. Tam da bu yüzden ve bunun için: Yaratıcı siyasal görüşleri, dünyanın son durum ve koşullarının yarattığı sonuçlarla örtüşen Amilcar Cabral’ı tartışmalıyız. Cabral’ın, Asya ve Afrika Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin devamlılığını ve devrimin kalıcılığını garanti altına almak adına, küçük burjuva önderliklere önerdiği ve mutlaka üstesinden gelmeleri gerektiğini söylediği ‘sınıf intiharı’ seçeneğini konuşmalıyız.”

Nurettin’in de doğruluğunu teyit ettiği ve dikkatimizi çekmeye çalıştığı, Cabral’ın doğru bir saptamayla altını çizdiği deyişinin, geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen “Gine’de Darbe” haberi ile doğruluğunun kanıtlanması ders vericidir. Bir magazin haberi gibi geçilen bu olayın, muhalif basında/ kimi sol çevrelerde irdelenmemesi düşündürücü; ayrıca bundan elli yıl önce Nurettin’in yaptığı yorumun günümüzde pek yapılmaması, yapamamamız, Gürateş” in siyasal öngörüsünün ne denli engin, araştırıcı, eleştirici olduğunun açık göstergesidir.

En önemlisi, bugün bizim bu duyarlılıktan, görev ve sorumluluk bilincinden bir o kadar uzak oluşumuz. İç acıtıcı yanı da, onca dile getirmemize karşın, bir türlü ortak bir bellek ve yazılı bir tarih yaratamamış oluşumuz gerçeği, üzerinde kafa yormamız, sorgulamamız gereken, ciddi bir eleştiri ve özeleştiriyi zorunlu kılan siyasal sorunumuz olarak bir kenarda boynu bükük duruyor oluşudur.

* * *

Elli yıllık uzun zamanın her mekanında ve her olayında, gözlerimizin önünden asla gitmeyen haliyle, okuyan, yazan ve sorgulayan Nurettin Hoca, bir deliyi zıvanadan çıkaracak denli saçmalık dolu memleket gündeminde, adeta “cambaza bak” dedirten “silahların yakılması seremonisi” için, iptekini değil, kendisini saklamaya gerek dahi duymayan sahibini görün anlamında dikkatimizi çekmeseydi, bu yazı başka içerikte sürecek ve son bulacaktı.

Haklı olarak dikkat çekilen, ülkede en son nerede, ne zaman kullanıldığı hiç ama hiç dillendirilmeyen silahların son kez ateşlenmesinden, yanlış oldu “yakılması tören” inden söz ediyoruz.

Dışa bağımlı devlet gücünün tüm olanakları, baskı/ pasifikasyon yöntemi ile, at izinin it izine karıştırıldığı yaşatılan günlere ilişkin, Nurettin gözü ile bakılacak ve Gürateş sözüyle söylenecek olursa:

Geçmişinde, “Yıldız” sözcüğünden “Padişah efendimizin Yıldız Sarayı kastediliyor”, şimdilerinde “Kaçak Beştepe” sözünden “Cumhur Reisimize hakaret ediliyor.” diye, yazarının, çizerinin, aydınının ve de aklı işleyenin derdest edilip canına ot tıkandığı bir ülke düşünelim. Böylesi bir baskı/ hukuksuzluk düzen ülkesinin, İstanbul’unda, İzmir’inde, Adana’sında, Adıyaman’ında terör estirilir, seçilmişlerine ve milyonlara varan iradelerine hakaret edilip kan kusturulurken, “Terörsüz Türkiye” maskesi, barış/ kardeşlik/ demokrasi manipülasyonu ile -üstüne üstlük ABD Emperyalizminin akıl hocalığında- yapılan “silahların ateşe verilmesi” gösterisine kim inanır?

Sözümüz inanıp medet umanlaradır ki; siyasal otoritenin arkasındaki Pentagon gücüne güvenerek bir vatandaşına barış çubuğu/ zeytin dalı uzatırken, diğer vatandaşına kızılcık sopasını reva görmesi pek mi ikna edici ?!

Yukarıdaki gerçekliğe, onlarca çelişik durum, bir o kadar şaibeli/ düşündürücü olay eklenebilir.

Nurettin 2025 temmuzunda yaşıyor olsaydı;

75’inci NATO zirvesinin sonuç bildirgesindeki savaş ve işgal kararlarını bizden önce görür, duraksamadan dikkatimizi emperyalizmin bünyesindeki yeni ilişki ve çelişkilerin Orta Doğu özelindeki bölgeselliğine çeker, asla değişmeyen böl ve yönet politikasının mezhepçilik üzerinden sürdürülmesine ve İsrail aparatı ile kapı komşumuz ülkelerdeki (özellikle de Suriye) siyasal, etnik ve finans aktörlerinin yeniden tasarlanmasına, bölgedeki mevcut dinamiklerin yeniden derlenip düzenlenmesine, klişe söylemle “dizayn edilmesine” yoğunlaşmamızı isterdi.

Daha iyi anlamamız için, yine kalemini masaya o bildik hareketiyle bırakır, bıyıklarını çekiştirir, bir süre düşünür, yine mitinglerdeki ya da ev buluşmalarımızdaki o kendinden emin ses tonu ile yine tane tane -şatafatsız, iddiasız- konuşurdu.

Yanlış düğmeden başlayan bir iliklemenin doğru yerde bitmesini bekleme biçiminde seyreden kronik hastalık akıl tutulmasının, onca saçmalığın, yalanın- talanın-dayağın- her sınıftan her türden cinayetin tek bir gün eksik olmadığı, bizim gibi emperyalizme bağımlı geri bıraktırılmış/ çarpık ülkede, bu denli çok ve yaygın olması hiç de şaşırtıcı değil. Ayrıca 'akıl tutulması' kronik olduğu gibi, nükseden de bir rahatsızlıktır. Bunun toplumdaki karşılığı, daha dün Diyarbakır surlarına 'Üç Hilal' li bir bayrağın asılmasıdır.

Durum böyle olunca, hani şu, Ruhi Su’nun “sazını döver gibi çalıyor” dediği, Kaya gibi sert sanatçı, türküsünde “nereden baksan tutarsızlık, nereden ahmakça” demeyecekti de ne diyecekti ?!

İrlanda’da IRA, İspanya’da ETA, Kolombiya’da FARC… Kuşkusuz, onların da yanlış düğmeden başlamalarını isteyenleri, kabaca sapıttırmak, kışkırtmak, akıllarını çelmek isteyenleri vardı. Mahir’in şiirinde küçümsediği gibi, Karanlığın cüceleri yani.

Azıcık araştırıldığında rahatlıkla görülebileceği gibi: Üç örgüt de işe, bir üst akılca kurgulanmış ve bu akla peşinen biat edilmiş izlenimi veren bir “silah yakma töreni” ile değil, akla uygun, aklın ve deneyimlerin evrensel kurallarına dayanan yöntemle başladılar. Bu bir.

İkincisi. Her üç örgütün de, yıllarca sürmüş silahlı çatışmalara sonlandıracak ateşkes görüşmeleri, yer küre diplomasisinde olsun, siyasal alanlarda olsun, bir ağırlığı olan, kabul görmüş, saygın (bir ülke ya da kişi) bir siyasal aktörün gözetim, denetim ve dahi arabuluculuğunda başlamış, yine aynı tutarlı/ güvenilir gözlemcinin önünde imza altına alınan yazılı bir “uzlaşı ve uygunluk” belgesi ile sona ermiştir. Örnek alınması gereken, aynı tutarlılık/ ciddiyet bu anlaşma tutanağından sonra da sürer. Bir başka deyişle, öyle allamak pullamak, öyle şatafatlı/ abartılı tören mören yoktur. İki taraf da, hemen sonrasında dikkat edilmesi ve uyulması gerekenlere, görevlerine ve dahi sorumluluklarına bakar.

28 Temmuz 2005 Birleşik Krallık-IRA, 21 Ekim 2011 İspanya-ETA, 2015 yılı Eylül ayı Kolombiya-FARC tarihsel uzlaşıları sonrasında, yol kazası olmadı değil. Oldu... Ne var ki, hiçbirinin izlenen yöntemle bir ilgisi yoktu.

Ve…
Nurettin Gürateş konuşmasını “olası ya da olmuş yol kazalarının nedenlerini konunun uzmanlarına bırakmanın daha doğru olacağını” söyleyerek sonlandırır.

* * *
26/27 Temmuz 1978’in yakıcılığını ve sarsıcılığını, 2025 Temmuz’unda hala içlerinde duyumsayanların, belleğimizin sayfalarındaki diğer fotoğraflara takılı kaldıklarından hiç kuşku yok.

Çözülmediği sürece içimizi acıtmayı, huzursuz etmeyi sürdürecek olan, her zaman ve her koşulda hayıflandığımız sorundur ki, henüz yazılı bir anlatıya, ortak bir dille belgesel bir bütünlüğe kavuşturulamamış yakın tarihimiz, içbükey ayna gibi, azıcık ilgi duyup baktığınızda, sizi içine alıveriyor. Konu konuya geçiyor, gözlerinizin içine soran gözlerle bakan, suskun yüzler birbirini izliyor:

“Ne yaparsınız be, güzel dostlar ?! Hala, mezar başlarımızda, mermer taşlara söz verir durur musunuz ?!”

* * *
Her konu, her anı, her portre birbirinin izdüşümü, sizi hayretler içinde bırakacak kadar birbirinin devamı, tamamlayıcısı… Nurettin’ i Nailan ve Bedrettin izliyor, Bedo’ yu Mete Atilla, Tamer, Doğan, Ercan, onları Kadir, Hakkı… Davut, Bedir Ali, H. Ducan, Ali Rıza, Neşe, Sabahat, Didar abla ve Akile ananın silik portreleri…

Açık Mektup Kolektifi. 26/ 27 Temmuz 1978. Adana-Kuruköprü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder