25 Nisan 2015 Cumartesi

DOĞUM GÜNÜ 24 NİSAN

DOĞUM GÜNÜ 24 NİSAN

Özellikle çocukların “neşe” dolduğu 23 Nisan günleri alışılmışın dışındadır kimileri için… Buruktur örneğin, acılı ve hüzünlüdür. Çocuk ruhunda travma derecesinde, nedeni/mantığı açıklanamayan, anlamlandırılamayan korkuları taşır kimi kez.

Yeni yetmeliğinin delikanlı günlerinde, caddelerini, sokaklarını eylem adımları ile arşınladıkları, tekinsiz gölgelerle köşe kapmaca oynadıkları kentin ilk yaza göz kırptığı, kıpır kıpır bir nisan gününde doğar bebek… Cümle ahalinin “Şehzadeler Kenti” olmakla övünüp, yine hatırı sayılır bir çoğunluğunun “Osmanlıya yakışır biçimde” kibirlendiği diyarın merkez köyüdür içine düştüğü çukur… Bu göz açış, elbette dünyanın Erivan’ında, Tokyo’sunda ya da dilini, iklimini bilmediğimiz her hangi bir kuytuluğunda gerçekleşebilecek hasbel kader bir durumdur.  

Bebeğin bayraklarını açarak aynı odada uyuyan kardeşlerini uyandırdığı an yeni günün ilk saati, mekansa okulun eski lojman binasıdır. Köy, tipik Anadolu sofuluğundadır. Bu doğal taşra tutuculuğu elbette anlaşılabilirdir. Kentin yerleşik halkının ve çarşı esnafının ise, köyün pamuk ninelerinin, pamuk dedelerinin tersine, neden daha bir kara sakallı ve hayli kötümser -hatta kötü- bakışlı olduğunun ayırtına, ortaokula başladığı yıllarda azda olsa varabilecektir. Birbirini izleyen yılların, her nedense hep nisan ayına rastlayan günlerinde, içinde donup kalmış üç fotoğraf karesinin verdiği rahatsızlık dünyaya ve insana bakışını biçimlendireceğini kim bilebilir?

İlk karede, sürekli homurdanıp küfürler eden ve sayıları giderek artan, elleri satırlı, sopalı kontrolsüz bir kalabalık vardır… Onların önünde ablası yaşında mini etekli, hayli korkmuş ve koşar adım bir genç kız. Öfkeli taciz mini eteğedir. Genç kız, gemi azıya almış güruhun elinden kendisini son anda kurtarıp, soluğu kentin tek banka şubesi olan eski binada alır… Nefret selinin önünde sadece tek bir kişi durur. Elinde yuvarlak börek bıçağı ile çarşının tek yürekli ve aydınlık esnafı olduğunu kanıtlayan börekçi Abdurrahman…

Çocuk bir gün önce, aynı caddede okulunun “23 Nisan İzci Grubu” içinde trampet çalarak yürümüştür. Ünlü yazarın “Vurun Kahpeye” öyküsünü çağrıştıran olayın olduğu günse 24 Nisandır.

İlerleyen yılların yine bir 23 Nisan Bayramı sonrasında, bankaya sığınan mini etekli kızın yüzündeki korkuyu ve çaresizliği, bu kez üniversitede okuyan bir ağabeyin gözlerinde görür. Serin bir nisan akşamıdır… Durmuş, ancak çalışır vaziyette bir otomobilin ölgün far ışıklarının önünde, yere yatırılmış üniversiteli bir gencin uzun saçları, yine öfkeli bir kalabalık tarafından makasla diplerinden kesilir. Kara suratlı kızgın adamlar gence Osmanlı tokatları ile “son dersini” verirler. Ardından, o an, orada anlayamadığı ciddi ve muhafazakar laflar edip, bir takım dini nasihatlerde bulunurlar.  

Hiçbir karanlık, hiçbir iç sıkıntısı sürgit yakanıza yapışıp, ayaklarınıza tıpkı bir kara çalı gibi dolaşıp durmaz… Kimi puslu, sisli günlerin karabasanlarının sonrasında pırıl pırıl bir güneşin açtığı da olur. Bir 24 Nisan gününde Köy Enstitülü baba, tıfıl öğrencinin çocuk ellerine, dünya edebiyat klasiği “Suç ve Ceza” romanını bırakıverir. Ortalık ışır… Dünyası aydınlanır.

Hayat karmaşıktır… Zıtlıkların ve karşıtlıkların bir araya gelmesiyle derinleşir, daha bir zenginleşir, güzelleşir.

Bu kez, Ergen gözleri Dostoyevski’nin dizelerinde, aklı ise kentin en büyük ve en göze çarpan alanında derme çatma kurulmuş yoksul çadırlardadır. Babası dışında herkes, o çadırlara yaklaşmamalarını ve yakınından bile geçmemelerini tembihler.  Kentin gökyüzünde soğuk rüzgarlar eser… Hava kurşun gibi ağırdır.

Güncele dair açıklamanın en çarpıcısını, en ürkütücüsünü okulun hademesi yapar: Çadırlarda kalanlar “Ermenidir”…

Asla ekmek, su filan götürülmemeli, anlattıklarına, söyledikleri yalanlara kulak asılmamalıdır. Çocuk, inadına çadırların içindeki yaşamın nasıl olduğunu, orada neler yaşandığını, acınası kılıklı insanların neden ortalık yerde olduklarını, evlerinin, ailelerinin olup olmadığını düşünür…

Çok geçmez, onunla birlikte birçok insan, o çadırlarda kalanların Ermeni olmadığını, haklarını alabilmek için greve başlayan, aştan işten başka bir dertleri olmayan kentin belediyesinin temizlik işçileri olduklarını öğrenirler… İlerleyen günlerde bu doksan işçinin 44 gün sürecek 930 kilometrelik Ankara yolunu yalınayak yürüdüğünü tüm kent duyar.

*   *   *

Köy Enstitülü öğretmen babanın deyişiyle, “Nisan ayı muhteşemdir. Doğanın ve de börtü böceğin uyandığı günlerdir.”

1 Nisan, insanın kendisi ve başkaları ile barışık olduğunu kanıtladığı, kendisini ve diğer insanları hoş gördüğü bir gündür. Ol nedenle “Nisan balığı” şakasının tadına doyum olmaz…

Köy Enstitüleri’nin kuruluş tarihi olan 17 Nisan, bozkırdaki aydınlanmanın, umudun çekirdeği, büyümesine kök salmasına izin verilmeyen, yalnızlıkta açan kır çiçeğidir…

23 Nisan, ezilen ve sömürülen Anadolu halklarının kısa da olsa rahat bir soluk aldığı, saltanatın ve bağnazlığın kör karanlığından sıyrılıp, özgücünün ayırtına vardığı ve de tünelin ucunda nihai kurtuluşun ışığını gördüğü tarihtir.  

Ne ki 24 Nisan'dır... Büyünün bozulduğu tarihtir. "Kral Çıplak"sa "Çıplak"tır... Onun donla mı atletle mi kaldığının, anadan üryan mı olduğunun... Çoluk çocuk çöllere sürülen, ateşe, sırtlanlara, Hamidiye Alayları'nın önüne atılan Ermeni vatandaşlarının, kaçının soğuktan, sıcaktan, mermiden, kaçının açlıktan, susuzluktan, kılıçtan, paladan öldüğünün... Ölü sayının beş yüzbin mi, bir milyon mu, bir buçuk milyon mu olduğunu eveleyip gevelemenin... Bu cehennemin adının vahşet mi, katliam mı, tehcir mi, soykırım mı olduğu konusunda yapılan laf ebeliklerinin... Pek önemi olmasa gerek.

Ne ki 24 Nisan'dır... Kıyıma, kırıma ve dahi tüketilmeye, yok edilmeye, soyunun sopunun, köklerinin kazınmasına reva görülen bir kadim Anadolu halkının acıları, Talat Paşa’nın Cercle d’Orient Kulubü’ndeki akşam yemeği sonrasında, milletvekili Krikor Zohrap efendinin yanağına kondurduğu ölüm öpücüğünde gizlidir…( x )

Nisan ayı hoştur, güzeldir, güneşlidir. Doğasıyla kımıl kımıl, insanıyla cıvıl cıvıldır. Bir o kadar zordur, kasvetlidir. 1915 Der-Zor'unda, Urfa yollarında, Suriye çöllerinde, geç bestelenmiş içli bir şarkının hüzünlü dizeleri sızılanır. Güfte kendine sitemkardır. Şikayet etmez, nefret, düşmanlık içermez. Adı Sarkis'tir, bestekardır.  "Kimseye etmem şikayet" der, "Ağlarım ben halime, Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime."

Acılıdır... Aylardan nisandır. Ah ne zordur, Der-Zor ne zordur?

Ah, ah… Ne zordur atom çekirdeğini parçalamak... Ön yargılardan, nefret ruhundan, öfke çalılarından aklı, paçayı kurtaramamak? 

“Tanrım” ne zordur, sigara denen şu illeti bırakmak, terk etmek... Motorları maviliklere, barışın ve kardeşliğin sularına sürmek?

Ne zordur, ne zordur... 1915’in Hozat-Ergen köyü Kayışoğlu Yarması’ndan salkım saçak ölümün soğuk kucağına atılan insan kalabalığında, annesinin eteklerine yapışmış bırakmayan kız çocuğunun yattığı ölüm uykusundan uyanamamak? ( x )

Her şeye karşın, her şeye karşın… Kırılan cam, yıkılan çit için komşudan özür dilemek... Sen de beni bağışla... Gel eskisi gibi olalım, gülelim eğlenelim, kız alalım kız verelim... 

Ah, ne zordur bu günleri de gördüm diyebilmek… Ağız dolusu gülebilmek…

Ah, ne zordur 24 Nisan’da doğmuş olmak…

                                                             Hasan Oğuz Bilgen, 24 Nisan 2015, Sıcakdere


( x )  BİTTİ, BİTTİ, BİTMEDİ.  Vedat Türkali.  Ayrıntı Yayınları.
https://www.google.com.tr/webhp?sourceid=chrome-instant&rlz=1C1AVNG_enTR614TR614&ion=1&espv=2&ie=UTF-8&hc_location=ufi#q=bitti%20bitti%20bitmedi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder