DİDAR ABLA’ NIN IŞIĞI GREV ÇADIRINI AYDINLATIYOR.
Dün günlerden cumaydı; bir inanca göre hayırlı
gün, dahası ‘hayırlara vesile olan’ gün. Bugünün cami çıkışlarında, yükselen
tekbir sesleri ve kılıç kalkan şakırtılarına karışan şer-i hilafet naraları hiç
eksik olmadı.
Kural bozulmadı, aynı meydan okuyan çatlak
sesler, bu kez başkentten Anadolu Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın öncüsünün yattığı
kutsal yerden geldi. Üstüne üstlük çıtayı epeyce yükselterek, “Ümmetin Umudu
RTE.” sloganlarıyla. Tamda, sultanlık sonrası kurulan ilerici, aydınlık toplum
biçiminden beslenerek, yine onun olanakları ile iktidara gelmiş bir nobran
yönetimin, üç kişi bir araya geldiğinde, yatırıp ters kelepçe yapan
polislerinin gözlerinin önünde. Bu ceberutlardan medet umulduğundan filan değil,
sürekli faşizmin turnusol kağıt deneylerinden birini daha göstermesi,
kanıtlaması bakımından yazılıyor bu dizeler.
Konu, Cuma karanlıklarının tekinsizlikleri
değil elbette… Derdimiz, anmak ve anlatmak istediğimiz ondan sonra gelen günde,
cumartesinde. Cumartesi Analarının aydınlığında, yılmayan direncinde, yok
edilemeyen umudunda.
Bugün cumartesi. Sıradan, sıcak bir eylül
günü gibi; ama değil! Bu sabah, ülkemizin kimi insanları erkenden, biraz
tedirgin, biraz sinirli uyandı. Her birinin ruh hali, acıyla hüznün dirençle
harmanlanıp umuda dönüştüğü bir ruh haliydi. Cumartesiydi. Üstelik bin altmış
altıncı cumartesiydi.
Bir gerçeği arama eylemliliğinin, kitabın
orta yerinden söylersek “evladımın bir kemiğini bulsam razıyım” yürüyüşünün bin
bilmem kaçıncı günü olur mu?
Suçluyken yüzsüzlüğün, haksızken arsızlığın
yeni bir insan tipine dönüştüğü dışa bağımlı çarpık bir ülkede yaşıyorsanız
olur. Oluyor!
Siyaset ve toplum biliminin alanına giren sosyal klinik durumun açıklamasını uzmanına bırakıp, bir karikatür üzerinden açıklamaya çalışalım:
Onca
copa, itmeye kakmaya karşın "İstanbul Sözleşmesi Yaşatır" pankartını
yere düşürmeyen kadınlar, polisin Battal Gazi'yi aratmayan üstün performansı
karşısında helak olmuştur. Eğitimli ve deneyimli coplar havada ve hep bir ağızdırlar. Karikatür bu
ya. Muhtemelen bir kadını katletmekten içeri girmiş birisi parmaklıklar
ardından, olup biteni, yerlerde sürümeleri büyük bir zevkle izlemektedir. “Yetmezzz! Geliim mi amirim! Karnına vur karnına!"
diye bağırması, ülkedeki geleneksel linç kültürünün, nefret ikliminin özetlenmesidir.
Sanatçısına yukarıdaki karikatürü çizdirten, çizdirtebilen ülke çoğunluk üzerine kurulu mutlu bir azınlığın oligarşisi ile yönetilmektedir. Dahası emperyalizme göbekten bağlı ülkenin, ağızlara pelesenk olmuş klişeleşmiş sözü: "Sözün Bittiği Yer" dir! Söz bitsin, onca olan bitene ilişkin soru sorulmasın. Öyle mi?
Sorun sürdükçe ve yayılıp büyüdükçe söz niye bitsin? Cumartesi Anneleri tam 1066 haftadır, egemen güçlerin devlet olanaklarını fütursuzca kullanıp baskı ve de şiddetini arttırmasına karşın, gözaltında kaybedilen evlatlarını soruyor. Takvim dilinde 1066’ncı cumartesi 1066 haftaya denk düşer. Oradan ilk güne, 27 Mayıs 1995'e gidilir. Gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini öğrenmek için bir araya gelen ailelerin ilk buluşmasına. Asıl kökler, neoliberal 24 Ocak kararlarını yaşama geçirilmesinin uygun koşullarını yaratmak için girişilen askeri darbe günlerinde, 1980'in baskı/şiddet günlerindedir.
Sıkıyönetimin elindeki siyasi tutsakların en temel
haklarının dille getirilmesi ve cezaevi koşullarının iyileştirilmesi
mücadelesinin başlatıldığı Mamak’lı, Metris’li zorlu yıllar. O yalnız,
savunmasız günlerde, cezaevi kapılarında, Meclis kapılarında Didar ablayı,
Didar Şensoy’u görürüz. O beyaz giysileri içinde, diyabetli haliyle,
birilerinin düğme iliklediği ciddi muktedirlerin kapılarının önünde duraksamadan
çat kapı yapan, soru soran, imza toplayan, toplu dilekçe veren İHD kurucusu bizim
gözü pek ablamızdır.
Tel örgülerinin ardından sadece Hasan’ına
değil, her birimize “Kardeşlerim. Yılmayın. Direnin aslanlarım.” diye sesini
duyuran, moral veren bizim sevgili ablamız. Duvarların duvarların ardından
süzülüp gelen, havalandırma bahçelerinde tutsaklara kadar ulaşan umut ve direnç
nidalarına, kardeşleri ablalarına sloganlarla karşılık verirler. Abartı ya da
yaygın söylenti değildir; canlı tanıkları vardır.
Bu ülkede, insanların birlikte görünmekten
çekindiği alacakaranlık günlerde, tutuklu yakınlarını bir araya getirip, en
temel insan hak ve özgürlükleri için harekete geçiren Didar abla ve yol arkadaşlarıdır.
İnsan hakları eylemcisi, İHD kurucusu Didar Şensoy, cezaevlerindeki baskılara,
hak ihlallerine, keyfi uygulamalara dikkat çekmek amacıyla 1 Eylül 1987'de
İstanbul'dan Ankara'ya yapılan uzun yürüyüş eyleminde polisin hoyrat müdahalesi
sonucu şeker komasına girerek yaşamını yitirir.
Yüreklerindeki yakan kavuran fırtınaları bir
nebze olsun dindirebilmek için, yıllardır kapanıp ağlayabilecekleri isimsiz bir
mezar taşı arayan kayıp yakınları... Onların yılmak bilmeyen onurlu
mücadelesini, Didar ablanın dimdik duruşundan, ödün vermeyen kavgasından ayrı
düşünmek tarihimizin belleğini eksik okumak, yakın tarihimize eksik bakmaktır.
Birlikte yürürken tartışmanın, tartışırken yine birlikte yürümenin olmazsa
olmazlarından, kırmızı çizgilerinden biri de budur.
Sevgili Didar ablamız… Gittin gideli,
kurumsallaşmış faşizmin koşullara göre gizli ya da örtülü döngüsü içinde ne
sürekliliği, ne de üniformalı/ cübbeli diktatörlüklerinin böl ve yönet
taktikleri değişti. Hatta epeyce gelişti. Konunun kimi uzmanlarının akıl
tutulması olarak açıkladığı, ilginç ama ibretlik günlerde “Reis’imize hakaret”
ediliyor diye okurun, yazarın, aklı işleyenin paket edilip canına ot tıkandığı
zorbalıklar yaşanıyor.
Senin de canından çok sevdiğin bu ülkenin
İstanbul’unda, Adana’sında, Adıyaman’ında seçilmişlere ve sayıları milyonları
bulan iradelerine hakaret edilip kan kusturulurken, celladından “Barış ve
kardeşlik” beklemek gibi, nereye oturtacağımızı ve hangi temelde çözümlememiz
gerektiğini bilemediğimiz tutumlar olabiliyor.
Didar abla, cambaza bak oyununu ustalıkla
kullanan, ardında Pentagon gücü ile siyasal otoritenin, bir bölge insanına
barış çubuğu/zeytin dalı uzatıp kardeşlik sözü verirken bir bölge insanına
parmak sallayıp kızılcık sopasını reva
görmesi olup biteni özetlemiyor mu? Bırakın politika yapmayı, aklı işleyene, arif olana buz
dağının görünmeyen yüzünü göstermiyor mu?
Şaka gibi. İnsan kendisini ter içinde bırakan
bir karabasandan uyandırmak istercesine, “Didar abla, cellat ile barış
yapılabileceğine inanır mıydı?” diye sormadan edemiyor.
Silahların, palaskaların yakılması ile sonuçlanan böylesi yol kazaları olsa da, sınıf mücadelesinde içimizi açan gelişmeler de oluyor. Alın size, Kütahya’ da otuz yıl sonra gelen ilk grev… Her toplumsal olay gibi, kimilerine dert, kimilerine derstir. Duymayan kulağa küpe, anlayana onur nişanıdır. Grevin Didar ablayı yitirdiğimiz güne denk gelmesi de anlamlı. Yaşamını insan onurunun ayakta kalması için emeğin kurtuluşuna adamış Didar ablamızı bir selamlama, bir anma biçim de olabilir.
Şeker Fabrikası işçileri, Kiler/Torunların
kendilerine önerdiği %18’lik artırımı, “Başınıza çalın” diyerek üretimi
durdurdu. Fabrika Kiler/Torunlar’a satılıp özelleştirilmesinden bu yana, kulaklarımıza
gelen yüzümüzü güldüren ses grev davullarının sesidir. İşçinin grev çadırında
yaktığı ateşin, aslında şimdilerde karanlığında yürümek zorunda bırakıldığımız
tünelin sonundan gelen ışık olduğunu, ancak kendi sınıfının gücünden başka bir
güce bel bağlamayanlar, sınıf mücadelesine inananlar ve olaylara sınıfsal açıdan, sınıf/ emek
eksenli bakanlar görmektedir.
Cumartesi Anneleri’ nin, yakınlarının
akıbetini açığa çıkarma ve hesap sorma kavgasının bin altmış altıncı haftasında
Elmas Eren'lere, Anik Can'lara, Berfo Ana'lara, Didar Abla'ya ve daha dün
yitirdiğimiz Emine Ocak anamıza en sıcak devrimci selamlarımızla.
Açık Mektup Kolektifi, 31/08/2025, Ilıpınar-Bağarası.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder