17 Eylül 2020 Perşembe

PALYAÇO. SENİ ANMADIĞIM BİR GÜN YOK



SEVGİLİ PALYAÇO, SENİNLE OLMADIĞIM BİR GÜN BİLE YOK Kİ...

Sevgili Oğul, 

Bu seslenişimi biyoloji biliminin denklemlerini, bilip bilmediğim tüm literatürünü, anlayacağın biyolojik babalığı, 'kan bağını' -her ne demekse?- bir an için bir kenara koyarak yapıyorum.

Klasik, alışılagelmiş, klişe statüler, soy sop ilişkileri, bir an için burada bizimle birlikte olmasınlar. Hatta gönlüm ister ki, salt bu anmada değil yaşamımızın hiçbir alanında, hiçbir durağında ve hiçbir anında hiç olmasınlar.

Uzaklardan da olsa sarılıp sarmalandığınız, hakikatli sevgisini, sevecenliğini yüreğinizin kıvrımlarında duyumsadığınız insanın adını her ne sanla, her ne sıfatla anarlarsa ansınlar. Ya da, örneğin soyadı, kan grubu her ne olursa olsun;  kucaklaşmalarınızda, yarenliklerinizde belirleyici bir etken olabiliyor mu? Olmuyorsa, birlikte yürüdüğünüz yolda bir engel yok, yani hiç olmayacak, olamayacak demektir.

O insanı yüreğinizin mütevazı bir köşeciğine, benim diyenin bile ayırtına varamayacağı bir ayrıcalıklı yere koyabilmişseniz sorun yok. 

Ben oğul diye, beynime yüreğime kabul ettirdiğim esmer genç adamı gönlüme yerleştirmişim bir kez. Sizler, babalığı alınıp verilen alışılagelmiş kan gruplarından biri ile ilintili olduğunu düşünebilenler. Bir kez olsun ezberinizi bozun. Kendinizce haklı haksız tüm önyargılarınızdan bir an olsun sıyrılıp, fiziksel olarak olmasa da, aslında hep yanı başınızda, hatta hemen dibinizde olanın dizlerine sokulun bir kez. Hatta çekinmeyin; o dizlere başınızı koyun. İnanın, öyle pek zor bir şey değildir bu. Yapabildiğinizde, insan yakınlaşmasının, insanı duyumsamanızın yaşamınızın istediğiniz her anında, ha deyince bulamayacağınız bir ayrıcalık, bir farkındalık olduğunu göreceksiniz. Bir hissedebilseniz. 
 
Belediyede çalışırken şantiyede çok sevdiğim, sessiz, olur olmaz konuşmayan bir arkadaşım vardı. Bir gün, çay molasında, onu başını iki ellerinin arasına almış, belli ki içinden çıkılmaz derin düşüncelere dalmış durumda buldum. Ben o insanı, öyle bir başına tekinsiz uçurumların kenarında, öyle dipsiz kuyuların bir kuytuluğunda yalnız bırakıp, görmezden gelecek bir insan mıyım?  

Çöktüm hemen yanı başına, çay ocağına da, "bize iki demli çay" diye seslenmeyi de ihmal etmeden. Öyle dalmış ki, çay bardağını çocukça, abartılı bir biçimde karıştırmamdan çıkan sesle ancak kendine gelebildi:

-- Arkadaş, ne düşünürsün bu kadar?  Binin yarısı beş yüz. O da biz de yok.
-- Hiç soma be Oğuz abi, çok dertli, çok kederliyim. Çok. Çokk...
-- Hayrola ustam?  Karadeniz'de, okyanusta "ticari gemicik"lerin filan mı battı? 

Ben hala işi dalga dümene boğup bulanık kafasını, başının üzerinde dolanan, insana bir cahillik yaptırabilecek kara bulutları dağıtmaya çalışıyorum. "Gemicik" sözüyle de bilerek giriyorum. Daha dün öğle molasında, ilgili bakan beyfendinin biricik tosuncuğunun sahip olduğu ticari gemi filosu ile ilgili sohbetimin, çok ama pek çok hoşuna gittiğini bildiğimden... Bir taraftan da, derdine düştüğü içinden geçenleri, bana anlatabilsin diye kurcalıyorum. Ardından, şantiyede baktığımız köpek, MHP'li boyozcuya havlamasıyla dillere destan Tekila ile ilgili, yine şaka yollu şantiye dilince birkaç konu dokunduruyorum.

Sonunda başarıyorum da. Erimez görünen buzları eriyor. İç çeke çeke anlatıyor. Onun bu haline içim acıyor. Gönlümden, kirli, tozlu, o güzelim başını göğsüme bastırasım geliyor: 

-- Abi, kızım henüz ergen yaşta... (Duraksıyor, yutkunuyor)  Biz şimdi, paydostan sonra, evimize ulaşıp soyunup dökünüyoruz ya!?
-- Eee... Ne var bunda?
-- Benim o güzel bebeğim, banyoda bıraktığım iş elbiselerinin ter kokusundan nefret ettiğini söylemiş annesine. Babam, iş elbiselerini orada, ortalık yerde bırakmasın. Ne olur, ona söyleyiver demiş. Aynen böyle söylemiş; "Nefret" ediyormuş!..

Az önce yapamadığım gönlümden geçeni, bu kez yapıyorum. Yapmasam içime dert olur.  Bilirim.  İnsan ilişkilerinin olmazsa olmazlarındandır;  ille de gözlere bakmak, göz teması ve dokunma. Gözbebeklerinin rengini süzer gibi bakıp, şantiye yorgunu terli başını okşuyorum:

-- Sen böyle önemsiz ayrıntılara kafanı takma, benim güzel arkadaşım. O kız henüz bir ergen... Ergenlerin ana babaya karşı, yerli yersiz böyle istenmeyen çıkışları olur. Onların üstlerini başlarını, konuşmalarını beğenmezler. Yetinmeyip yüzlerine karşı da, pat diye söylerler. Sen, usta adamsın. Tecrübe sahibisin. Anlayışla karşıla. O kız, bir gün gelecek, o tahammül edemediği ter kokusunu, içine dert olan yürek yarasını iyileştirmek için ilaç diye, yana yıkıla arayacak. Hiç kuşkun olmasın dostum. Biricik kızına ve onun yüreğine güven yeter. Ama bunu, ona belli etmeyi de ihmal etme. Fazladan bir şey yapmana gerek yok. Göreceksin bak!

Birden yaşlı gözlerinin içi gülüyor. Kirli yüzünde beyaz güllerin tomurcukları beliriyor. Yüklü bulutlar dağılıyor belli.  Bu kez, bardağı o karıştırıyor çocukça. Yan gözle bana bakıp, muzipçe sırıtıyor. Sonra, çayından iştahla höpürtülü bir yudum alıyor. Hemen kendi sorusuna geçiyor:

-- Sen ki, demir atölyesine nice eğri demirler düzeltirsin. Doğrultamadığın dert var mıdır? Benim güzel ustam, şimdi söyle bana, sen hiç evinde böyle bir şey yaşadın mı?
-- Elbette yaşadım. Ergenler birbirlerine benzerler.
-- Hani öyle bir konuştun ki ?!  Peki, kızın yıllar sonra da olsa, bir zamanlar midesini bulandıran ter kokusunu ilaç niyetine arar olduğunu sana itiraf etti mi?

Doğrusu böyle bir soruyu beklemiyordum. Soru, şantiyede arif adam bilinen yılların ustasına çalışmadığı yerden gelmişti. Yine de kızıma olan derin, suskun ve ezik sevgimin sesini dinledim, içtenlikle yanıtladım. Verdiğim yanıt, yıllar var özlemini duyduğum, umarsız hastalar gibi yolunu gözlediğim yanıttı. Ona doyurucu geldi mi bilemiyorum ama, yanıtladım:

 -- Doğrusu, arayıp aramadığı pek bilemiyorum. Bir süredir, birbirimize öylesine uzak kaldık ki, bana sarılıp kokumun nasıl bir şey olduğunu duyumsama şansı, şu sıralar pek yok. Öyle işte  

*  *  *

Benimle aynı kan grubundan olmayan, kara yağız oğulcuğum. Tıpkı, o güzel babası gibi uykuya doyamayan oğul... Sabahın bir vakti, işine geç kalma telaşı içinde kapıya toslamışken, ayakkabısının içinde bulduğu paraya uykulu gözlerle bakan saf çocuk. Yeni yaşını kutlu olsun; doğum gününde mutlu ol. Sana gelecek kötülük bana gelsin. Ayağın taşa değmesin. 
Delikanlım. Asla benim için değil; bu gün kendin için, sevdiğin için bir şey yap. Git, en yakınındaki sevdiğin insana sarıl. Ama, öyle yalandan filan değil... Demem o ki, adamakıllı duyumsayarak. İçinde bahar dallarının yeşillenmesi, çiçeklenmesi gibi. Gaz lambasındaki alevin titremesi gibi içten. Aslında, farkında olmayarak yüreğine sarıldığın bedenin kendine özgü kokusunu içine çekerek. Aylarca görüşmemiş gibi, her karşılaştığımızda yaptığımız ve de orada bulunanları şaşırtan, hayrete düşüren uzun, sonu gelmeyecekmiş gibi görünen o uzayıp giden kucaklaşmalarımızı anımsa. O abartılı sarılmalarımız gibi yap. 

Sonra, o sarıldığın insanın sıcaklığı ile yüreğinin kuytuluklarının bir yerlerindeki, seni ondan soğutmaya çalışan buzu eritmeye çalış. Ve o, belki bir daha asla yaşama fırsatı bulamayacağın anın ateşini içinde alıkoy. Sen sen ol; ne o ateşin sönmesine, ne de yüreğinin soğumasına asla izin verme.

Hasan Oğuz Bilgen. 17/09/2020. Eşrefpaşa-Yapıcıoğlu


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder