BEYLER ÇOK ÜZGÜNÜZ !
SEVDALILARINIZ KOMÜNİSTTİ !
Bundan yaklaşık
otuz yıl önce, dönemin Gümrük Tekel Bakanı Cahit Aral beyefendinin televizyon
ekranından elindeki çay bardağını gözümüze sokar biçimde çayını iştahla
höpürdetip: “ Bakın ben içiyorum… Müsterih oluna ” mealinden, kamuoyuna, sözüm
ona moral ve güven verici açıklamasını yaparken, kimse 2005 yılının 25 haziran
gününde Kazım Koyuncu adındaki genç bir yeteneğin sanat yaşamının henüz
baharında kanser belasından solup gideceğini düşünemezdi.
Bu talihsiz
ülkenin güzelim insanları, tarihinin hemen her döneminde, özellikle de
yazılı ve görsel basının etkisiyle kendisine sunulan menünün dışında, beden ve
ruh sağlığı için asıl yararlı olanları seçme alışkanlığını edinemediğinden, hep
kendisine sunulanlarla yetinmek zorunda kalmıştır. Ömürler tükenmiş, siyasi
iktidarlar değişmiş, o, hep gösterildiği kadar bilmiş, izin verildiği düzeyde
öğrenmiş, hep yaşamak zorunda bırakıldığı yerden bakmıştır…
Doğal olarak
sorgulaması da, belleği de zayıf kalmıştır. Her daim boynu bükük, biat ve
tevekkül ruh hali içinde sessiz sakin, hiçbir şeye karşı olmaksızın
yönetilmesine, hiç sorgulamamasına, hiçbir karara ve uygulamaya karşı
çıkmamasına neden olan önemli bir sosyal eksiklik ve zafiyettir bu. Tarihin bu
yaşamsal gerçekliğinin uzandığı, tutunduğu kökler eşelendiğinde de,
kaçınılmazdır ki, epeyce eskilere, çok gerilere gidilecektir.
1923 İzmir
İktisat Kongresi’nde TBMM çoğunluğunu oluşturan Kemalist, devletçi ve statükocu
kadroların “ Yabancı sermaye çevrelerine,
ekonominin gelecekte alacağı biçimini ve niteliğini belirlemek”, “ İç ve dış
sermaye çevrelerine güvence vermek ” özellikle de, “ Yabancı sermayeye karşı olmadığını
açıklamak. ” gibi, her yerde dillendiremediği ciddi bir derdi ve sıkıntısı
vardır.
- 2 -
1923 İzmir İktisat Kongre’nin yabancıya göz kırpan ve onun yatırımlarına kapıyı aralayan üzeri örtülü ve ürkek açılımları yakın gelecekteki dışa bağımlı ekonomik siyasi politikaların tarihsel zeminlerini hazırlaması bakımından yabana atılmaması gereken bir ayrıntıdır.
Çok
partili dönemde DP’li Adnan Menderes’in “ Her mahallede bir milyoner, her köyde
bir traktör.” şiarıyla örtüşen ekonomik ve siyasal vaatlerini, AP’li Morrison
Süleyman’ın uluslararası tekelci sermayeye çağrı yapan cüretkar programlarının
yanı sıra ABD ile böbürlene böbürlene yapılan “ İkili Antlaşmalar ”, yabancı
finans kurumları ile ileriye dönük, planlı programlı çok daha uzun vadeli siyasi
flört planları izler.
Yabancılarla
atılan her imza, görünümde el etek öpen, özünde dışa bağımlılığı güçlendiren -uygulanan-
her politika, emperyalist güçlerin tahakkümünü, savaş ve işgal barbarlığının
boyunduruğunu kırmış Anadolu Hareketinin ulusal kurtuluşçu, ileriye ve aydınlanmaya dönük demokrat tavrının,
anti-emperyalist göreceli kazanımlarının birer hazin kırılma noktaları
olmuştur.
‘Milli Şef’ döneminden sonraki çok partili yıllarda, dış politikada ve sermaye hareketlerinde yeni uygulamalar, alışılmışın ötesinde sorumsuz, kaba bir cesaretle hayata geçirilir. Palazlanan ulusal sermayenin sözcüsü yönetici kadrolarının gözünü kararttığı bu “Cesur” dönem, “ İkili Anlaşmalar” gereği uluslararası finans kapital sisteminden “karşılıklı iş birliği” kıvırması ve mazereti ile alınan yeni krediler, daha açık deyişle yeni borçlanmalar dönemidir.
‘Milli Şef’ döneminden sonraki çok partili yıllarda, dış politikada ve sermaye hareketlerinde yeni uygulamalar, alışılmışın ötesinde sorumsuz, kaba bir cesaretle hayata geçirilir. Palazlanan ulusal sermayenin sözcüsü yönetici kadrolarının gözünü kararttığı bu “Cesur” dönem, “ İkili Anlaşmalar” gereği uluslararası finans kapital sisteminden “karşılıklı iş birliği” kıvırması ve mazereti ile alınan yeni krediler, daha açık deyişle yeni borçlanmalar dönemidir.
Aslında yaşanan,
çok uzun vadeli taslak plan üzerine oturtulan, ciddi kabuk değişimidir,
kurumsallaşmadır. Geleneksel, statükocu devletçi politikaların, “yerli malı”
kültürünün öksüz çocuk gibi kenara bırakıldığı körüklü Kuvayı Milliye çizmesinin
Anadolu’nun engebeli yollarını, sıcak savaş meydanlarını görmüş ayaklardan
çıkarılarak bir daha kullanılmamacasına kaldırıldığı bir değişim…
- 3 -
Yasal düzenlemelerle kurumsallaştırılan ve yapısal köşe taşları yerlerine oturtulmaya çalışılırken, kamu vicdanına da pembe gelecek tabloları biçiminde lanse edilmeye çalışılan işbirlikçi yerli sermaye hareketi, bir yanıyla Batı’ya göz kırpan İzmir İktisat Kongresi’nin;
"
- Öz kaynakların değerlendirilmesi,
- Yerli mallarının, ulusal üretimin desteklenmesi,
- Günlük çalışma süresinin sekiz saati geçmemek üzere sınırlandırılması,
- Çalışanlara ücretli izin, hastalık, doğum, ölüm, sosyal güvenlik önlemleri, evlenme yardımı ve sigorta ve dahi iş güvenliği sağlanması,
- 1 Mayıs’ın -diğer ülkelerdeki gibi- İşçi ve Emek Bayramı olarak kutlanması,
- Yeni açılacak çalışma alanlarındaki tüm işlerin Türklere verilmesi,
- Özel girişimciliğin her daim desteklenmesinin ve canlı tutulmasının yanında, kredi, iş ve yatırım olanaklarının, eğitim, ulaşım, sağlık, haberleşme gibi altyapı ve teknik hizmetlerin devletçe sağlanması,
- Tüm bunlar için yasal düzenlemelere gidilmesi. " gibi,
Çalışanlara
sağlanacak hak ve özgürlüklerden hareketle önemli ve can alıcı ayrıntıları
gündeme getiren, o günlere göre hayli ilerici ve yenilikçi maddelerinin
budanması, kamu yanlısı devletçi damarlarının boğulması anlamına geliyordu.
Uzun
vadelerle alınan yüksek faizli kredilerin, ülke geleceğinin yıllarına, on
yıllarına yayılacak olan adaletsiz yükü, Çanakkale’de, Dumlupınar’da şehit
düşen ayağı çarıklı Mehmet’in aç açık büyüyen sefil perişan çocuklarının çıplak
sırtına hayasızca yüklenmiş, böylece dışa bağımlı gelişen süreç hızlandırılmış,
ulusal ekonominin kendi dinamikleri ile gelişmesinin ve kendi soluk borularını
kullanmasının önüne geçilmiştir.
- 4 -
Yabancı
sermayenin ülkenin cılız ekonomisine yerleşen, yaşamın birçok alanında etkisini
arttıran siyasal ve mali iradesinden, elbette uluslaşma süreci de nasibini
alacaktır. Ülkenin öz dinamiklerinin üzerine düşen yabancı gölgesi, yerli
ticaret burjuvazisinin planlı bir müdahalesi değil, başka bir güce ve ondan
gelecek desteğe bel bağlayan mali politikaların zorunlu ve kaçınılmaz bir
sonucudur.
Doğal
olarak emperyalizme başından beri bağımlı olarak gelişen bu çarpık iktisadi
yapılanma üzerinde gelişen hayatın diğer toplumsal alanlarındaki sosyal/
kültürel biçimlenmeler ülkenin uluslaşma sürecinin arızalı, özürlü basamakları
olarak yakın tarihe not düşecektir. Yabancı vesayetinde oluşturulan göbekten
bağımlılık, bir ayağı kırsal alanda olan işbirlikçi sermayedarlar tarafından
giderek bir kabulle yeşil ışık yakılan yabancı sermayenin ülke üzerinde nüfuz
alanını genişlettiği ve giderek güçlendiği sürece tekabül etmiştir.
Yabancıların
tekel karı iştahı içinde, yine aynı güçlerin
insaf ve inisiyatifinde kurulan sömürü ve hegemonya ilişkileri, elbette
ki Anadolu Kurtuluş Hareketi’nin ruhunu, onun anti emperyalist yönünü
örselemekte, adeta ablukaya almaktadır.
Ülkenin
yazgısını belirleyecek olan bu mali modelin ta başındaki mimarlar da, ilerleyen
yıllarda olup bitenden haberleri yokmuşçasına, sıkılmadan “memleketin geri
kalmışlığından hayıflanan” günümüzün akıl hocaları da aynı zihniyetin
sorumlularıdır.
Ol nedenle
ülkenin ve insanlarının geleceğinin derdinde olan devrimcilerin, sosyalistlerin
“geri bıraktırılmışlık” gerçekliğini öne çıkarmaları, Emperyalizmin 2. Paylaşım
Savaşı’ndan, yani (1945’lerden) sonraki emperyalist sömürü ve istismar
biçimlerinin, emperyalistler arası yeni ilişki ve çelişkilerinin doğal sonucu “gizli
işgal” ve “içsel olgu” boyutlarının altını çizmeleri bu yüzdendir. (Bilgi için,
Bütün Yazılar, Kesintisiz Devrim II-III, Mahir Çayan)
- 5 -
Anadolu
coğrafyası ve onun vefalı, çilekeş insanları bu güdümlü, geleceği karartan, onur
kırıcı uygulamalara -eski deyişle-
“iktisadi müstemleke” modeline “reva” görülürken, kıta Avrupası, daha on yıllar
önce iktisadi yapısında hangi nitel değişimleri hangi kendine özgü dinamiklerle,
hangi tarihsel misyonla yerine getirmişti?
Tarihin filmini geri saralım, bir
kez de oradan bakalım:
Daha 17. Yüzyılda
Batı dünyası bünyesinde varlıklarını henüz sürdürmekte olan feodal üretim
çelişkilerine ve ilişkilerine göre daha gelişmiş daha ileri bir üretim tarzı
olan kapitalist üretim düzeni, kendi öz kaynaklarının, öz dinamiklerinin,
güçlü, olgunlaşmış sınıf çelişkilerinin iticiliğinde, elbette ki muhteşem alt
üst oluşlar içinde geçen yapılandırmayla oldukça yol almıştı.
Yüzyılın sonlarına
doğru, kendi mecrasında el yordamı ile yol alırken, aynı zamanda da palazlanan tekelci burjuvazinin
yeni doğan, ilerici, dönüştürücü ve geliştirici sınıf olma özelliğinden ötürü
dönemin tartışılmaz toplumsal lokomotifi oluşu, tekelci sermayenin gelişim
sürecini yönlendiren önemli bir etkendir.
Lokomotif
enerjinin marifetiyle eskimiş, çürümüş, ölmekte olan feodal üretim ilişki,
yöntem ve çelişkileri alt yapıdan hızla arındırılmış, temizlenmiştir.
Öncekine
göre daha yeni olan ve ilerici nüveler taşıyan genç sistem alt yapısından üst
yapısına yerine otururken yükselen devrimci lafızlar; “özgürlük, eşitlik,
adalet, demokrasi” sözcükleriyle sloganlaşan değerler, değişen Avrupa’nın kale
burçlarına (İlerleyen yıllarda ilerici, yurtsever kimliğinden uzaklaşacak olan
burjuvazi tarafından, teker teker geminin bordosundan aşağı atılmak üzere…)
bayraklaştırılarak dikilmiştir. (1789 Fransız Devrimi)
- 6 -
Şaşmamak
gerekir ki, tüm bu olup bitenleri yıllar sonra; “ Yaşamda hiçbir toplumsal hareketin, bağrında geliştirdiği,
var olmasını sağladığı diğer bir sosyal oluşumu dışlayacağı, dışarıda tutacağı
söylenmemeli. İşte o zamana, o doğuma kadar toplumların her genel yeniden
kuruluşunun ve oluşumunun arifesinde toplum biliminin son sözü Kavga ya da
Ölüm, Kanlı Mücadele ya da Yok Olma biçiminde olacaktır. ” sözleriyle
özetleyecek olan Karl Marks’ı haklı çıkararak…
Tek
partili dönemde çıkış noktası yakalayarak yayılma zemini bulan, 50’li yılların çok
partili döneminde uygun yasal düzenlemelerle “içsel olgu” olma yolunda, zaman
ve mekan kavramlarıyla ayniyet ve uygunluk içinde kurumsallaşan çok uluslu
tekelci sermayenin ekonomik ablukası bizde ise, tek kelimeyle “ucube”
denebilecek istikrarsız bir mali yapılanmanın varlık nedeni olmuştur.
Avrupa’da
yurttaşa ve kurumlarına olumlu anlamda tanımlanan, kapitalizmin demokratik hak
ve özgürlükler yüzü “burjuva demokrasisi” olarak adlandırılırken, bu bizim gibi
ülkelerde, kimi haklı yorumlarda ‘Sömürge Tipi Faşizm’ ya da ‘Filipin tipi’,
“Nispi demokrasi” açıklamalarıyla karşılığını bulmuştur.
Güdümlü
yeni sömürge ülkelerin emekçilerinin işgücü üzerinden tekel karı adı verilen,
iktisadi cambazlıklarla semizlenen, savunucularınca kimi zaman gereğinden fazla
abartılan Batı kapitalizminin demokratik/kültürel gelişmişliği, hakkını
hukukunu aramasını bilen, eleştiren ve sorgulayan bir yurttaşlık bilincini de
bağrında taşır.
- 7 -
Yoksa,
çöken köprüden kendisini ve bakanlığını sorumlu gören Hollanda’lı ulaştırma
bakanının politik hayatına son vermesini, ölümlü bir iş kazasında istifa eden
Norveç’li tersane müdürünün durumunu, sıradan bir Fransız çalışanının sosyal
duyarlılığını sorumlu bakanın yakasına yapışacak kadar ileri götürmesini ya da vicdanı
ile hesaplaşması sonucunda harakiri yapan Japon yetkilinin tutumunu daha başka
bölgesel, kültürel denebilecek özel (konjonktürel) nedenlerde aramamız,
eylemlerinin biçimlerini de cesaret, çılgınlık, umarsızlık, bir anlık hezeyan
ya da cehalet gibi soyut kavramlarla açıklamamız gerekirdi.
Kabul
etmek gerekir ki, sık olmasa da günlük basında izleyebileceğimiz yukarıdaki
kayda değer tip örnekler, gelişmiş demokrasi kültürünün bize gösterdiği Batının
insan profilinin genel karakteristiğidir.
Başka
anlatımla, ilk bakışta bireysel veya öznel gibi algılanan kişisel bir duruşun,
bir davranış biçiminin, bir olgunun beslendiği bazı toplumsal kaynakları,
belirleyici yönü olsun ya da olmasın sosyolojik ayağının olacağı, olabileceği
göz önünde bulundurulmalıdır.
Özetle bu
derinlikte etik tutumu, özeleştiri, sorgulama kültürünü gelişmiş toplumların
yaşam tarzının dışında başka yerde göremeyeceğimizin altını çizmek gerek.
Bu
önemseme, daha yukarıda açıklamaya çalıştığımız Fransa, İngiltere, Almanya gibi
demokratik devrim süreçlerinin çözücü, ayrıştırıcı ve de sonlandırıcı gücü
sayesinde aşılan pre-kapitalist üretim biçimlerinin, ilişkilerinin tamamen
tasfiye edilmesi konusu ile birlikte anımsandığında gerçek anlatımını ve
anlamını bulacaktır.
- 8 -
- 8 -
Buraya kadar
vurguladığımız olumlamalar, emperyalist sistemin gerek metropollerinde, gerekse
çarklarının içine aldığı bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelerde çıkarları söz
konusu olduğunda, hangi saldırgan politikalarla neler yaptığını ve dahi neler
yapabileceğini görmemizi engellemiyor.
Halkların gözyaşları
ve ucuz işgücü pahasına kasalarına aktardıkları tekel karının, sömürü / talan
düzenlerinin sürmesi için en temel insan haklarını ayaklar altına alan her
gayrı meşru yola, her tür ahlaksız yönteme başvurmayı gerekli gördüklerinde, “uygarlık
kriterleri”, ‘yurttaşlık bilinci’, ‘demokrasi kültürü’, ‘etik değerler’ filan kalmıyor…
Şu dillere
pelesenk olan, meşhur duvarların yıkılmasıyla tek kutuplu dünyanın jandarmalığı
görevini, yine tek taraflı olarak üstlenen Amerikan Emperyalizminin sicil
karnesindeki adalet, insan hakları ve demokrasi notları, morarmış ayak başparmağında
‘Made in USA’ plaketi asılı Guantanamo ölülerinin, gözlerine kendisi gibi aç
sineklerin üşüştüğü Afrika’lı çocukların, Afganistan’lı, Irak’lı, Malezya’lı,
Tayland’lı yoksulların, Bangladeş’te yıkıntılar altında hak etmediği ölümü
yaşayan taşeron tekstil işçilerinin sayısı kadar sarsıcı ve yakıcıdır.
Boyunduruğu
altındaki işgal topraklarında bu denli militarist, haydut, barbar olmasının
perde arkasında, endüstriyel tarıma elverişli zengin ve bakir topraklar, talan
edilmeyi bekleyen el değmemiş ham maddeler, yer altı ve yerüstü kaynakları,
örneğin petrolün çekici rengi ve getirisi, üstüne üstlük esnek, güvencesiz ve
geleceksiz çalıştırılabilecek insanlar, bunların havadan, sudan ucuz işgücü
vardır.
- 9 -
Yerkürenin
zenginlikleri ve insanının el emeği göz nuru böylesi kontrolsüz bir barbarlıkta
bir taciz ve tecavüz altındayken,
“ Irak
topraklarında nükleer silah yoktu. Hiçbir zaman da olmadı.” biçimindeki hiç
beklenmedik açıklama, dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı’na aitti. Ve açıktı ki, “ Irak’ın işgal edilmesi, orada
yaşayan halkların can ve mal güvenliklerini tehlikeye atılması için hiçbir
geçerli neden yoktu. Ne çare ki,
petrolün ve doların ilahları bir kurban istiyor…” anlamına geliyordu…
Sömürgeci
ve saldırgan gözüyle, ister jeopolitik isterse de stratejik açıdan bakılsın bu
talihsiz kurban Irak’tı. Üstelik bu ülke, ‘efendisine diklenen’ bir ülkeydi ( !
)
Orada
akılların ve düşlerin alamayacağı kadar petrol vardı, bir… İkincisi, bu zengin
topraklar, bir başka “söz dinlemeyen ülke” İran’a uzanan en uygun ve en
zahmetsiz basamaktı. Irak için de,
fincancı katırlarını ürküten açıklamasıyla İngiltere Bakanı için de karar
verilmişti. Nedeni bilinmeyen sürpriz trafik kazasında verilen ileti netti:
Adım
Militarizm… Her türlü savaş kışkırtıcılığını, aklınıza gelmeyen çılgınlığı,
yalancılığı ve çirkinliği yapabilirim… Şaşmayın, şaşırmayın…
Baskın
üretim biçimi feodalizmin bağrında olgunlaşan koşulları yaşamın diyalektik
yasalarına uygun olarak dönüştüren, demokratikleştiren tekelci sermaye, bizim
gibi ülkelere göre ileri düzeyde olan demokrasilerden dem vururken, onca
hukuksuzluğunu, gayri ahlakiliğini, yasa dışılığını bu ‘gelişmişlik ve
uygarlık’ kibirlenmesiyle gizlemeye, örtmeye
çalışmaktadır.
- 10 -
- 10 -
Sözünü
ettiğimiz “talihsiz kaza” (siz lütfen cinayet olarak okuyun) söz sırası geldiğinde,
gelmediğinde, başımıza adalet ve demokrasi havarisi, insan hakları savunucusu
kesilen malum ülkelerin egemenlerinin, dönen
çarklarına taş konulduğunda, çıkarlarının önüne geçildiğinde ne kadar vahşi,
nasıl da acımasız, barbar olabileceklerinin çok açık bir göstergesidir.
Beynelmilel
gayrımeşruluk, aktivist, düşünür Tarık
Ali’nin altısı kurgu, altısı araştırma olan on iki kitabında detayı ile
analizini yaptığı “ABD Emperyalistleri müttefiklerinin suçlarının üzerini
örter.” sözü ile sağlamlık kazanıyor…
Ve aynı malum kaza,
burjuva demokrasisinin meşaleli, mağrur “Miss. Özgürlük” anıtının gölgesine
sığınmaya çalışan emperyal düzeninin, tüm ayıpları ile birlikte asıl yüzü
konusunda dikkate değer ipuçları veriyor.
İngiltere
Dışişleri Bakanının başına örülen çorap insan hakları ve demokrasi söz konusu
olduğunda mangalda kül bırakmayan Amerikan ve AB emperyalistlerinin yere göğe
sığdıramadıkları modern hayatlarının ve de gelişmiş demokrasilerinin gölgesinde
kalan, gelgelelim çuvala da sığmayan Gladyo mızrağının sivri ucudur. Yerkürenin
elitleri, egemenleri emperyalistler iletişim teknolojisi başta olmak üzere, bu
alanda tekelleşmiş yazılı ve görsel basının başındaki baronlarının öylesine
ensesindedir ki; bu nedeni ve kaynağı apaçık gözler önünde durup duran aleni
cinayet karşısında medya arenasında adeta yaprak kımıldamamıştır.
- 11 -
Aleni cinayetten
sorumlu Amerikan Emperyalizminin erk sahibi malum sınıf ve zümrelerini,
temsilcilerini, düzenbazlarını, dalkavuklarını, yaşamı dolara, petrole bağlı
vampirlerini burada konudan uzaklaşıp eleştiri konusu yapmamız abesle iştigal
etmek olur.
Eşkiyanın
talan ve yağma kervanının yürümesi adına it itliğini puşt puştluğunu neden
yapmasın?
Serbest
piyasa ekonomisinin yılmaz savunucusu kaşarlanmış liberallerini, medya
baronlarını bir kenara bırakırsak, belki de eleştirilerimizi asıl yöneltmemiz
gereken, peşlerinden gittikleri partilerinin tabelalarına iddialı ve ciddi
sıfatlar ekleyen çevreler ve yüreklerinin sol cenahta attığını her fırsatta
sürekli yineleme pişkinliğini gösteren dünyaca bilinen ya da bilinmeyen yazarlar,
çizerler, gazeteciler ve sanatçılardır.
Avrupa
Burjuvazisi’nin 18. Yüzyılda, kendi dinamikleri ile ekonomik yapıdan mevcut
sistemin üst yapısına doğru başardığı gerici feodal mütegallibe takımını
etkisizleştiren demokratikleşmenin aynısı ya da benzeri nitelikte bir tasfiye
hareketinin üstesinden gelemeyen yerli egemenler sosyal yaşamda da, iç politikada
da, uluslar arası arenada da, ülkeyi hiçte hak etmediği çarpık ve güdük bir
yazgıya, görünümde kara mizah, özünde trajik-hazin bir tabloya mahkum etmiştir.
Bu nedenle yüzünü
Batı’ya dönmeye çalışırken, kendini ve yaşantısını Şark kültürünün feodal
alışkanlıklarından alamayan insanının tebaa ve kul muamelesi görmeye uygunluğu,
boyun eğmeye, kabullenmeye olan yatkınlığı, “Burjuvazinin ahırı” (Marks)
meclise yerleşmiş egemen sınıflara yönetme, erk olma kolaylığı sağlamaktadır. Yazgısı
yabancılar ve işbirlikçileri tarafından çizilmiş, dirlikle düzenin, mutlulukla
kardeşliğin ve dahi barış içinde bir arada yaşamanın hasretini ve sevdasını
çektiğimiz toprakların hüzünlü manzarası on yıllardır ne yazık ki hiç ama hiç
değişmemiştir.
- 12 -
1980
sonrasında, 24 Ocak Mali Kararları ile birlikte IMF/Dünya Bankası kontrollü
akıl hocalarının bildik kapitalizmi allayıp pullayıp, yeni pişmiş taze yemek
gibi, Yeni Dünya Düzeni diye ortaya koymasını izleyen günlerde, ülkemizde de
“Global Dünya” teranesiyle, bir “Globalleşme” modası almış başını yürümüştür.
Serbest
piyasacı neo-liberalizme yeni hareket alanları için gerekli koşullar
yaratılarak, emek dünyasının başına bela edilen özelleştirme politikalarının
gereği olarak ve devletin mali yatırım ve kamu çalışma alanlarından -başta sağlık
olmak üzere- el çektirilmesinin yollarını açacak yeni yıkım ve talan yasaları çıkartılmış, ünlü ‘Bırakınız
yapsınlar, bırakınız geçsinler’ başıbozukluğuna devletin en yetkili ağzından
“Benim memurum işini bilir!” vecizesi ile meşruluk kazandırılmıştır.
Ol
‘rahmetli’ devlet erbabının toplumun ar damarının çatlatan edepsiz çözüm
önerisi, popüler deyişle “ahlaksız teklifi” ekonomiden siyaset kültürüne,
günlük yaşama, oradan yaşamın hemen her alanına pıtrak gibi yayılan -günümüzde de artçı şoklarını fazlasıyla
hissettiğimiz ve kötüsü, bizzat yaşadığımız-
ahlaki aşınmanın gerçek başlangıcı olmuştur.
Ülkem
insanının geleneksel değerlerinin tam kalbindeki bu can alıcı kırılma, toplum
bilimcileri ve pedagoglar tarafından da onaylanan, birey ve toplum belleğindeki
olumsuzluğu on yıllar geçse de silinmesi zor olan sosyal bir travma olarak ülke
tarihe geçmiştir.
Durum
böyle olunca, kapitalist dünya coğrafyasında pek eşine örneğine rastlanamayacak
bu tür sosyal bir travmayı yaşamış ülkede, bakanlık almış birisi TV
ekranlarında, elbette malum çay sefasını
yapabilecek, bir başka bakanı da tarlada telef olan ürününe ağlayan çiftçiye
“gözünüzü toprak doyursun”, başefendisi ise önünü kesen vatandaşına “Al ananı
git” diyebilecektir. Daha dün Adalet
Bakanı, sözcüğün gerçek anlamı ile kamu vicdanının örselenmesi, taze yaranın
kanatılması örneği olarak, cezaevinde “kötü muamele sonucu” işkence ile
öldürüldüğü devlet raporları ile kesinleşen Engin Ceber için, “… öldürdük,
kusurumuza bakmayın, pardon…” özrü(!) ile kamera karşısına çıkabilecektir.
- 13 -
BİZDEKİ FİLM HEP AYNI FİLM: “ KRİZ MIRİZ
YOK…”
Dert yanan
vatandaşa, iş arayan işsize, soru soran öğrenciye, birikimini (üstelik din
istismarı yapan vurguncularına) kaptıran vatandaşa kuru sözler eden, efelenen, diklenip
“yatırırken bana mı sordun” diyen, “Big Brother’s” karşısına gelince el pençe
divan duran Kasımpaşa’lı başefendi, tapındığı, nemalandığı ve kıble bellediği
kapitalist sistem, kriz nedeni ile kıçını dibe vurup çömleğini kırınca
tevekkülle karışık durumdan “haberdar” ve duruma hakim pozlara bürünüveriyor: “
Hamdolsun sağlamız. Velev ki bize uğrarsa, atlatırız Allah’ın izniyle…” diyor. Üstüne
üstlük, bir ara nasıl olduysa ağzından kaçırıp “krizi fırsata dönüştüreceğiz”
buyuruveriyor.
Orada
bulunan ve pattadak “Bunu nasıl yapacaksınız?” diye soran Evrensel muhabirinin
sorusu üzerine de, değişmeyen bilgiç halleri içinde kaşlarını çatıyor, kem
küm ediyor ve de bir şeyler biliyormuş gibi yaparak, “ Şimdi, siz orasını fazla karıştırmayın, her
şeyi ortalık yerde söyleyecek değiliz ya! ” gibisinden imalı ve gizemli
havalara giriyor.
Uluslararası
tekelci kapitalizmin, aslında tarihinin hiçbir aşamasında içinden çıkamadığı
genel bunalımının buz dağının su altındaki görünmeyen bölümü, yattığı yerde
doğrulsa bile bir türlü yataktan çıkamayan hasta esprisini içeren diğer
etkenlerin de bir araya gelmesiyle su yüzüne çıkınca kendini tekrar gösterdi. Mevcut
düzen şakşakçılarının 1980’lerde “Global dünya” ve “Globalleşen Dünya” (x) diye
diye dillerine pelesenk ettikleri şatafatlı deyişlerinin ardından, bu kez de,
bir “Global kriz” tantanası koparacaklarını beklemedik değil doğrusu…
Nur topu
doğan bebeklerinin adını, nedense öyle koymadılar da“ küresel kriz” deyiverdiler.
- 14 -
- 14 -
(x)
Neo-liberalizmin sözcüleri, sicili şaibeli emperyalizm sözcüğünü kullanmamak,
açlığı, sefaleti, savaşı, Vietnamı anımsatan yanını zihinlerden silebilmek
için, sözcükleri yalan yanlış kullanarak bilgi kirliliği yaratmaktadır. TDK
sözlüğü “global”in, “küresel” anlamına geldiğini söyler. Şimdi “anlama bir şey katmayan, bir anlam
bildirmeyen ama kulağa hoş gelen ve çok gösterişli.” (TDK Sözlüğü) tumturaklı
deyişlerini Türkçeye çevirecek olursak, onun “Dünyalaşan Dünya” anlamına da
geldiği görülecektir.
Hepimiz
şişmiş kredi yayılmasının ve denetimsizliğinin gün ışığına çıkmış bu bölümünde,
tekelci kapitalizmin değişmeyen kronik hastalığı aşırı kar elde etme hırsından
hareketle, cazip yatırım alanları olan yeni sömürgelerde kendi paralarını dahi
kontrol altında tutamamalarını, metropollerde ucuz kredi ile çekilen borçların
patlaması demek olan rantiyeci bankacılık sistemi olduğunu gördük.
Rantiyeci
bankacılık sistemi derken anlatılmak istenen şuydu: Sistemin sürekli ve genel
bunalımının ateşinin yükselmesi, bu kez, tüketimi kontrollü/bilinçli (aslında
bilinçsizce demek daha doğru) biçimde körüklenen konut sektöründe görüldü.
Krediler çok uzun ve de karşıkonulmaz vadelerle tüketiciye sunulurken, oldukça
çekici duruma getirilmiş konut –ya da toplu konut-kredileri ile kapitalizmin
sömürü bataklığına çekilmiş ABD’li orta kesim, buna ek olarak dar gelir
düzeyindeki emekçiler…
Öngörülebilirliği
çok güç olmayan, hatta şu günlerde açıkça tanık olunmaktadır ki, doyuncaya
tıkınan, tıkındıkça tıkanan, sonra tıksıran, en sonundaysa doğal olarak
çiğnemeden hortumladıklarını kusan bir sistem…
- 15 -
- 15 -
Elbette,
sistemin havuzuna geri dönmeyen inşaat/
konut kredilerinin tetiklediği ABD kökenli kriz finans piyasalarını
salladı. Finans
kapitalin o görkemli simgesi, o devasa fildişi kulesi yüz elli yıllık Lehman
Brother’s karizmayı çizdiren ilk banka oldu. Bu denli hasarlı ve yıkımlı olmasa
da ardı sıra diğerleri…
Aslında
emperyalist sistemin etki ve sömürü alanı içinde iktisadi tahakküm, siyasal
abluka altına aldığı ülkelerde açlık, susuzluk, yoksulluk, işsizlik ve bebek
ölümleri yıllardır, on yıllardır yok muydu? İnsanlık için asıl kriz, asıl
konuşulması, sorgulanması gereken “küresel kriz” yalanı ve laf kalabalığı ile
geçiştirilmeye çalışılan küresel çürümüşlük, küresel kokuşmuşluk, bu değil
miydi? Yoksa yeşil dolar baronlarının, medyanın, finans kapitalin efendilerinin,
tekel karlarından zarar ettiklerinde durumu “kriz” yaftası ile geçiştirmeye,
faturasını da kanlarını, gözyaşlarını ve alın terlerini emmekle kalmayıp onlara
şatafatlı, renkli yaşamlar, iş
merkezleri, gökdelenler, milyon dolarlık Ferrariler, ışıltılı ve pahalı AVM’ler,
havuzlu/akıllı villalar sunan işçi sınıfına ve emekçilere yıkmaya çalışmaları
hiçte inandırıcı değildi.
Yıllarca
sayesinde semizlendikleri, servetlerine servet kattıkları sevgili bankaları
batınca, daha doğrusu batar gibi yapınca, kendileri mi aç, açık ve işsiz kaldı,
yoksa iş gücünü ve alın terini satarak geçinmeye ve yaşamaya çalışanlar mı? Zurnanın zırt dediği, turnusol kağıdının renk
verdiği yer tam da burası olması gerekti!... Uluslararası
finans kapitalin, çuvallar, hararlar dolusu tekel karlarından zarar ettiği
sözüm ona parasal krizine başka pencereden bakacak olursak:
2001 yılının eylül ayına gelinceye dek, her zaman her koşulda sürekli ve genel bir bunalım yaşayan tek kutuplu yerkürenin akla gelen, gelmeyen her diyarında keyfince öten ve önüne gelene horozlanan ABD’yi görürüz.
- 16 -
Mevcut
sistemin ana arterinin geçtiği metropollerde, ardından geri bıraktırılmış
ülkelerde işsizlik ve sömürü, savaş ve militarizm karşıtı toplumsal karşı
duruşların yaygınlaşmasına, muhalif seslerin yükselmesine neden olan,
şimdilerin cehennem yeri Irak’ta, önceleri siyasal ve etnik anlamda öyle uzun
boylu bir sıkıntı yoktu. Her şey, ABD emperyalistlerinin burnunu bölgeye fiilen
sokmasıyla başladı.
Irak
Savaşı, henüz yolun başındayken dünya kamuoyuna
“Teröristlerin
yasadışı yollarla geliştirdikleri nükleer faaliyetleri önlemek” için, “özgürlük
götüren” adil bir operasyon olarak lanse edilmeye çalışılmıştır. Ne var ki, bu
serüven, özünde petrolün talan edilmesine dayalı oluşunu, kar bağımlısı
emperyalist haydutların karşı karşıya kalacağı ekonomik maliyeti ve sürekli
bunalımın uyku halini bilenler için, dört yanı sarsacak ve bağlı ülkelere ulaşabilecek
kadar sarsıcı bir krizin habersisiydi. Öyle
de oldu.
Uykulu
hali çoğunlukla sakin, sancısız, yumuşak, etkisiz periyotlarda seyreden örtülü
bunalım, kimi aşamalarda (Geçmişte Vietnam, şimdilerde Afganistan, Irak v.b.)
artan askeri harcamaların, günbegün katmerleşen mali yükün (geri dönmeyen
borçlanmalar) tetiklemesiyle zaten var olan buhran lokal ölçekte kendini
duyurmuş, evrilerek mali krize dönüşmüştür.
Uluslar arası Tekelci kapitalizmin doğasına ilişkin bir gerçek de; devrevi bunalımlarının tümünde (örneğin 2. Dünya Savaşı’nın sonrasında da, öncesinde de…) her kriz salınımlarından önce uzun ya da kısa “iyilik halleri” mutlaka yaşanmış ve yaşanacak oluşudur.
Ne var ki, bizde “hamdolsun iyiyiz” mealinden “kriz vardı, yoktu” eveleyip gevelemeleri sürerken; baba evinde başlayan, sisteme dönüş yapmayan şişen konut kredilerinin yarattığı depremin artçı şokları sistemin arka bahçelerine, bize kadar ulaştı bile.
- 17 -
Bu bölümü
bitirmeden, belediye iş kolunun sıradan bir Fen İşleri şantiyesinde, 2003
yılında yapılan atölye çalışmalarından birinde -sonradan aynı işçilerce kaleme
alınacak olan- geçen sözleri burada aktarmak yerinde ve anlamlı olabilir. O şantiye
tartışmalarında çalakalem tutulan notları noktasından virgülüne dokunmadan, o
günkü değerlerinden rakamlarıyla aktarmak, konunun doğallığını ve esprisini
korumak anlamına gelecekti. Ben de öyle
yapıyorum:
MÜNAKAŞA
NOTLARI:
EKONOMİ
BUNALMA SİNYALERİ VERİYOR.
- AKP hükümete geldiğinden bu yana hep büyüme rakamları veriyor. “ Döviz uslu duruyor, benzine zam yapmıyoruz “ diyor. Bize hep ihracat rakamlarını veriyor. Onlara göre ekonomide tatlı rüzgarlar esiyor ve mutfaklarda yangın mangın yok.
- Yaptığı hep rakamlarla oynamak, ama bunu halk anlamıyor. Çalışan emekçilere, cüzdanlara küçük de olsa bir iyilik yansımıyor. Aslında büyüme filan yok, çünkü üretim yok..
- Bu nedenle kriz sinyalleri var. İşten çıkarmalar, işsizlik, ücretlerdeki gerileme, çiftçi borçları, fabrika, atölye açmama, tersine kapatma Türkiye’ nin asıl meseleleri işte bunlar…
- 1 milyon insan ortalama 103 milyon maaşla açlık sınırında. Bu Bir.
- 19 milyon insan temel ihtiyaçları alamadan yoksulluk pençesinde . Bu iki.
- 136 bin insan günde 1 dolara çalışıyor. Bu Üç
- 2003de 139 bin esnaf kepenk kapattı. 33 bini iflas etti. Ücretler yüzde iki düştü ... Özelleştirmelerde işten atılmalar tam 3 bin… ( ertelenen grev 3 dür.)
- Tarım can çekişiyor. Ziraate ve kredi kooperatiflerine borçlu çiftçiler var. Bu günkü tarihli bir gasteye göre sayı 1.100.000. dür.
- Bu borç ve alacak batağı demek. Bu kış birde don ve sel vurdu, zarar 250 tirilyon. İMF borcu 250 katirilyon. Pek tabi faturayı çalışan kesimler ödüyor.
- 1 milyon açlık sınırında. 2,5 milyon işsiz var… 2004’te de işten atmalar sürecekmiş…
Bornova
Belediyesi Fen İşleri Şantiyesinde 2003
yılının kasım ayında yazılmış tutanaklardır
- 18 -
POSTMODERN BİR WESTERN: SİSTEMİMİZDE
YANLIŞLIKLAR VAR !..
Amerikan
Merkez Bankası’nın (FED) eski başkanı, Temsilciler Meclisi Denetleme ve Reform Kurulu
üyesi A.Greenspan, dünya finans kapitalizminin temel taşlarını yerinden
oynatan, sistem lokomotifinin istim yitirmesine neden olan malum krize
değinirken alışık olmadığımız itiraflarda bulundu.
ABD’nin
sermaye ve borsa düzenini sarsan, oradan dünyanın ve tüm eklentilerinin tatlı
uykularını kaçıran finans krizinin patlak vermesinde “kısmi sorumluluğu
bulunduğunu” söyleyen FED eski başkanı A.Greenspan biraz da erken ezber
bozuyordu… “Kendisinin ekonomiyi algılama modelinde bir yanlışlık olduğunu”
kabul ederken, “40 yıldan fazla süredir bu sistemin doğru çalıştığını düşünüyordum.”
diyen eski başkan, düzenin goygoycularına ibretlik, çok açık seçik olmasa da,
bir inceden günah çıkartmış olmalıydı.
Sözün özü,
bu güne dek uygulamış oldukları ekonomik politikalarında “yanlışlıklar”
bulunduğuna, her yerde sosyalizmin öğretisinin karşısında göklere çıkardıkları
kapitalist sistemin sandıkları gibi “iyi çalışmadığına” ilişkin itirafları,
kapitalist sistemin nihai açmazını doğruluyor, Das Kapital’in haklılığına ve
doğruluğuna serzenişte bulunuyor gibiydi. Çok geçmedi ikinci tarihsel
itirafname ve kabulleniş, yine ABD’de 700 (Yedi yüz) milyar dolarlık ünlü düzen
kurtarma paketinin mali denetimini üstlenen Pricewaterhouse Coopers’tan geldi.
Pricewaterhouse
Coopers “ivedi” kaydı ile yayınladığı raporda “ Birçok ülke gibi, Türkiye’de
de, büyüme olanakları (Kapitalistlerin büyümesi demek istiyor. a.b.a) finansal
kriz nedeni ile darbe yedi ” (Birgün Gazetesi, 27.10.2008)
- 19 -
- 19 -
Raporda, “
Finansal yatırım alanlarında yaşanan mali akışkanlık, gelişmiş -ileri-
ülkelerde giderek yavaşlayan büyüme ve yükselen enflasyonun, kalkınmakla meşgul
ülkeleri olumsuz yönde ve içerikte etkileyeceği… ” belirtilirken, gelişmeleri inşallahla,
maşallahla karşılayan çokbilmiş kurmaylarımızın kulaklarını çınlatılıyordu.
Zehir
zemberek itiraflar ardı ardına patlarken, bizim başefendi ve şürekasının
kıblesi olan “ana bahçe”de ne tür bir bağbozumu yaşanıyordu?
Şimdi ona
bir göz atalım:
- Büyük uluslararası finans kurumlarının karları (Başta Lehman Brother’s ve Bank of Amerika olmak üzere ) hızla düştü.
- Otomotiv devleri General Motor’a bağlı Opel şirketi, Wolksvagen ve Ford’un, Alman devi Mercedes’in pazarı daraldı.
- Sanal alemin ABD’li devi “ebay”, ülkelerinde yaşanan krizden en az zararla ( tabi ki kardan zararla ! ) kurtulmanın çaresini, çalışanlarının % 10’unu işten çıkarmakta buldu.
- Bunun yanında Yahoo’nun karı % 64 geriledi. Yaklaşık 15 bin kişiye iş alanı yaratan Yahoo 1500 işçisini üretim dışı bırakacağını açıkladı. Yahoo, 2008 yılının şubat ayında da 1000 çalışanının işine son vermişti.
- Yaşanan aynı günlerde, Ford ve Opel’in Saarlouis fabrikası’nda da, üretimde kısıntıya gidileceği ve yarı zamanlı mesai yapan 250 işçinin işine son verileceği açıklandı.
- Alman otomotiv devi Mercedes firması da, işçi çıkartmasa da, yavaşlayan araç satışlarını gerekçe göstererek üretimi 5 (beş) haftalığına durdurma kararı aldı.
- BMW de Leipzig de ana şalteri indirirken, üretimin ancak 2009 yılında başlayabileceğini açıklaması yaşanan artçı şoklardan sonuncusu oldu. (a.g.y.)
-
- 20 -
Eğer,
ciddiye alınıp incelenecek olursa:
Ülkemizde
de, yukarıda örneklerini verdiğimiz benzeri daralma olaylarına tanık
olunabileceğini, söz konusu mali krizin, ekonomimizin hiç de kenarından
köşesinden geçmediğini, tam tersine yeni zamlar, daha fazla vergi artırımları
ve işten çıkarmalarla işçi sınıfına, tüm emek dünyasına zarar verdiğini,
gelirlerinin -alım güçlerinin- orta vadede ve uzun vadede reel kayıplara
uğratıldığını, haklı grevlerinin bakanlar kurulu kararı ile ertelendiğini, nisbi rahatlama yaratabilecek toplu iş
sözleşmelerinin imzalanmadığını görmüş oluruz.
Son
olarak, imparatorluklarının dünya çapında ifadesi olan Ford-Opel-BMV
kulelerinden üretimi kısacaklarını açıkladıktan sonra, yapay kriz ortamını
fırsat bilen otomobil sektöründeki yerli tekelci sermayedarlar da, bu amaca uygun davranacakları konusunda asla
ikircikli davranmayacaklarını öğrenmiş bulunuyoruz.
“ Yüksek
ücretlerle çalışan işçilerin işine son vermekte asla çekingen
davranmayacaklarını, krizi başka bir yolla atlatmalarına ve maliyetleri aşağı
çekmelerinden başka yol ve olanak bulunmadığını.” cesurca duyurmuşlardır.( Birleşik Metal-iş Sendikası basın
bildirisinden. DİSK )
Her
fırsatta kamuoyuna seçeneksiz olarak sundukları kapitalizmin handikapını gözler
önüne seren bu son gelişmeleri yaşanan günlerde yazılı ve görsel basın,
“Otomotiv Devleri Üretime Ara Veriyorlar”, “Üretimde Küçülme Sinyalleri”, “Fabrikada
Şalter Başka İniyor.” gibi farklı puntolarla, içleri boşaltılmış ve saptırılmış
biçimlerle de olsa haber konusu yapmak zorunda kalmışlardır. Yine Birgün
gazetesinin haberine göre, Çorlu Organize Sanayi Bölgesi’nde, yaşanan kredi
krizinden olumsuz etkilenmeler sonucu yaklaşık 60 deri fabrikası kapısına kilit
vurmuştur.
- 21 -
Son
olarak, İzmir’de yarattığı ciddi ölçülerdeki çevre ve görüntü kirliliği nedeni
ile, yöre halkının (Naldöken Köyü ve civarı), duyarlı örgüt ve kuruluşların
hedefi haline gelen –BATIÇİM- Çimento Fabrikası’nın yaklaşık 40 kırk yıldır, çok önemli arızalar ve olağan
yıllık bakım-onarım günlerinin dışında kesintisiz çalışan ana kazanında
geçtiğimiz günlerde duraksamalar ve “ağır tempo çalışmaları”! görülmüştür.
Yaşanan
tıkanma sürecinin kaçınılmaz uzantısı olarak, İstanbul Menkul Kıymetler
Borsası’nda yabancı sıcak paranın çekilmesiyle çoğunluk hisselerin değer
yitirdiği, yine bu olup bitenlerle paralellik ve uygunluk içinde doların 1.70
Ytl’yi gördüğü de herkesçe bilinmektedir.
Dizginlenemeyen
artı-değer ve tekel karı sömürüsü, sermayenin gelişmesi ve temerküzü temelinde
şişen, tıksıracak duruma gelen sistenin çıkmaza girmesinin belirtileri olan
arz-talep dengesizliğindeki daralma, ciddi borsa düşüşleri, döviz yükselmeleri,
istikrarsız ve güven vermeyen cari açık hareketleri, ekonominin literatüründe
hangi sözcük ya da ifade ile karşılığını bulur?
Kurulu
sistemin doğasından gelen ve kaçınılmaz olan krizler hep vardı ve hep var
olacaktır. Son kredi krizi de bunlardan
biridir. Şimdi, pek bilmiş, pişkin seçilmişlerimiz, Anadolu halklarını yıllarca
yanılttıkları, manipüle ettikleri Kürt sorunu konusunda olduğu gibi, burada da
mı “düşük yoğunluklu dalgalanma”, “düşük ölçekli kriz” deyip, yeni zamlar, yeni
vergi artırımları, işten çıkarmalar, esnek, güvencesiz, sendikasız çalışma
alanları dayatmaları ile emekçilere yıkılmaya çalışılan sorunun üzerine sünger
çekecekler?!
- 22 -
Kasımpaşa’lı
Başefendi ve onun hükümetinin aylardır türlü laf cambazlığı ile topluma lanse
etmeye çalıştığı “ekonomideki umut verici gelişmeler” ve “büyüme” masalı,
denetlenmediğinde, programlanmadığında ciddi çıkmazlara götürebilecek cari
açığın dengelenmesinde olsun, ulusal gelirin, ayrıca dış ticaretin göreceli
iyileşmesinde olsun belirleyici olan yabancı yatırımcının pek kıymetli ve pek
nazlı sıcak parasıdır.
Bu sıcak
para da artık, sistemin metropollerindeki kredi sisteminin çökmesi ile geride
bıraktığımız eylül ve ekim aylarından itibaren “ Vakit tamam seni terk ediyorum.”
frekansından yayın yapmaya başlamıştır.
Ol nedenle,
naçizane önerimiz, içinden ne yaparsa yapsın kurtulamadığı çukurla başı
yeterince dertte olan kapitalist sistemin amigolarının, takipçilerinin ve
bilumum şakşakçılarının alıcılarının frekanslarını bu gerçeğe göre
ayarlamalarıdır. Bizzat sebebi olduğu ve ortalık yerde bıraktığı cenazeyi tek
başına kaldırmaya ve zararını paylaşmaya, yabancı yatırımcı elbette
yanaşmayacaktır.
Ne fayda
ki, yıkıntının bedeli yatırımların yapıldığı ülkenin işçilerinin, işsizlerinin,
üreticilerinin, memur ve emeklilerinin, tüm çalışanlarının omuzlarındadır
artık. Ortada duran gerçeğe rağmen
Kasımpaşa’lı Başefendi ve hükümeti yurt dışından “bavulla” gelecek(!) ne idiğü
belli olmayan paradan medet umadursun; gerçek olansa, her alanda büyüyen
işsizlik, alım gücünün hızla düşmesi, faiz ödemelerine yapılacak parasal
tutarın çok, ama çok altındaki miktarlarda sağlığa, eğitime ve sosyal güvenliğe
v.s. bütçe ayrılmasıdır.
- 23 -
- 23 -
Ürettiği
değerlere, yarattığı şu dünyanın nimetlerine hiçbir zaman ortak edilmeyen kafa
ve kol emekçileri, kemiklerinin iliğine dek sömüren kapitalist düzeneğin
marifetinin ve çürümüşlüğünün doğal sonucundan başka bir şey olmayan krizin
faturasını açlık, sefalet, işsizlik, eğitimsizlik, yetmedi sağlıksız ve
adaletsiz bir yaşam olarak ödemek zorunda değildir.
Karl
Mars’ın “Kendi mezar kazıcısını yarattığını” söylediği, günbegün çürüyen ve iğrenç
kokusu emekçi sınıfların üzerine bulaşan meşhur sistemlerinin “Ancak külfetleri
paylaşabiliriz… Nimetleri asla…” mantığının mumu, tıpkı Deniz Feneri gibi
sönmüştür.
Yıllarca üzeri örtülmeye çalışılan ve sistemin her tıkanışında su yüzüne çıkan bu gerçeği, buz dağının su altında kalan görünmeyen yüzünü halka göstermek, nedenlerini ve sonuçlarını anlatmak solun temel görevlerinden birisi olmalıdır.
Kurulu
düzenle, iş gücünü patrona ucuza satma ilişkisi dışında bir yakın ilişkisi
olmayan, her koşulda sistemin külfetlerini yüklenmek zorunda bırakılmış işçi
sınıfına, emekçi halka, tekrar haksız bir bedelin ödettirilmek istendiği
anlatılmalıdır.
Başta
sosyalistler, devrimciler olmak üzere, her ilerici yurtsever, her demokrat kişi
tüm fırsatlarını ve olanaklarını cesaretle değerlendirerek “Kazan çömlek
patladı!” ve “Kral Çıplak!” diye bağırabilmelidir.
Gün, haklı
ama mağdur durumda olan, üretken ve namuslu seslerin, tüm düzen yanlısı, çanak
yalayıcısı utanmaz ve namussuz sesleri bastırmaya çalışması, bu mücadeleyi her
platforma taşıması gerektiği gündür…
- 24 -
Emperyalizm
karşıtı ATTACK hareketinin kurucusu, öğretim üyesi, profesör İgnacio
Ramanet “Türkiye’yi krizden en çok etkilenecek üç ülke arasında” görüyor
ve “krizden sonra ABD’nin ulusal ekonomisini tekrar kuracağını (tabii ki
enkazlarını kendisine bağımlı yeni sömürge ülkelerde bırakarak. a.b.a.), bu
krizin ABD’ye savaşları bıraktıracağına ve silahlanma harcamalarında
kısıtlamalara yöneltebileceğine” inanıyor.
Günümüzde
Küba halkına ve sosyalizme yapıldığı gibi, on yıllarca emperyalizmin hedef
tahtasına konulan, “tu kaka” edilen, revizyonist, oportünist uygulamaları ile
de olsa SSCB’nin bürokratik sosyalizmini, olasılıktır ki, bilimsel sosyalizm
öğretisini akladığının ayırtında olmadan sürdürüyor: “ Evet, bizim
sorumluluklarımız arasında planlı ekonomi de var… Devletler bu gün, bir
zamanlar komünist ülkelerde olduğu gibi, Beş (5) yıllık kalkınma
planlarından söz etmek zorundalar.” (a.b.ç.) (
Birgün Gazetesi, 21.10.2008 )
Karl
Marks’ın haklılığının kabul edildiği ve öğretisinden neredeyse özür dilendiği
bu gün; ünlü savunmasında “ Tarih beni haklı çıkaracaktır!..” diyen Fidel Kastro’yu da atlamamak
gerek.
Halkı ile
50 yıldır ambargoya direnen Kastro’nun elini sıkarak “pardon” diyen “Yanke
Emperyalistleri”nin utangaçlığını ve yaşlı gerillanın sakalını sıvazlayarak
hınzırca gülümsediğini belgeleyen fotoğraf karesini şimdiden görür gibiyim. Aynı
fotoğrafın arka fonunda, türlü yalan ve spekülasyonlarla saldırdıkları,
duvarların yıkılmasını şampanya ile kutlayıp, öğretisi için ‘Öldü’ diyenlere
sakallı adam, sol elinin işaret parmağı ile sol gözünün alt perdesini aralayıp “Pışkk”
yapıyor… “ Ne haber ?! “
- 25 -
Bu ironik
“Pışkk” malum televizyon kanalının Siyaset Meydanı’nda, “ Bu krizi, daha önce
Karl Marks’ın da bildiğini…” söyleyerek, aklı sıra lütufta bulunan eski
sosyalist, yeni-liberal iktisatçı amigo Mehmet Altan’a da gidiyor… Ne eğlenceli
değil mi?..
Onca
olumsuzluklara, pisliklere ve üzerimizden eksik olmayan açlığın, işsizliğin,
pahalılığın, güvencesizliğin, geleceksizliğin, savaşların gölgesine karşın,
içimizi açan eğlenceli Kriz Oyunu’nun görkemli final sahnesi meğer bir başka
komünist Rosa Lüksemburg’a nasipmiş.
Hani, şu,
kendisi için özel “linç” mahkemeleri kurulan, küçük bedeninde taşıdığı mangal
yüreği ile alanlarda, gözaltında işkencelerde, savaş ve ölüm çığlıkları atan
faşistlerin üzerine gözünü kırpmadan yürüyen cesur kızıl kadın… Alman Komünist
Partisi’nin kurucusu, tüm yaşamı, kavgası boyunca militarizmin, şovenizmin,
barbarlığın karşısına dikilen, “Özgürlük yalnızca ve daima farklı düşünenlerindir.”
diyen Rosa Lüksemburg.
Savaş
tüccarlarının kanlı maşası faşistlerce, son kez gözaltına alındığında, yoldaşı
Karl Liebknecht ile birlikte kafasına dipçikle vurularak yakındaki su kanalına
atılmıştı hani.
“ Vardım,
varım, var olacağım…” derken, ne de güzel özetlemiş kavgasını… Dünyanın
tekerleğini döndüren, denge kazığını yerinde ve elinde tutan büyük insanlık,
onun yüce emeği… Ve Rosa… Ve tabi ki Marksizm… Hep vardınız, var olacaksınız.
Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç beyefendi, bizim Rosa Lüksemburg’un bir Marksist olduğunu, savaş karşıtlığında ısrar ettiği için katledildiğini, bir an gaflete düşüp unutmuş olacak ki, o da diğerleri gibi, ahir ömründe eski bir komünisti yad etmeden yapamadı…
- 26 -
Oylama
sırasında AKP’nin ceza almaması yönünde oy kullanan Haşim Kılıç Bey, akıllara
zarar görüşlerini ‘babalar gibi’ bizim kızıl Rosa’dan alıntılar yaparak
destekledi. Öyle ya, “ Özgürlük yalnızca
ve daima farklı düşünenler için ” değil miydi?! Doğru söze ne denir ki?
Haşim
Efendi unutmamalı ki, savundukları sistem nasıl komutan Che’yi savunmasız
katletmişse, Rosa’mızı da, dün Sebahattin Ali’mizi de, bu gün Engin Ceber’imizi
de, aynı savunmasızlık, aynı aymazlık
içinde ve aynı vahşilikle katletmiştir. Onca çamı devirip, onca haltı yedikten
sonra, hiçbir şey olmamış, yaşanmamış gibi sevdalandıklarınız; o müthiş, o
mükemmel, çok az kişinin düşleyebildiği insanlığın son ütopyasını düşleyen başlarını
parçaladıklarınız, bedenlerini kurşunladıklarınız rüyalarınıza girsin ki:
“Sevdalılarınız”
Komünistti…
Dünyayı
omuzlayan insanlığa, tüm ‘ayak takımına’ eşitlik, özgürlük, adalet ışığını
saçan tüm sosyalizm önderleri gibi, tıpkı Ché Guevara gibi, Marks da, Rosa
da ucuz demagoji ve polemiklere malzeme yapılmaya, sınıfsal görüşlerinden ve
duruşlarından soyutlanmaya çalışılıyor.
Sosyalistlerin,
devrimcilerin sezdikleri, yakaladıkları her yalanı, en küçük manipülasyonu
halka deşifre ederek, sosyalizmin mirasını ve bilimsel öğretisinin evrensel
değerlerini, sağcı politikacılara, yobazlara, faşistlere, neo-liboşlara bırakmadan;
ayrı yanlarını değil aynı yanlarını öne çıkararak, bir arada durmaları,
birlikte davranmaları, dayanışma, paylaşım, özveri göstermeleri zamanıdır.
Ve elbette
ki onlar bizimdir… Onlar bizim geleceğimiz, ilk göz ağrılarımız,
sevdalılarımızdır…
Övünerek
söyleyelim ki, sevdalılarımız komünisttir.
Hasan Oğuz Bilgen, 06.Kasım.2008
Son Biçim 24.04.2014
Haber Tarihi: 30/04/2012
Haber Editörü: Özgür Medya
Haber Editörü: Özgür Medya
Haber
Kaynağı: Özel
++ Ozgur Medya ++info@ozgurmedya.org
Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar.
Site yönetimi yasal sorumlu değildir.
Telif Hakları Yasası'nca korunur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder