30 Haziran 2024 Pazar

TEMMUZ YAZILIR, MADIMAK OKUNUR. ( 1 )



Önümüz Cıvıl Cıvıl Bir Temmuz.

Hala düşünebilen ve unutmayanlarımız için zordur, Madımak yangınını anlatmak, yazmak, anmak... İnsanımızı, kültürümüzü açıkçası kendi geleceğini ateşe veren, aklı tutulmuş o yobaz güruhunu gören insanın nutku tutulur.

1993 yılının 2 Temmuz'unda, Sivas'ta "Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak" diye uluyan zihniyet, yıllardır "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" adında bir ceberrut sistemle iktidarda.

Bu karanlık dileği, salt Sivas’ta değil, tüm ülke coğrafyası üzerinde yaşayan halklar üzerinde uyguluyor. Dili, dini, cinsi, etnik kimliği her ne olursa olsun, her T.C vatandaşının -yararlanmada- eşit hak sahibi olduğu ülke bütçesinin % 42’sini diyanete ayırıyor. 

Bir ülkenin uygarlığının ve aydınlanmasının üç önemli aydınlatma fişeği olan doktoru, mühendisi ve öğretmeni değersizleştiriyor. Neredeyse, adeta düşmanlaştırıyor. Laik bir ülkede görev yeri cami olan imamı, her yere her insanın karşısına dikiyor. Okula, hastaneye, kışlaya, işyerlerine, resmi protokole, akla gelebilecek yaşamın her alanına. İtiraz eden, onaylamayan dine karşı gelmiş oluyor. Örnekleri uzatmak, bilineni de yinelemek anlamına geliyor.    

*  *  *

Piyasacı kuralsız yönetimin ekonomideki “M.Şimşek” uygulamalarının etkisi ile daha da zor geçecek, mutfakta, sokakta ve alanlarda daha ateşli yaşanacak gibi, bu temmuz ayı. 

Utanmazca “2025’in sonuna kadar asgari ücrete zam yapılmayacağını” konuşurlarken, aynı yüzsüzlük elektriğe yaptıkları % 38’lik zamla tırmanarak sürüyor. Sevgili ülkemizi yakıp kavuran son yangın haberi de tek adam rejiminden geldi:  Doğalgaza % 25 ZAM !  Beyhude amaçlarının, emekli memur maaşlarına yapılacak zammı belirleyecek altı aylık enflasyon hesaplamasının dışında tutmak olduğunu anlamak/ bilmek için ekonomist olmaya gerek yok. Akıl hocaları soytarı Trump'ın klavuzluğunda, mutfakta/ ormanda yangın yeri ülkemizde hiçbir karşılığı olmayan "Terörsüz Türkiye" mavalının, aslında bir "Cambaza bak" olduğunu söylemek için de siyaset bilimci olmaya. . .     

Kabul edilebilirliği olmadığı gibi hiçbir doğruluğu ve inandırıcılığı da olamayan -mazeret bile denemeyecek- aşağıdaki boş sözler, elbette neo liberal politikaları savunan dalkavukların:

“Sıkıntıları biliyoruz, fiyatların durumunu biliyoruz. Ama pahalılığın, enflasyonun bir de ekonomik yönü var.” (Ne demekse !?)

“Hep sosyal yanına bakmayalım. Aynı gemide olmak fedakarlık ister, bütçede para olsa da versek.” (Bu ara, bütçenin % 42’sinin diyanete ayrıldığını anımsatalım !?)   

“Tek amacımız halkımızı enflasyona ezdirmemek. Emeklimize aşırı zam yapar, asgari ücreti arttırırsak;  enflasyon yine azar, olan yine bu ülkenin insanına olur.” (Bu pişkin yalancılarla karşılaştırıldığında, “Benzin vaa da, biz mi içtik” diyen, çoban Sülü daha açık sözlüymüş!)

Paket yapmakta ve halkımızı paketlemekte pek de becerikliler. Durum böyle olunca, dağ fare doğurur mu?

·        Yeni paketlerinde, adaletsiz oranda vergilendirdikleri ücretlilere, lütuf gibi verdikleri asgari ücretin “vergi dışı tutulmasından” söz edilmiyorsa,

·        Adrese teslim ballı ihalelerle, “kamu-özel ortaklığı”, “yap-devret” arsızlıkları ile semizlenen haydutlardan alınması gereken, “servet vergisi” nin adı geçmiyorsa,

Doğurur…

Malumun tekrarı o ki; kendimizi bildiğimiz bileli  Ülke dar boğazdan geçiyor.”

Mahir ve yoldaşlarının neden öldürüldüğü, onların sözleri/ yazıları bir kez daha merak edilip dikkatle okunduğunda, yalancıların mumlarının neden yatsıya kadar değil de 23 yıldır yandığını anlayabilir. Kesintisiz Devrim II-III yazısında, mealen şöyle yazar Mahir Çayan:

“II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra, yeni sömürgeci egemenler arasındaki ilişki ve çelişkiler değişikliğe uğramıştır. Bu nedenle emperyalist/ kapitalist sistem sürekli ve genel bir bunalım içine girmiştir. Devlet erki sayesinde, baskı araçları ve pasifikasyon yöntemleri kullanılarak egemen güçlerle halk kitleleri arasında suni bir denge kurulmuştur. Bu dengeyi bozmak, halk kitlelerini harekete geçirmek bunun için zordur. Suni denge, ancak... .... "   

(Hayalet ayrıntıda, bu 'ancak' sözünün sonrasında gizlidir. Bu hayalet oldu olası fincancı katırlarını ürkütmüş, onu savunup sahiplenmenin karşılığı ve bedeli, her zaman, her koşulda mevcut TCK' nın 146/1 maddesi olmuştur.)

Bu günün koşullarına uygulandığında, “Eziyet neden 23 yıldır sürüyor?” sorusuna önemli ve açıklayıcı ipuçları veren Mahir'in araştırma yazısının ilerleyen sayfalarında da yapılan analizin ekonomik/ politik gerekçeleri nedenleri ile birlikte açıklanır. 

*  *  *

Yakın geçmişimizde de zor ve sıcaktı temmuz ayı. Yaşattıkça belleğimizi besleyen anılarımızı, yine bizleri her yıl dönümünde, her fotoğraf karesi üzerinden uyaracaklar. Tabi ki, uykularımızda pek rahat ve de huzurlu olamayacağız. Sanal takvimler her yıl hep “iki temmuz” yazacak. Biz bunu ‘Madımak’ olarak, otuz üç canımızı yitirdiğimiz gün, kapanmayan yaramız olarak okuyacağız. Ve bu yara bundan böyle de, bizleri güçten düşürmeyen, tam tersine günbegün güçlendiren gizli kanamasını sürdürecek. 

*  *  *

Başka bir “iki temmuz”la güçlenmeye devamla: Bir imece gönüllüsü Nurettin Karabaş.

Sözlü tarihte olsun yazılı tarihte olsun, genellikle barikatlarda çarpışarak düşenlerin adları, anlatıları geçer. Cephe gerisinin bir o kadar riskli ve karmaşık labirentlerinde görev alıp ter döken kahramanları nedense çokça anlatılmaz.

Nurettin ağabey, geri hizmetin isimsiz neferiydi; kırka bölünüp cezaevi dışında kalmış ailelere koşan bir atomkarınca...
Sonrası mı?
Yatan yattı, çıkan çıktı. Kimileri dümeni doğrudan şarampole, kimilerimiz hüzünlü, kederli yalnızlıklara kırdı. Kulaklarına “Yürü ya kulum.” denilerek, yol alanlar da olmadı değil. Nurettin abi, vefasızlığa/ değer bilmezliğe inatla kendisini kahredenlerdendi.

Son yıllarında ona yaşatılanlar, yaşadıkları kahırlı bir öykünün özetidir. “Ama... O da çok içiyordu.” denildi de, "Çöküşünde bitişinde karınca kararınca bizim de katkımız oldu.” denilemedi.

*  *  *

Nurettin abi, siyasi kimliğine, kişiliğine ve konuşma diline uygun olarak, faşizmin haydutluğuna, salyalı yobazın yaktığı ateşe küfredercesine 2 Temmuz 2006 günü, ona pek hayrı dokunmayan ellerimizi bıraktı gitti.

Açık Mektup Kolektifi. 02,Temmuz,1993. Sivas Diyarı.

29 Haziran 2024 Cumartesi

TEMMUZ YAZILIR, MADIMAK OKUNUR. ( 2 )


BİR DAYANIŞMA GÖNÜLLÜSÜ; NURETTİN KARABAŞ

Eylem adımları ile geçilen caddelerde yasal bir kurşunla.  Kapısında “Polis halkın dostudur”, dehlizlerinde “Burada Allah yoktur, Haydar vardır” yazan, sorgu labiretlerinde. Ya da, ‘tutuk evi’ diye belletilen zindanlarda hasbelkader ölmeyip de, kendinizi bir gün Kordon’da, bağrınızı İzmir meltemine açmış durumda bulduğunuzu düşünün.

İnsanın içinde güller açtıran bu duyguyu, Nazım Hikmet “Dışarıya çıkacağız, şapkayı yana yıkacağız” biçiminde yazmış, sevdalıları da bunu, içi ısıtan yüreği titreten özlem olarak okumuştur. Uzun sözün kısası, paçayı karaçalıdan kurtarmaktan farkı olmayan tahliye olmak böyle bir duygu durumu. İşte, yıllar sonra dışarı çıkan devrimcilerin şaşkın ördek örneği, -unuttukları- yeni yaşama tutunmaya çalıştıkları zamanlardı.                                         

Yaşayanlar bilir. İnceden inceye bir yalnızlık/ kimsesizlik duygusunun, yeni dünyasında soluk borusu bulmaya çalışan insanın içine çöreklenmesi, “Haydar”ın tezgahında dönen çarkların, askı ve falaka düzeneklerinin eziyetinden beterdir.  

Bu yüzden, o günlerde yaşamın hayhuyu içinde, çarşıda pazarda birbirleriyle karşılaşan bu arkadaşların, kurtuldukları Gayya kuyusu cezaevleri ile ilgili, ‘o günlerimizi özlerim’ ve ‘arıyorum’ mealinde esprili sohbetlerine tanık olanlar vardır.

İşte o dar günlerin daralan insanlarına yetişen “Hızır”, devletin sopasını tatmış, sendikacılıktan gelen bir muhasebecidir: Nurettin Karabaş.

Sözcüğün tam ve gerçek anlamıyla dayanışma fedaisi, imece gönüllüsü. Elinden tutmadığı, omuz vermediği insan yoktur. Asla çetelesini tutmaz. Kendine özgü bıyık altından muzip gülüşü, “Hadi bakalım bizim oğlan” diye takılması, sevdiği/ nazının geçtiği insanla -bıktırmadan- uğraşması dün gibidir.

Avukatımız, sevgili Gültekin Köktürk Suvarlı ağabeyimizi eşofmanıyla adeta alıkoyup, Lada Samara’sıyla ilgili dosyayı bulmak için Ankara’ya, oradan da Gaziantep’e uçurup F Tipi bir zindandan arkadaşımızı tahliye ettirdiği, ilerleyen günlerde başka insanlarımıza iş kurduğu, hatta kurulu düzenini teslim ettiği, işin acı yanı oranın da sahiplenilmediğinden zarar ettiği bilinen gerçeklerdir. Şöyle de denebilir: Ayakta kalmanın, geçim derdinin girdabına kapılmış birçok insanımızın kendisini kurtarmaya çalıştığı doksanlı yıllarda, o tam da tersini yaptı, çevresini kurtarmaya, çevresindekileri kalkındırmaya çalıştı. Duvarı ören, tuğla üzerine tuğla koyan hep o oldu. Onu Nurettin Karabaş yapan da buydu. Bizler onun için, -kemoterapi şeanslarına götürüp getirmenin dışında- pek fazla bir şey yapamadık. Yakın dostlar, yoldaşlar incinip darılmasın. Bu özeleşti bile, onun için çok, çok azdır.   

*  *  *

Nurettin abi kulağı delik olan eski kulağı kesiklerdendir. Ona en yakın olan bir insanın deyişi ile “İnsan denilen varlığı çözmüş, tam bir hayat adamıdır.” Bir gün, bu arkadaşının tek atımlık barutu ile, elden düşme bir Murat 124 aradığını duyar. Çalıştığı belediye şantiyesine telefon edip Lada’yı ona vereceğini söyler, işyerine gelmesini tembihler. Üç beş gün bekler. Arabayı almaya gelen giden yoktur. Bir akşam vakti, bu arkadaşın evine gider, -içeri girmeden- kapıdan kontak anahtarını eşinin eline tutuşturur ve oraya çağırdığı bir taksiyle evine döner.   

Sıkılan sıkılsın... Demirci Arif Ustanın, pis bir huyu vardır. Paylaşmasa çatlar. Eksiği var, fazlası yok; bu olaya ilişkin sözler Nurettin abinindir:

“Bu adam var ya; nesli kurumuş, su katılmamış bir Sovyet askeri. Bir de, kırmadan kırılmadan esnemeyi öğrenebilse. Lada’yı bu insana ben döve döve verdim. En son sopayı, borcunu ödemek istediğini söylediğinde yedi. Ne derler; alışmış kudurmuştan beterdir. Kaşıntısı tuttuğunda bana gelir. Hayvanlık ben de kalır, iki kadeh içirir gönderirim. Kaşıntı maşıntı kalmaz, CHP genel merkez binasının odalarında kafasına göre takılan Şero gibi, süt dökmüşe döner.”

*  *  *

Gün geldi, zaman eridi.  Sovyet askeri onu hiç yalnız bırakmadı... Tepecik SSK yollarında, İnekçi Osman’a -Bergama-Poyracık- şifa arayışlarında, en son Turgutlu Devlet Hastanesi Dahiliye Servisi’nin nöbetlerinde. Her gözünü açtığında ya başucunda, ya kapısının eşiğinde hazır askerdi.

Nurettin abi, derin uykularına yenik düşmediği saatlerde, sol dirseğine gücü yettiğince inatla yüklenerek, yatağında -asla- sırt üstü yatmamaya, ısrarla pencereden dışarıya bakmaya çalıştı. Onun bu beden dilinden, ancak onu çok iyi tanıyan bir insan anlayabilirdi:  

Beni bu lanet olası yatağa çivileyemeyeceksin! Beni yaşamdan koparamayacaksın!

Yatağında usanmadan inatlaştığı, direndiği elbette ölüm meleği değildi. O, akciğerinin en hassas yerine, kalbe çok yakın bir atardamar üzerine yerleşmiş olan inatçı/ kötü huylu bir tümörle kavga halindeydi. Öyle ya bu kavga da, dışarda verdikleri kavganın bir parçası değil miydi? O, kavgamızı/ sınıf mücadelesini, vefalı ellerinin vefasız ellerimizi bıraktığı son ana dek terk etmedi.

Bilgiyi önemser, bilime ve insan aklına inanırdı. Bunu kanıtlayan komodinin üzerinde,  yanında okuma gözlüğü ile duran tuğla iki kitaptır: Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi. (1923-1950) Yahya S. Tezel. ve Felsefenin Temel İlkeleri. George Politzer.

*  *  *

90’lı yıllarda, içlerinde hatırı sayılır şirketlerin ve tanınmış iş insanlarının bulunduğu iki yüz ticari hesabın muhasebesini tutuyordu. Vicdanının ve Mahir’in sesini dinlemeseydi, kasasını bol sıfırlı çeklerle doldurabilir, (rakı balık-yan gelip) varlık içinde yaşayabilirdi.

Nurettin Karabaş, 2 Temmuz 2006 sabahının gün doğumundan hemen önceki alacakaranlıkta, yıllarca kavgasını verdiği davada gıkı çıkmadan, bir an olsun yakınmadan taşıdığı bayrağı bize emanet edip, hep o bildik kızgın/ küskün/sevimli görünümü ve küfürlü tavrı ile çekti gitti.

Hey gidi, hey Nurettin Abi...

Çalışma gününü altı saate düşüren, Josip Bros Tito" nun memleketi Yugoslavya doğumlu, ey koca göçmen...

Her biten gün, her tükenen dostluk, her çürüyüp kokuşan ilişki seni; usturuplu takılmalarını, geceler boyu sohbetlerini, hesapsız özverilerini, adamı hizaya getiren ağız dolusu küfürlerini, o günlerde çok küçük olan Gül’e Gülçe demeni anımsatıyor.

Açık Mektup Kolektifi. 02.07.2006. Turgutlu. Göçmen Mahalle.


15 Haziran 2024 Cumartesi

O BİR KÖY ENSTİTÜLÜ İDİ. O BİZİM SALİH AMCAMIZDI.

YENİ BİR 15/ 16 HAZİRAN DİRENİŞ BELLEĞİNDE, EMEKLİ ÖĞRETMEN SALİH DUYGULU ANISINA…

 Gecenin oldukça geç, belirsiz ve kararsız bir zifiri saatinde, meraklı komşunun işitmesinden çekinerek kapısını her usulca tıklattığımızda, kapı eşiğinde saatlerdir hiç usanmadan bizleri beklediğini ele verir gibiydi, içeriye buyur edişi. Ardından Çiçek teyzenin, hazırladığı yer yatağını göz ucu ile işaret etmeden önce, “Karnınız aç mı çocuklar?” diye soruşu...

*  *  *

Onca yaşadıklarımız, kimilerine göre “fındık kabuğunu doldurmayan” ve dahi bu güne dek hep sözlü tarihimizde hapsolmaktan unutulmaya yüz tutmuş anılarımız, siyasi tarihimizin kalıcı belleğine yazılmak üzere sabırsızca bekler durur.     

*  *  *

Kenan ve suç ortaklarının 1980 darbesi günlerinde, tutukevi yollarının, nizamiye kapılarının ve tutukevinin önündeki sabahçı kahvesinin gönüllü gediklisidirler. Oğul adına, kız adına, mukavvadan ön kapağı (Mahkuma Yatan) yazılı, neredeyse masa büyüklüğündeki yağlı kara emanet defterine para yatırmalar. Uykusuz gecelerde bayram görüşüne yetiştirilen kazaklar. Atkılar, bereler. Ve beklenen o an geldiğinde, onca şamata ve haki renk kaynaşması içinde uzatıp boyunları, burunda tüten ve kokusu özlenen kuzuları aramalar. Zaman yoktur, doğrusu sınırlıdır. Çift camlardan konuşup anlaşmanın pek olanağı da yoktur. Çokça, sadece bakışılır; buğulu gözler birbirinin içine bakar.  Düdüğün çalması ile bir başka görüş gününe bırakılan umutlar...  

Duvarların önünde bekleşenler üzerlerine düşeni fazlasıyla yapmıştır. Asıl olan içeridekilerin asla yılmayıp direnmesinde ve enseyi karartmamasındadır.

*  *  *

Salih öğretmen… 15-16 Haziran’da işçi tulumu ile akan/ coşan insan selinin nedenini, niçinini anlamaya çalışan yeni yetme öğrencilerinin kafasını açmaya çalışır:

“ İyi dinleyin. Yürümek de, çalışmak gibi üretmek gibi insan aklına ve bedenine yararlı bir eylemdir. Devinim halindeyken kan dolaşımı artar ve düzene girer. Beyne daha çok oksijen gider; beslenen beyin daha iyi, daha sağlıklı düşünür. Düşünen insan doğaya topluma zarar vermez; zararlı olan cahil kişidir. Birlikte yürümek, birlikte yapmak daha da iyi, daha da yararlıdır. Dayanışmayla ve paylaşımla yapılan her iş, topluma, hatta insanlığa verilmiş bir katkı, bir buluş kadar değerlidir. Unutmayın. Her türlü kötülüğün kaynağı cehalettir ve de bu yüzden emek en yüce değerdir, diyoruz. Akıldan ve bilimin ışığından ayrılmayın. Araştırın. Bilgiyi yaşamla sınayın, deneyimlerinizi arkadaşlarınızla paylaşın. Birlikte öğrenmek, birlikte yapmak/ yaşamak, acıyı paylaşmak, eğlenmek bile birlikte çok, çok daha güzeldir. ”

“ Ama öğretmenim. Radyo dedi ki; o yürüyenler önlerine gelen her şeyi yıkıp geçiyorlarmış! Devlet bile tehlikedeymiş!? ”

“ Sizler çocuk musunuz ki, masala inanacaksınız. Siz radyonun her haberine kulak asmayın! Akla bilime uzak olan, insana da uzak olur. Onun uyanmasını istemezler. Radyo (yat borusu) çalıyor. İşçiler uyumuyor ki, yürüyüşe, hak aramaya geçmişler. Bizleri de uyandırmaya, uyarmaya çalışıyorlar. İşçiler (kalk borusu) çalıyor.”       

*  *  *

Salih öğretmenim. Ders verir gibi yaptığın basit ama düşündüren konuşmayı, can kulağı ile dinleyen çocuklardan hiç biri, büyüdüklerinde ne yalana körü körüne biat, ne de zora asla itaat etmediler. Bu durum, bu gerçek, geride bırakıp gittiğin dünyanın iyi yanı. Ne var ki, bu sadece küçük bir kare. Fotoğrafın tümü içler acısı. Anlayacağın; yat borusunu dinleyenler, ona inananlar çoğunlukta. Böyle olunca da, okullar, hastaneler, iş yerleri, tarım, hayvancılık, çarşı pazar, orman mutfak yangın yeri. Sen olsaydın bu biçimde, kısa/ basit, tek tümcede açıklamaz mıydın bunca olup biteni?      

Salih amca, görmedin ki; zengin hiç bu kadar zengin olmamıştı. Merkezi Fransa da olan, bir danışmanlık şirketi Capgemini’nin araştırmasına göre:  An itibari ile, bir milyon dolar likit varlığı olan zengin sayısı yüzde yüzde 5,1 artarak 22,8 milyona yükseldi.

Öğretmenim. Ancak lise yıllarına geldiğimizde Karl Marks’ın piramiti olduğunu öğrendiğimiz, bizlere basitçe anlattığın eşitsizlikler piramiti, orada öylece durup duruyor. Yükselen devasa kuleler, plazalar ve AVM’ler yoksulluğun resmi. Her birinin temel harcında, “en şanlı” giysileri iş tulumları ile bir işçi yatıyor. Çorlu, Roboski, Akbelen, İliç ve diğerleri hala kanayan yaramız.

*  *  *

1980 öncesi Töb-Der, 12 Eylül sonrası Yurtiçi Kargo emekçisi Salih amca. Sen, zaman zaman kornalı protesto konvoyları düzenleyen, yani sıkça “kalk borusu” çalan, bizim cesur yürek motokuryelerimizi de görmedin. Piramitin tepesindeki zenginlik arttıkça, her gün onlardan birisi ölüyor. Ne acı ki; saray sofralarındaki şatafatın ve de istakoz/ hurma çeşitlerinin artması, o henüz on sekizine gelmemiş Erdal Eren'imiz benzeri yiğitlerimizin daha çok ölmesine bağlıymış gibi… 

En son, Bartın’da on yedi yaşındaki motokurye Emircan’ımızı yitirdik.

*  *  *

Köy Enstitülü öğretmen Salih Duygulu, 18 Haziran 2019’da ellerimizi bırakmamış olsaydı; onurlu yaşamı ve dik duruşu kadar emin olunuz ki:

2024 yılının 15-16 Haziran gününde de, “ Kemer sıkma yumruk sık!.. Arkadaşlar. Büyük yürüyüşün yıl dönümünde ve de nihai kurtuluşun yolunu gösteren izinde, kurtuluş yine bizim kendi ellerimizde” derdi.


Açık Mektup Yazı Kurulu’ndan…

15/16 Haziran 1970, Cevizli-Paşabahçe-Kavel-Sungurlar.      

5 Haziran 2024 Çarşamba

6 HAZİRAN 1981... METE, TAMER, ERCAN ve DOĞAN CANLARIMIZ. ( 2 )


6 Haziran 1981. Mete Atilla Ermutlu, Ercan Yurtbilir, Doğan Özzümrüt, Tamer Arda. ( 2 )

Doğan Özzümrüt, Diyarbakır-Melik Ahmet Caddesi, gecenin bir vakti, bir orantısız vahşi çatışmadan çizik almadan sağ kurtulup çıkan, o güne dek hiç tanımadığı yalınayak kaçağa öğrenci evinin kapısını açar. Doğan o günlerde, aynı kentin tıp fakültesinin öğrencisidir.

Mutfak dolabında Amed ekmeği, kara zeytin ve kaçak çaydan başka bir yiyeceği olmayan, alışılmış öğrenci evinin yatağında bir kitap açık durur. Bir Stefan Zwig klasiği…

Doğan akşamın o uğursuz geç saatinde, davetsiz konuğu cehennem firarisini sahiplenmekten, kollarının arasına almaktan oldukça rahat, huzurlu, bir o kadar da mütebessim görünür. Ne var ki düşüncelidir. İnandıkları davanın sıcaklığını duyumsadığı, tanımadığı yoldaşının çıplak ayaklarına baka kalır bir süre. Nereden başlasa, nasıl moral/ güç verse?.. Çok geçmez, tıpkı Stefan’ın dilinden, onun ve eşi Charlotte'nin derdinden konuşmaya başlar:

“ Stefan Zwig, yaşamı boyunca Avrupa halklarının birliğine, dirliğine ve mutluluğuna inanmıştı. Bu umutların üzerine, Birinci Dünya Savaşı’nın, daha doğrusu faşizmim kara bulutları çöker. Yaşamı bundan böyle yine barış yanlısı, ama savaş karşıtlığı ile sürüp gidecektir.

Yüreğinde ve bilincinde iyimserlik olduğundan, dünya halklarının barış içinde birlikte yaşayabileceğine, sınıfsız sömürüsüz sınırsız bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyordu. Öylesine iyimser, bilimden, insanlıktan yanaydı ki; uçağın icadını, barış ve kardeşlik için olumlu bir yenilik, ileri bir adım olarak görüyordu. O, bilimin ve de insanlıktan yana yeniliklerin devrimci atılımıyla, insan aklını öğüten yel değirmenlerinin hükmünün son bulacağına inanan bir Don Kişot’tu…

Hitler faşizminin orduları, Viyana’yı işgal edip öz yurdu Avusturya’yı haritadan sildiğinde vatansız bir insandı. Hani şu haymatlos dediklerinden...

Stefan bırakın kıta Avrupası’nı, tüm dünyanın sınıfsız, sömürüsüz ve de sınırsız olmasına umutlanmışken ortalık yerde vatansız kala kalmıştı. Uğruna ölümleri göze aldığı insanlığın celladına aşık olmasını asla kabul edemiyordu. Bu faciaya seyirci kalmaktansa, eşi Charlotte Altmann ile yaşamına son vermeyi tercih ederler. ”

* * *

Dostuna "Stefan umudu/ Charlotte cesareti" vermek amacıyla yaptığı konuşma son bulmuştur. Doğan alabildiğine ciddileşir ve durgunlaşır. Amacı az sonra güvencesiz bir belirsizliğe gidecek olan yoldaşına umut verebilmek, umudunu tazeleyebilmektir. Kaçağın ayakkabısız yol yürümekte altları erimiş ve ayak bileklerine dek sıvanmış çoraplarına bakarak son sözlerini söyler:

“Paran var mı? Para vereyim desem?! Gideceğin yer para istemez, güç dayanıklılık ister. Sen iyisi mi, benim botlarımı al. Sağlamdır. Ayaklarını korur ve sıcak tutar. Yolun, yolların açık olsun. Umutsuzluk olmasın; sen Stefan’nın en son tercihine takılma… Umudunu da yitirme.”

Amed kentinin soğuk ve güvenliksiz gecesi... Vedalaşırlar. O an, kapı eşiğinde ayaküzeri edilen bir çift sözün gerisinde aklında kalan tek ayrıntı, Doğan’ın bir gözünde olan lekenin öne çıkması ve yansıttığı ışıltıdır.

Sarılırlar sımsıcak... Birbirlerinin sırtlarını "Hep yanında olacağım, asla kendini yalnız hissetme!" sıvazlaması yaparlar. O, onca hayhuy ve yangın içinde Stefan okuyan, Stefan umudunu/ Charlotte cesaretini kendisine vermeye çalışan, tıfıl tıp öğrencisinin gözündeki lekeyi öpesi gelir. Ancak; bunu o an, o diken üzeri koşullarda ne söyleyebilir ne de yapabilir.

O günlerde yaşanan sert ve acımasız koşulların, sert çocukları olmak zorundadırlar. Duygusallığın "ne yeri ne de zamanı"dır. Hem üstelik, "duygusallık zayıflık göstermek" değil miydi!? O günlerde gösteremediğimiz, oysa bu duyguyu açığa vurmamız gerekmiş. Hem de ağız dolusu gülmelerle, dolu dolu yaşamamız... Doludizgin günlerde yaşamaya, yaşatmaya fırsat bulamadığımız duygusallıklar bu günlerimize, bu yaşımıza nasipmiş.

Kaçak, kahverengi uzun botların uzun bağcıklarını bağlar ağır ağır... Yanıt vermez, tek söz etmez. Bir teki lekeli, o güzelim, o delikanlı, o cesur yürekli bir çift gözün ne içine ne de ardına bakamadan gecenin karanlığında yiter gider.


Açık Mektup Yazı Kurulu’ndan, 6 Haziran 1981, İstanbul.

6 HAZİRAN 1981... METE, TAMER, ERCAN ve DOĞAN CANLARIMIZ. ( 1 )


        6 Haziran 1981. Mete Atilla Ermutlu, Ercan Yurtbilir, Doğan Özzümrüt, Tamer Arda. (1)

* * *

Konunun kimi uzmanlarının, üstyapı kurumu olarak onayladığı kültür; ekonomik/ politik ortam, etnik/ sosyal ve siyasal inançlar, değişik yaşam biçimleri, iklim gibi içinde yaşanılan maddi koşullar ve de bunlara yakın etken faktörlerin mayalanmasıyla oluşup biçimleniyor.
Bu ekonomik, politik ve sosyal dinamiklere bir de, yaşamın doğal akışı içinde yaşananlardan, ayrıca zorlamayla yaşatılanlardan süzülüp gelen toplumsal belleği eklemek gerek. “Anılarımız belleğimizin bekçileridir.” demiştik ya bir yazımızda; ol nedenle anmak ve anımsatmak belleğimizi taze tutar, unutturmaz…
Tarih içindeki olaylar ve onlarla ilişkin anılar, şimdilerde “alzaymır”a yenilen, körelen ve duyarsızlaşan belleğimizin, deyim yerindeyse “vermeye” ve “karşılıksız sevmeye” hazır ve de vefalı gözcüleridir.
Sadece bekçilik ve gözcülük değildir görevleri. Sizi harekete geçirmeye, düşüncelerinizi tazelemeye, yeşertmeye her daim hazır, işte oralarda bir yerlerde sabırla beklerler. Suspus halleriyle, “Yaşadıklarınız, olaylarınız burada duruyor. Siz nerelerdesiniz? Sanal alem gezinmeleriniz doyum mudur, kaçış mıdır, çare midir?” der gibidirler.
Geçmişimizi, belleğimizi canlı tutmanın tek yolu anmak/anımsatmak da değildir. Ahlati’nin “İnsan aklı bir değirmendir. Onun içine yeni bir şey atılmaz, konulmaz ise kendi kendini öğütür durur” sözü, tam da burada gözlerimizin önünde asılı durur. Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedrettin’in hocası olan Ahlati ustamız on yıllar öncesinden, şimdilerde içinde olduğumuz açmaza, unutmamıza neden olan kör kuyuya, içinde dönüp durduğumuz fasit daireye işaret eder, bizleri uyarır gibidir:
“Muhasebenizi yapın, gelir gider hesabınızı denk getirin. Söz uçar yazı kalır. Sözlü tarih unutulur, yazılı tarih kalıcıdır. Kasaba abartıları, güzellemeleri ile, ‘pehlivan tefrikaları’ ile vuslat da, hakikat de ve dahi efsane de olmaz. Bir yazı kurulu oluşturun, tarihinizi ve de sözlü belleğinizi bir kitaba yazın.”
Yakın tarihimizi, yani yaşanan süreci yazarak belleğimizi koruyup, ardımız sıra gelen gençlere, çocuklarımıza yazılı bir belge bırakmak, her ne kadar bu dizeleri yazanın boynunun borcuysa da, tek başına haddini ve de boyunu aşan bir konudur. Doğrusu da, siyasal kökleri geçmişimizden gelen sorun, çoğul ortamda ulu divanın gündemidir.
Onun görev ve sorumluluğundadır.
* * *
Şimdi...
“6 Haziran 1981”. Atilla, Ercan, Doğan, Tamer yoldaşlarımız, oralardan bir yerlerden, her birimizi izliyor ve gözlerimizin içine içine bakıyor. Her birinde aynı dert, aynı burukluk. Aynı can alıcı konuyu işaret ediyorlar.
“A dostlar! 2024 yılına gelmişken neler yapar, hangi işlerle uğraşırsınız? Bizi, ne olduğumuzu ne yapmak istediğimizi anlatan, bir yazılı tarih, bir kalıcı bellek oluşturabildiniz mi?”
* * *
Mete Atilla Kars’lı ve Galatasaraylı’dır. Tıpkı Sinan Cemgil gibi, kendi örgütünün “Hoca”sı ve önderidir. Korkulan o ki, bir İRA bir RAF üyesi gibi tehlikelidir. Ol nedenle, bir Tupac Amaru yerlisi gibi görüldüğü yerde yok edilmelidir. Mete Atilla Ermutlu, sözcüğün tam ve gerçek anlamıyla profesyoneldir. Normal koşullarda, benim diyen kriminal uzmanın, onun uzattığı kimliğe bakıp ‘tamam geç’ diyeceği doğallıkta, Emre Kongar sakallı tipik bir öğretim görevlisi görünümündedir. Tanımış olanların anlatımı ile, görünümü onun birikimini ve siyasal olgunluğunu ele verir. Atilla bir siyasal profesördür.
Ne var ki, daha karakol kapısından içeri girer girmez, tek bir tokat bile yemeden pişman olmuş itirafçı bir hainin ifadesi, sonun başlangıcı olur. Mete Atilla Ermutlu, 6 haziran sabahının erken bir vakti durdurulan Volkswagen arabasının içinde taranıp öldürüldüğünde silahsızdır. Olayın özeti, devletin yasal kurşunu ile yapılmış yargısız bir infazdır.
* * *
Şemsi Özkan’ın ele verişleri burada kalmayacaktır. İtirafları sürer… Polisin devrimcileri sağ ele geçirmek ve yargılanmalarını sağlamak gibi bir derdi yoktur. Doğan Özzümrüt ve Ercan Yurtbilir kuşatıldıkları evde çıkan çatışmada öldürülürler. Ayşe Hülya Özzümrüt yaralı yakalanır.
İnsan ürkmesi ve insanın korkmuşu, hayvan ürkmesinden beterdir; dur durak bilmez. Polislerin ağızları kulaklarında; “Ver kurtul” derler, “Ver kurtul”… İhanetin sonu yoktur; bir itiraftan bir itirafa atlar.
Ve Tamer Arda… Tüm olup bitenlerden habersizdir. Gün aynı gündür. Olağan bir buluşma saatinde, kararlaştırılan randevu yerine gelir. Mahir Çayan’ın deyişi ile “karanlığın cüceleri” ondan önce gelmiştir. Sırıtarak Tamer’in kollarına girerler. Aynı devletin aynı kurşunları ile, zamanın emniyet müdürü Şükrü Balcı’nın sıktığı onlarca kurşunla oracıkta katledilir Tamer.
. . . Sürecek.
Açık Mektup Yazı Kurulu'ndan, 6 Haziran 1981, İstanbul.
Beğen
Yorum Yap

Paylaş