KARMAŞIK BİR YAZI:
ÇUVALDIZI KİME? İĞNEYİ KİME?
Şimdilerin akıp giden sanal günlerinde hemen her
şey, insan belleğinde bir “tık”lama süresi kadar kalıcı, ya da bir “beğen”me
ilişkisi kadar insana yakın olabiliyor. Paylaşılan aile içi mutlu/mesut anlar…
Klişe kültürün, modern hayatların göbeğine oturmuş evim evim güzel evim güzellemeleri…
Rakı balık resimleri… Şu ülkede -her şey değil, dört dörtlük değil- hiç
olmazsa temel konularla ilgili hayat kendi mecrasında normal/olağan
kendince akıp gitse, tüm bu pembe mutlu tablolar güzel görünecek, daha anlaşılır olacak. Yeniyetme kızlarımızın düşlerinden eksik olmayan, şu M. Boz ya da E.Altuğ videolarının paylaşılması bile kuşkusuz daha katlanılır olmaz mı?
Bu toplum türlü oyalamalarla, “hiç”likler ve içinde kupkuru destansı lafızlardanlardan, vatan millet tekerlemelerinden başka
bir şey olmayan koskoca “boş”luklar sayesinde bırakın yarını, yaşadığı gününü bile kurtarma şansını
çoktan yitirdi.
Ülkenin sosyolojik arşivinde insan elinin
erişemeyeceği ücra köşelerine tıkıştırılmış, analitik bilimden, eleştirel
akıldan kaçırılmış, dile getirilmesi değerlerini yitirmemiş insanlar için
ateşten gömlek olan, o kadar çok devlet vukuatı var ki… Neresinden tutsanız,
hangi tabuya el atsanız soba üzerinde fokurdayan çaydanlık kadar riskli. İş bu halı altına süpürülmüş pisliklere
dair ne zaman bir çift söz etmeye kalksanız, kırk yıldır ağabey, idol bellediğiniz aile dostunuzun bizzat elinden “vatan
hainliği” madalyasını alır, maazallah tabutunuzu
da diriniz gibi elli yıllık mahalle halkına taşlatabilirsiniz !.. Tevatür
değil, olan şeyler…
Anadolu’nun vicdanında/ belleğinde gün yüzüne
çıkarılmayı, yüzleşmeyi bekleyen, bir yerlerinizi
öylesine yakan kavuran, yüreğimizi kanırtan öyle konular var ki… Şöyle cesaretlenip, benim bunu
anlatmam ya da yazmam gerek dediğinizde, eğer gerçekten vicdanınızla cüzdanınız
arasında gidip gelen biri değilseniz, iç sesiniz kaleminizden önce şunu
söyleyecektir: “Samimiysen söze fazla dallandırıp budaklandırmadan gir; giriş-gelişme-sonuç işgüzarlığı ile geveleme!"
El mahkum; hadi öyle yapalım… “Sözde katliam”lardan,
Dersim’den, Koçgiri’den, Urfa yollarında, Der-Zor çöllerinde kırılan tüketilen
insanlardan(x), Maraş’tan, Sivas’tan, Madımak’tan dem vurmayalım… Aman övündükleri muhteşem Osmanlı’nın şanına gölge düşmesin... Çarmıhından bize bakan Börklüce’den,
daha dün gibi Meriç kıyılarında devlet sırrına kadem basan Sebahattin Ali’den
tek bir söz dahi etmeyelim. Uslu bir çocuk olalım mesela… Ya da, “Seni
sevmeyen ölsün”den başka şarkı söylemesi tavsiye edilmeyen bir sanatçı, aşk ve
sadakat romanlarının dışında yazması uygun görülmeyen bir yazar gibi
davranalım hadi. Olmaz, olamaz. Hiçbir şey olmamış gibi davranılamaz.
Bir kez serde hinoğluhinlik, özde hainlik var ya... Şimdi bir kez olsun saçma sapan bir mantıkla “istisnalar kaideyi bozmaz” sözünün esnekliğine sığınalım ve de 1975 yılının Diyarbakır-Lice’sine uzanalım:
İnsanın en klişe -siz amiyane okuyun- ama en
anlaşılabilir deyimle kanını donduran bir olayı, aradan geçen kırk yıla karşın,
her anımsadığında aynı yakıcılıkta duyumsaması, kitabın orta
yerinden bu katliamı kıyısından köşesinden anlatma ya da yazma cesareti
gösterememesi ne menem bir şeydir?
6 eylül gününün Diyarbakır sıcağını, surların
gölgesinde bulunan Töb-Der lokalinin bahçesinde geçiştirmeye çalışan Eğitim
Enstitü’lü öğrenciler, dev surların üzerlerine gelecekmiş duygusuna kapılarak
ayaklanırlar. Yerel saat 12.20’dir; sarsıntı abartısız 25-30 saniye sürer. Dakikalar
sonra lokalin telefonu çalar... Telefondaki heyecanlı ve ağlamaklı ses, Lice’nin kayda değer bir bölümünün, merkez köylerinin ise tamamen yıkıldığını, tam bir facia yaşandığını anlatmaya çalışırken bağlantı kopar. Devrimcilerin harekete geçip örgütlediği gruplar, iki saat içinde
Lice’ye ulaştığında manzaranın korkunçluğu karşısında şaşkındırlar. Ortalıkta
rahatsız edici bir sessizlik ve anlam veremedikleri çoklukta
araçlar dolusu, süngü takılı silahlarını çapraz tutmuş komando askeri vardır.
Uzaklardan, belli belirsiz iniltiler, Kürtçe bir
takım bağrışmalar, çığlık ve haykırışlar gelmektedir. Askerler öğrencilerin
yıkıntılara girmesini, yardım bekleyen insanlara ulaşmasını engellerler. Lice o
yıllarda en çok siyasi gazete, dergi ve yayın organının, sol klasiklerin
okunduğu bölge yerleşim alanlarının başında gelmektedir. Aynı günlerde çıkan
Ürün dergisinin iki yüz adet sattığı abartı değildir. Lice halkının tek geçim
kaynağının kaçakçılık olduğu yörenin bir diğer önemli karakteristiğidir.
Öğrenciler Lice’li devrimci gençlerin yardımıyla,
özellikle de hava karardıktan sonra uzak mahallelerden bölgeye girmeyi, yaralıları,
ölüleri yıkıntılardan çıkarmayı, mermi sandıklarını ve özgün ambalajları
içindeki silahları askerlerden kaçırmaya çalışırlar. O kargaşada bu zorlu işi
sayıları ve güçleri elverdiğince yaparlar. Kuşkulu gölgelerin dillerine ve mahallelerine
yabancı oldukları yoksul bir diyarın yıkıntıları arasındaki olağanüstü çabası,
askerlerin anonslarına ve uyarı atışlarına karşın, aç uykusuz haftalarca
sürer. Yaşları 18, 20, 22’dir... Diyarbakır’a Sol’la tanışmış ve ülke
gerçeklerini öğrenmiş olarak gelmelerine karşın, devletin bölge halkına
yaklaşımına, bölge politikasına -üstelik insani yardım gerektiren doğal afet
koşullarında- ilk kez tanık olurlar.
Depremin olduğu gün cumartesidir; devletin ilk
yardım ve acil müdahale çadırları, askerin konuşlanmasının tamamlanmasını
izleyen ilerleyen günlerde kurulmaya başlanır. İkinci cumartesi gününde bile deprem bölgesi, Hayat Bilgisi kitaplarında görmeye alışık olduğumuz sıcak aş
dağıtan, yaraları saran, Kızılay çadırlı şefkat resimlerinin ötesinde tipik bir
savaş hali ve toplama kampı görünümündedir. Bu genel fotoğrafın içinde, su ve
yemek kuyruklarındaki acılı insanların onca sefaletin yanında bir de asker
dipçiği ile tanışması, orada günlerdir didinen birçok genç devrimcinin ezberini
bozan sarsıcı ayrıntılardandır.
Devletin
açıklamasına göre, Lice bölgesinde “yitirilen insan sayısı 2385’dir”. “Ölü
sayının çok olması” ise “yapı malzemesinin kerpiç olmasından ve bölgeye ulaşım imkanlarının yetersiz oluşundandır.”
Devrimcilerin
tutuklanmasına ve yoğun işkenceler görmesine neden olan, el altından dağıtılan
ve gizlice yapıştırılan afişlerde ise çok farklı, tehlikeli açıklamalar
vardır: “Dayanıksız, korunaksız
konutlarda yaşamını yitiren insan sayısı devletin açıkladığı sayının en az iki
katıdır. Bir o kadar halkımız da, deprem sonrası devletin kasıtlı ve ve
bilinçli tavrı ile ölüme terk edilmiş, katledilmiştir. Lice halkının suçu hem
solcu hem Kürt oluşudur.”
Devrimci
öğrenciler bölgede yaklaşık iki ay boyunca ceset çıkarma, enkaz kaldırma
çalışmalarının yanında yoğun siyasal çalışmalar da yaparlar. Birçoğu zaman
zaman gözaltına alınır, askeri araçlara doldurulup kent dışına bırakılır,
kimlikleri alınır ve geri dönmemeleri/bölgeye girmemeleri konusunda silahla
tehdit edilir.
Yerli
ve yabancı basın da, bölge de ciddi sorunlar yaşar. Öğrencilerin gazetecilerle
görüşmeleri engellenmeye çalışılır. Görüşmeler, ülkelerinden gönderilen çadır
ve yardım malzemelerinin akıbetini öğrenmeye çalışan yabancılarla röportajlar
dere içlerinde, kuytuluklarda yapılır. Elleri ile kargoya verdikleri yardımları
göremeyen yabancılar şaşkınlık içindedir.
Depremden
iki ay sonra, yardım araçlarının bölgeye ulaşmamasını ve devletin
kayıtsızlığını ülke ve dünya kamuoyuna duyurmak amacıyla, Lice’den Diyarbakır
iline kadar üç gün sürecek 90 kilometrelik bir protesto yürüyüşü yapılır.
. . .
Siyaset ve Toplum Bilimlerinde çok açık ve net bir
açıklaması olduğu bilinir ki, 1999 Kocaeli depreminden önce yaşanan onlarca
dehşetli depremlerden hiçbirinde kamuoyu, Kocaeli ve Kaynaşlı felaketlerinde
olduğu kadar “tek vücut- tek ses” olmamıştır… Olamamıştır. Oldurulmamıştır. Acılar ve ölüm üzerinden
siyaset yapmak, mevcut yasa ve kurumlarla meşruluk kazandırılmış kara
politikanın ve kara propagandanın işidir.
Ve de bu topraklarda yaşanan hiçbir toplumsal acı birinden daha büyük,
diğerinden daha değersiz değildir.
Anlatılmak istenen, zaman ve mekan söz konusu
olduğunda, statükonun ve tabucu anlayışın reflekslerinin nasıl farklı
görüldüğüdür. Ne alakası var demeyelim, var. Gücenip gerilmeyelim; çok daralıp
rahat koltuklarda akşam keyfimizden oluyorsak yazının malum karmaşıklığına, kötü
kurgusuna, dahası yazarının anlatım eksikliğine, olmadı iflah olmazlığına, kronik vatan
hainliğine verelim…
. . .
Neyse ki, her şey yukarıda yazılanlar kadar can
sıkıcı değil… İyi ve güzel, hatta şu kahrolası taşeron imparatorluğunun Bornova
coğrafyasında umut verici gelişmeler de oluyor. Örgütsüzlükten ve keyfi
uygulamalardan bıkan şirket işçileri, orta vadeli kurtuluşlarını sendikalarda
örgütlenmekte görüyorlar.
Aşağıdaki sorular mı ?!.. Hiçte zor ve anlaşılmaz,
yanıtlarına ulaşılmaz sorular değil doğrusu.
Sizin hiç kurtlar sofrası bir şirkette
kuralsız, güvencesiz çalışan, her paydos akşamında sonraki gün iş başı
yaptırılmayacağı korkusu ve sıkılı avucunun içinde tuttuğu sefalet ücreti ile
evinin yolunu tutan bir arkadaşınız oldu mu?
·
Tüm meşruluğu ve yasallığı gıyabında
yapılmış altı aylık hizmet aktinin anlaşılmaz ve esnek dizeleri kadar olan
taşeron işçisine, siz hiç bir çay içimi kadar yakın oldunuz mu?
·
O çay içimi yakınlıkta, güvencesiz
geleceksiz yaşamında ilk kez kendisi için hayırlı bir şey yapmış, korku duvarını
yıkıp kendisine en yakın gördüğü sendikaya üye olmuş birisinin gözlerindeki
umut pırıltısı nasıl görünür?
Yanıtlar çok yakınımızda, bu güzel insanlar, sorunları,
onurlu mücadeleleri uzansak dokunabileceğimiz yakınlıkta… Orada, hayatın içinde
duruyor. Onlarla omuz omuza verebilir,
uğraşılarına gücümüzce güç katabiliriz.
Hasan Oğuz Bilgen, 12.04.2015, Belediye Şantiyesi.
( x ) Bitti, Bitti, Bitmedi. Vedat Türkali. Ayrıntı
Yayınları.
https://www.google.com.tr/webhp?sourceid=chrome-instant&rlz=1C1AVNG_enTR614TR614&ion=1&espv=2&ie=UTF-8&hc_location=ufi#q=bitti%20bitti%20bitmedi
https://plus.google.com/100270141083111534868/posts/CctufeG7zoo
https://www.google.com.tr/webhp?sourceid=chrome-instant&rlz=1C1AVNG_enTR614TR614&ion=1&espv=2&ie=UTF-8&hc_location=ufi#q=bitti%20bitti%20bitmedi
https://plus.google.com/100270141083111534868/posts/CctufeG7zoo
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder