21 Temmuz 2024 Pazar

SON MAYIS ŞAFAĞINDA ŞANTİYE ÇAYCISINI ANMAK.

 


SON MAYIS ŞAFAĞINDA. SİNAN, ALPASLAN ve KADİR.
ŞANTİYE EMEKTARINI ANMANIN YERİ ve ZAMANIDIR.
Kadim dostu demirci Arif usta, gecenin bir vakti usulca süzülürken hastane odasına, şantiye emeklisi çaycı Mehmet ve biricik eşi Cennet hanım derin ve bitimsiz uykulardadır. Aynı sessizlikle sokulur baş ucuna sınıf kardeşinin. Kaba ellerinin sıcak avuçlarını bırakır dostunun apak alnına... Sever okşar usul usul, belli etmeden uyandırmaktan korkup.
Ne var ki, açar hemen gözlerini Mehmet. Belli ki işkillenmiştir. Demirci ustasının gülen gözlerini görünce annacında, sarı beniz hasta yüzünde beyaz güller açar anında. Apansız uyanmıştır. Hastalığına yenilmiş de hazırlıksız yakalanmış gibi görünmekten korktuğundan ağız dolusu gülümser. Çocukluğundan bu yana oldu olası yılandan korkmamıştır, yenik, umarsız ve de zayıf sanılmaktan korktuğu kadar.
“Hani öyle bir eğreti ve diken üstü yatışın var ki.?” der usta, tıpkı tavşan uykusu. Bir kurtulsan şu serum hortumlarından, yekinip yine insanlara örgütlülüğün ve mücadele etmenin ne denli gerekli olduğunu anlatacak, kaç yobazı -senin deyişinle- kaş (taş kafalı’yı) ikna edecek ve yine ne yeni üyeler kazandıracaksın kim bilir sendikaya…”
Hiçbir şey demiyor. Diyemiyor. Belli ki konuşmaya gücü yok. Sadece o bildik mahcup gülümsemesiyle yanıt veriyor ustanın takılmasına.
* * *
Usta çömeliyor iyice baş ucuna. Gün ışıyor ağırdan Konya semalarında. Üniversite hastanesi şimdiden hareketli… Hastaları can, öğrencileri tez, vize derdinde. Hemşireler dolaşıyor, doktorların aralarında konuşmaları filan.
İlerleyen bir saatte yorgun, belirsiz bir parmak işareti ile “yaklaş” diyor, kulağına fısıltılı. Son gücünü anlatmak istediği konuya harcamak ister gibi konuşuyor:
“ Çocuktum; ortaokul bir ya da iki. Akşehir. Nasrettin Hoca gömütlüğü. Her cenazeden farklı bir hareketlilik, farklı ağlaşmalar filan olurdu. O günkü cenaze topluluğunda, o güne dek görmediğim, değişik ağır bir hava, bir suskunluk vardı. Saçlı sakallı, boylu poslu, parkalı ciddi ağabeyler. Koca yakalı, İspanyol paçalı ablalar… Dev-Genç’ lilermiş. Şairin “Akrep gibisin kardeşim” dediği ahalinin "anarşist" bilip sakındığı, '12 Mart 1971’ in yat borusu gazetelerinin “Şaki” ve de “Şehir eşkıyası” diye tanıttığı insanlar imiş oradakiler.
“ Kadir Manga adını benden önce duymuş, benden çok önce bilmişsindir. Çocuktum. Okul saatleri dışında, küçük testimle mezarlara su döker; bahşiş alırdım. O törende de aynı işe yeltendim. Ciddi ve sert abiler, ablalar salt başımı okşadılar. O kadar. Bu da bana yetmişti. Çocuktum, yine de anlayabiliyordum. Onca acılarına karşın, sevecen sıcak bakışları, insanın ruhuna ve gönlüne dokunuşları vardı. Ne var ki, o an orada içimin niye ısındığını, ışıdığını anlayamamıştım. Bir de. Mezarlıkta hiç polis, asker görmemiştim o güne dek. Orada çoktular, ağabeylerden ablalardan çok fazlaydılar. Şaşkınlığım, bakakalmışlığım biraz da bu yüzdendi.
“ Mahalleden bir ağabey vardı; boya badana işleri filan yapardı. O saatte, o da işten geliyormuş. (Hadi defol buradan, sana bir fenalık yaparlar, kaçırırlar filan…) diyerek, kulaklarımı çekti. Büktü de büktü, canımı yaktı. Ben eve koştum gittim. Sessiz kalabalık benden sonra dağılıp gitmiş.
“ Evde anama -boyacı abiyi şikayet etmeden- dedim ki: (Okulu bitireyim, artık okumayacağım. Ben boyacı olacağım, hem de iyi kalpli bir boyacı. İnsanların canını yakmayan... Gülen insanların içini ısıtmak, içini açmak için onlara hizmet edeceğim.) Şimdi düşünüyorum da... Kadın beni pek öyle ciddiye almadı; ne de olsa konuşan bir çocuktu. Hele hele köylük yerde, yani bizim oralarda ‘çocuk kısmının ne dediği pek ciddiye alınmazdı.
“ Yıllar sonra belleğimdeki o derin ve insanın yüreğine dokunan izin yaşamımı değiştireceğini ve dünya görüşümü belirleyeceğini nereden bilebilirdim?
" Biliyorsun işte sonrasını. İzmir. Tariş süreci, 1979'daki Tariş grevleri, Gültepe-Toros-Çiğli direnişleri, barikatları filan. 80 sonlarında Belediye şantiyesi, boya atölyesi. En güzeli de seninle tanışmamız.
“ İlerleyen yıllarda… Dervişin (Maslahatı alemin, dört şeye olmuş bina. Ben yiyeyim sen yeme, ben iyiyim sen fena.) deyişinin sırrına erdiğim yıllarda yani. Elbette, her fırsatta Kadir Manga’nın baş ucuna gitmiş, hiç tanımadığım o meçhul insanı ve de başımı okşayan ablalarımı anmışımdır."
Sonra dalar gider yattığı yerde. Belli ki yorgun düşmüştür.
* * *
Mehmet yatağında zorlukla doğruluyor. Demirci ustası sarılıyor sıcacık. Ayrılık vaktidir. Kucaklaşma zaman alıyor. Tıpkı o an ve o mezarlıktaki gibi derin bir suskunluk, bir ağırbaşlılık. Eşi onları izliyor. Kızı, Güldeniz her zaman olduğu gibi sıra dışılığı anlamaya, ayrıntılarını kaçırmamaya çalışıyor. Bir süre birbirlerinin sırtlarını avuç içleriyle patpatlıyorlar. Güldeniz, bu beden dilinin (Asla yalnız değilsin. Yılmak yok. Bu hastane koğuşu da, kavgamızın bir devamıdır) demek olduğunu anlamıyor. Merakla izliyor.
Demirci ustası, koğuş çıkışında adımlarını hızlandırırken, ilk kez ne onun gözlerinin içine ne de arkasına bakabiliyor.
* * *
İzmir Otogarına indiği sabahın bir kör vaktinde, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde, şantiye yorgunu bir umarsız hasta, kurulu vahşi sistemi protesto edercesine gözlerini bir daha açmamacasına yumar. Kahrolası yaşamın son saniyelerinde duyumsadığı, Arif Usta’nın elinin alnındaki sıcaklığı ve o mezarlıktaki atkuyruğu saçlı ablanın çocuk başını okşamasıdır.
* * *
Mehmet Yıldız, çaycı olmazdan önce, boya atölyesinin emekçisiydi. Uzun yıllar tabanca boya attı, onca kimyasalı soludu. Şimdilerde olduğu gibi, yine “İşçi sağlığı”nın değerinin bilinmediği, kuralının belletilmediği yıllardı. Tanısı çok geç konmuş kanser illeti nedeniyle gırtlağını deldirtip, ancak işaret parmağı ile basılınca faaliyete geçen bir konuşma cihazına bağımlı kalınca çay ocağına alınmıştı.
* * *
İlerleyen günlerde, şantiyede bir sıcak çay molası... Hanidir bir eşref saatini kollamışım... Kaçırır mıyım? Yazımızın bam teli olacak sorusunu soruyorum:
“Ustam cenazesine yetişemedik, toprağını öpemedik, helalleşemedik. Helal hoş olsun da... Okul yüzü görmemiş ve bir başına Ilgın’dan İzmir’e çıkıp gelmiş bir bozkır çocuğunun bizim onca kitap okuyarak öğrendiklerimizi biliyor olması, sözümüzü/ derdimizi canı gönülden, doğaçlama dillendirmesi, kaç insana nasip olmuş, kaç insan için ömür boyu övüneceği bir ödül olmuştur? ”
Arif Usta gayrı fazla uzatmadan sözü, kısa ve öz :
“Mehmet karındaşım, yaşamdan öğrendiğini yaşamda sınamış, okulsuz kitapsız bilmiştir. Bakmakla kalmaz görür, kavrar, sorar, inceler. Gönlü zengin, aklı işleyen arif bir insandır. (Tezgahlarda eğilirim, başka hiçbir yerde, hiçbir zaman eğilmem) sözünü her fırsatta yineledi durdu. İşbu kelamı yaşamının değişmez değeri ve de dünya görüşünün kuralı bildi. Öyle yaşadı, öyle de gitti. Gidenlere selam, dostlara ders, düşmana dert olsun.”
* * *
Açık Mektup Yazı Kurulu’ndan. 31.05.2024. Ilgın-KONYA

20 Temmuz 2024 Cumartesi

TEMMUZ SICAĞININ BİLE YOK EDEMEDİĞİ KUTUP YILDIZIMIZDI. (2)

 


TEMMUZ SICAĞININ BİLE YOK EDEMEDİĞİ KUTUP YILDIZIMIZDI. (2)

İnsanların yakıldığı, yaşamın hemen her alanın da yangınların bacaları sardığı bu sancılı topraklarda,  bu temmuzda da yine Nurettin Hoca’yı anıyoruz.

Duyarlıyız ve son derece özenliyiz; içini boşaltıp bir güzellemenin parlak dizelerine ya da alışılmış/ sıradan bir kasaba destanına sıkıştırmadan, sınıfsal duruşuna vurgu yaparak politikleşmiş savaş tercihini ve bu yöneliminde belirleyici olan görüşlerini, yorumlarını anımsatıyoruz. Kendi siyasal hareketi içinde kilometre taşı ve kutup yıldızı olmuş her devrimci için böyle yapılmalı zaten. Yoksa anmaları rutin bir mezarlık ziyaretinde, mermer taşın başında yinelenen klişe sözlerle daralttığımızda, o gün orada olup biten toplu bir buluşmadan, ayaküzeri yapılmış bir görüşmeden öte bir anlam taşımıyor.

Yılda bir güne sığdırılan o birkaç saatte bile, “Katledilen bir devrimcinin toprağa verildiği gün, yüzleri belki de binleri bulan heyecanlı, bir o kadar da öfkeli insanlar nasıl oluyor da 2024 yılının temmuzunda parmakla sayılır olur?” sorusu bir türlü sorulmuyor. Geriye sadece, çuvaldızın zayıf bölgeden uzak tutulması ve devrimci önderin “Kitlelerle oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur” çözümlemesinin, mevcut durum açıklamasına bir neden, bir dayanak, bazı özel durumlarda da “bahane” olması kalıyor.  

*  *  *

Nurettin, 2024 temmuzunda yaşıyor olsaydı;  geçenlerde Washington’da yapılan Nato’nun 75. zirvesinde nasıl kara bulutların kümelendiğini ve sonuç bildirgesinden yükselen savaş naralarını, bizlerden önce görür ve duyardı. Yaptığı yorumlarla dikkatimizi emperyalizmin yeni yüzüne, ancak hiç değişmeyen işgalci/ barbar karakterine çeker, gelişen yeni ilişki ve çelişkilerin küreselliğine yoğunlaşmamızı isterdi.

Nurettin gözü, Gürateş sözüyle, -tabi ki, doğada/ toplumda değişmeyen tek şey değişimin kendisidir- ilkesi ışığında, son durum açıklaması şöyle olurdu:

“ 75. yılındaki, emperyalist savaş örgütü Nato’nun sonuç bildirgesinde, bir arada kardeşçe, barış ve güven içinde yaşamanın, yaşayabilmenin ilk harfleri bile geçmiyor. Tersine saldırgan, çok açık söylemlerle tehditlerini giderek arttıran kışkırtıcı bir dil var. Ne yok?!  Yapan eden belli, suç mahalli capcanlı gözler önünde durup dururken, İsrail’in Gazze’deki soykırımına bir tepki, on yıllardır Filistin halkının üzerine bir kabus gibi çökmüş Siyonizm belasına bir -dur- deme yok.”

D.E.E Türkçe bölümde okuyan Nurettin, yanan Simurg’un küllerinden doğan Zümrüdü Anka kuşunun çok yaşlı olduğunu, bu yüzden Acem efsanesine göre ‘yerkürenin tam üç kez alt üst oluşuna tanık olduğunu’  bildiğinden konuşmasını muhtemelen şöyle sürdürecekti:

“ On yıllarca Filistin insanına yaşatılan sistematik zulme bakılacak olursa, ‘Hakba’ sözcüğünü (büyük felaket) olarak çevirmenin, bu günkü yaşananları açıklamada ne denli eksik ve yetersiz olduğu anlaşılacaktır. Hal böyle olunca, Filistinli için yıllardır kullandığımız -küllerinden doğma- benzetmesi artık yeterli gelmiyor. Gelinen toplu kıyım günlerinde, molozlarından her günün sabahında daha fazla bir savaşma arzusu ile doğan, bu güne dek kırk bin şehit vermiş, elleri öpülesi bir kadim halktan söz etmek gerekiyor.”

Ve eğitim enstitüsü boykotlarında, öğrenci forumlarında ajite eden o tok sesiyle devam edecekti:

“ ABD haydutluğunun savaşçı gücü Nato, Rusya’ya yakın durmaktan çekinmeyen Çin’e, İran’a ve de Kuzey Kore’ye bırakın aba altından sopa göstermeyi, dünya kamuoyunun gözü önünde açıkça parmak sallamakta bir sakınca görmüyor. Mahalle maçındaki geçimsiz ve şımarık çocuk gibi bunu niye yapıyor? 

Birincisi.  An itibari ile, dünya konjonktüründe Çin, uluslararası iktisat ve siyaset bilimcilerinin de onay verdiği içerikte, olası birincil ekonomik güçtür. Tehditkar, dahası tehlikeli savaş politikalarının ekonomik politik temelinde, Çin ile kıyaslandığında zayıflayan prestijini, savaş endüstrisi, günbegün artan askeri yatırımları ile güçlendirmek istiyor.

İkincisi. Çin’in yeryüzü ölçeğinde gözle görülür biçimde artan ekonomik teknolojik ve siyasal üstünlüğünü kırmak. Uzatmadan, kısaca olup biten bundan ibarettir.” 

“ Kuvvetli olasılıkla Pentagon’da tüm ayrıntıları ile çizilen, -olası- yeni savaş stratejileri gereği, askeri çatışma ve işgal harcamaları arttırılıyor. Sıcak Ukrayna cephesine, binlerce dünya yoksulunu açlıktan kurtaracak 40 milyar dolar gibi devasa bir ödeneğin ayrılması, büzüktaşı Almanya’ya Tomahawk ve SM-6 uzun menzilli füzelerin konuşlandırılması tasarımı bunun en açık kanıtı. Birazcık kurcalandığında rahatlıkla görülebileceği gibi, ateş topu Nato aparatını fütursuzca kullanan emperyalist haydut ABD’nin gözü, Ukrayna üzerinden Rusya’nın uzak iç bölgelerinde, yetmedi Kazakistan coğrafyasında...”

“ Emperyalizm sınır tanımıyor. Uzun vadeli sinsi hedefi, üstünlüğünü ve gücünü arttıran Çin’in kuşatılması, sıkıştırılması... Bu hırsla da, kendisini Hint-Pasifik bölgesinin tek aktörü olarak göstermeye çalışıyor. Bu üst akılca psikolojik analizleri yapılarak planlanmış yeni bir soğuk savaş... Tüm bu jeo-politik gerçeklik bize, jandarması ABD, vurucu gücü Nato olan uluslararası tekelci kapitalizmin, potansiyel bir tehlike olarak geldiği en son aşamayı gösteriyor.”

*  *  *

Gelinen ölümcül noktada, (Emperyalizmin II. Paylaşım Savaşı’ndan, 945’lerden sonra, III. bir paylaşım savaşı olasılığının kalmadığını, bunu da değişen ilişki ve çelişkilere dayandıran) Mahir’in tezi nereye konur?

Nurettin Gürateş bu gün yaşasaydı, şimdilerin torun sevmenin ve hobi bahçesinde soğan çapalama oyalanmasının ötesinde kafayı buna takardı.

*  *  * 

“ Nato zirvesinin bir de Türkiye perdesi var ki, hiç de şaşırtıcı değil... Her fırsatta, her meslekten insanına çemkirip kapıyı gösteren kibir budalası adam, -çakı gibi- hazır ol duruşu ile zirvede yerini aldı. Kısa künye yaptı, tekmilini verdi. Hiçbir zaman Nato’nun kayığından inmeyeceklerini, ABD dolmuşunun ön koltuğunu asla bırakmayacaklarını ilan ederek, geleneksel sadakat yeminlerinden birini daha etti. Bir alkıştır koptu. Ülkedeki şirinler pek keyiflendi, hatta koltukları bile kabardı.”

*  *  * 

Kore savaşından bu güne, sarsılmaz kutsal bağlılık!.. Çevirisi bizden olsun:

·        Uluslararası tekelci haydutlara bağlı kalmak.

·        Yurdumuzun yeraltında ve yerüstünde ne varsa ne çıkıyorsa, ekilen biçilen, yetişen üretilen ne varsa “gavur”dan dilenmek.

·        Tarımsal ve endüstriyel girdilerin her daim tavan yapması. Bu nedenle üreticinin, tarımsal çalışma ve hayvancılık yapabilme olanağının neredeyse kalmayışı.

·        Üretmek için yırtınanın işçinin/ köylünün, emeklinin, dar gelirlinin gırtlağına daha bir çökülmesi.

  *   *  *  

Nurettin hoca, yazı dilinde olsun konuşma dilinde olsun, önemli ve ciddi bir konuyu bitirirken, son sözcüğün altını kurşun kalemle mutlaka çizer ya da kendisine özgü vurgusu ile hecelerdi. 

Nurettin Gürateş son konuşmasında ve son yazdığı metinde yaptığı gibi, ellerimizi bıraktığı o temmuz sıcağında da, son vurgusunu gözlerimizin içine bakarak, ancak gözleriyle yapabilmişti. Hiç birimizi ayırmadan... Tek tek.  Her birimize.  O, en son bakışı, altını kurşun kalemiyle kalınca çizdiği en son vurgusuydu.

Açık Mektup Kolektifi. 26 Temmuz 1978. Adana-Kuruköprü.


TEMMUZ GÜNEŞİNİN DE KAPATAMADIĞI KUTUP YILDIZIMIZDI. (1)


 TEMMUZ GÜNEŞİNİN DE KAPATAMADIĞI KUTUP YILDIZIMIZDI. (1)

“ Önümüz cıvıl cıvıl bir temmuz. Her şeye karşın, hala düşünebilen ve unutmayanlarımız için zor bir ay. Piyasacı, kuralsız neo-liboş yönetimin ekonomideki -Mehmet Şimşek- uygulamalarının etkisi ile daha da zor geçecek, mutfakta, sokakta ve alanlarda daha ateşli yaşanacak gibi“ demiştik ya.  

*  *  *

Yakın geçmişimizde de zor ve sıcaktı temmuz ayı. Yaşattıkça belleğimizi besleyen anılarımızı, yine bizleri her yıl dönümünde, her fotoğraf karesi üzerinden uyaracaklar. Tabi ki, uykularımızda da pek rahat ve huzurlu olamayacağız. Takvimler yine (26-27 Temmuz) yazacak. Biz bunu,  kapanmayan yaralarımızdan biri olarak okuyacağız. Ve bu yara bundan böyle de, bizleri güçten düşürmeyen, tersine günbegün güçlendiren gizli kanamasını sürdürecek. O, bizi yaşarken de bırakmamıştı... Bu sıcak tatlı yara ile birlikte, onu hiç unutmaksızın yine yaşamımızı sürdüreceğiz.

O halde, yeni bir 26-27 Temmuz’la güç bulmayı ve yazı dili ile de olsa sesli düşünmeyi ve de sıkılmayanlarımızla paylaşmayı sürdürelim.

 *  *  *

Çok gerilerde, 1970’in sonlarında kalmış bir temmuz ayı... 26 Temmuz. Adana’da yakıcı sıcak, Çukurova’lı yazarın “sarı sıcak” dediği cinsten. 

Nurettin hoca, adaşı Nurettin Karabaş gibi rakı şarap bilmezdi. Kitabın kurduydu. Tek kusuru, kül tablasında unuttuğu sigaranın düşüp öğrenci evinin eski kiliminde yeni bir göz açmasıydı.

Bir Ege ilçesinin “Göçmen Mahalle”sinden çıkıp, Diyarbakır’a uzanan bir tarihsel sürecin yol haritasını çizmek, bir devrimci çıkışın, silkinişin, örgütlenişin kilometre taşı olmak, sıradan bir devrimcinin altından kalkabileceği sorumluluklar değildir. O, bilgiyle, Marksist literatürle eylemin diyalektiğini çözmüş, bunu uygulamış;  yetmemiş bu realiteyi her arkadaşına usanmadan anlatmış muhteşem bir örnek durumdur. Bu örneğin detayında da “Sadece boş zamanını değil, tüm yaşamını devrime verebilmenin” açıklaması gizlidir. 

Nurettin hoca, hiç birimizin başında ilgilenmediği Gine Bissau’yu, Latin diyarını, Rusya’yı merak eder, Amilcar Cabral’ı, Jose Marti’yi ve Lenin’i okur öğrenir. Bize de gösterir, bıkıp usanmaksızın sesli okur, öğretmeye çabalar. Potemkin Zırhlısı’nı anlatmaya doyamaz. Adı unutulan bir Köy Enstitülü öğretmenin öğrencisi olduğundan olsa gerek, iyi bir okuyucu, yılmaz bir araştırmacıdır. Bu yüzden onun entelektüel damarı Turgutlu Lisesi yıllarından gelir. Sonuç ise; Diyarbakır Eğitim Enstitüsü yıllarında iflah olmaz bir Sinematek bağımlılığıdır. 

Bir akşamüzeri Amed’in Bağlar semtimdeki öğrenci evinde, uzanıp serilmiş okul yorgunu arkadaşlarına, forumlarda kitleyi ajite eden, o bildik vurgulu ses tonu ile seslenir: “Davranın tembel tenekeler. Sinematek’te Potemkin Zırhlısı var, biletler komün parasından. Hep birlikte gidiyoruz.”  

Karşı çıkmak ne mümkün!  Gösterimin olduğu yer Dağkapı Semti’ndeki, ayaklarınızın altında gıcırdayan rabıta döşemesi ve arkaya devrildi devrilecek ağaç koltukları ile tarihi Dilan Sineması’dır. 

*  *  *

Gürateş, lisede başarılı derslerinin yanı sıra yetenekli bir voleybolcudur. Takımında pasör, sıkı bir düz pasçıdır. Tanığı ve takım arkadaşı Japon Mehmet hayattadır. İşin kötü yanı da vardır, sayılık güzel paslar atar da; ani hareket yoktur, koşamaz. Doğuştan, ayaklarının altında ortopedik bir kalıcı rahatsızlık vardır. Hani, delikanlıların askerlikten yırtmalarına “tıbbi gerekçe” olduğunda sevindikleri durum. 

*  *  *

Tek sözcükle bilgi kaynağımızdı; kitap uzmanı idi. Yeni yayınlardan ilk onun haberi olurdu. O zamanlar teorisyen sözcüğü, olur olmaz her yerde herkes için kullanılmazdı. Abartı değildir; o bizim teorisyenimiz. Strateji uzmanımız, kutup yıldızımızdı. 

*  *  *

Marti’nin “Şimdi akkor zamanıdır, yakında yalnız ışık görülecektir.” sözüne bayılır. 

An gelir; asfaltı eriten Adana sıcağı “akkor zamanı” gibidir. Soluksuz ve yüzükoyun yattığı yerde, kendisini derdest edip polise teslim etmek için üzerine gelen muhafazkar çarşı esnafına, yine de sevgi dolu, bağışlayıcı bakışlarındaki ışık, “o ışık” tır.     

O ışık, tutucu esnafın hoyrat nidaları ve polis sirenlerinin arasında sönüp kaydı gitti. Geride kalan yaşayan belleklerde, Nurettin’in asfalt yolda soluk soluğa “Haydi önünüze bakın. İşinize devam edin. Oyalanmayın.”  bakışı kaldı. 

Bilinç bilgiyle kazanılmış, yaşamın kendisi ile sınanmış bir uyanıklılık durumuysa, bizim ideolojik inatçılığımız ve siyasal ödünsüzlüğümüz de, devrimci geleneğimizi korumamızdan, devrimci değerlerimizi yaşatmamızdan başka bir şey değildir. 

Bizim, şaka yollu da olsa "hala elli yıl öncesinde yaşadığımızı" söyleyen mahallenin ağır abisi! Sen elli yıl önce, Töb-Der' de gösterdiğin kararlılığı ve uzlaşmazlığı, yaşadığın ve yaşattığın ruhu unuttuğunda, sende, mutfağındaki tuz ruhundan başka hangi ruh kalır?

Açık Mektup Kolektifi. 26 Temmuz 1978. Adana-Kuruköprü.


14 Temmuz 2024 Pazar

YOLDAŞLIK, BİR GÜZELLEMEDEN İBARET DEĞİLDİR

 


YOLDAŞLIK, BİR GÜZELLEMEDEN İBARET DEĞİLDİR !

ASLOLAN; DOKUNULAN, DUYUMSANAN VE DAHİ GÖZLE GÖRÜLEN ELLE TUTULAN GERÇEK YAŞAMDA PAYLAŞMAK VE DAYANIŞMAKTIR...
* * *
Simavna Kadısıoğlu Bedrettin yoldaşı Börklüce Mustafa, nam-ı diğer Dede Sultan viranhanesinin dehlizlerinde bulunmuş el yazması bir evrağın, ne var ki kandil ışığında okunabilen, belli ki nasihat olsun deyi yazılmış kelamı çarpıcıdır:
"Çalış ki, mevcut hasat kafi değildir. Cenge dur! Her daim kavgalı ol mevcut nizamla. Hak ettiğin, layık olduğun mekan o mekan değildir. Sarıl amele sınıfından azap ortağına. Sarıl ezeli açlığın çilekeşine. Unutma! O başı açık ve dahi baldırı çıplaklar ki, hudutsuz ve zümresiz bir dünyayı kurup ebedi tokluğu fethedecek olanlardır.
Yol kardeşliği, göğe ummana edilmiş, nafile ve dahi boş bir lakırtı değildir. Sen ki, her daim peşisıra, omuz başında olmalısın aklın, ilmin. Yolda belde, karda darda ve istikbalde ulaşacağın yıldızlarda...
Ne ki, aynı karından çıkmak marifet değildir.
Sarıl ki, gül yüzlü, gül nefesli münevver dostuna. Yoldaşlıksa, salt bir güzellemeden ibaret değildir."
* * *
Dede Sultan nam-ı diğer Börklüce Mustafa yekindi samandan tıkılmış kıtık döşeğinde, nice zamandır bilinmez gözünde uyku kalbinde huzur yoktu. Horozlar ötmezden, tan yeri ağarmazdan kızıla çalmazdan önce, iç sesi öldür Allah susmaz oldu:
“ Her günüm anbean, gün doğumu gün batımı gecem oldu. Her saat her an karabasan uykularımda, hudutsuz ve sömürüsüz, ezenin ezilenin olmadığı bir yerküre ile, Nurettin’imi, Bedrettin’imi görür ve hakikate daha bir yaklaşır oldum.
“ Son günlerde bir hakikat eri olmaklığım vardır; bir derviş misali bir lokma bir hırka… Gel gör ki, bilgisizin yetkili bilgilinin yetkisiz, haydutun katilin gezer, aklı işleyenin ilim/ eşitlik diyenin derdest edildiği bu tiranlık, bu adaletsiz günlerde, bir tüy kadar hafif, bir serçe kadar beklentisiz oldum.
“ Ol halimle dervişlik makamına erişebilirsem, ne mutlu bencileyin... Simavna kadısı oğlu şeyh Bedrettin tekkesine ya da köle Spartaküs’ün sınıfsız ve adil Güneş Devlet’ine varıp, yüzüm sürüp bereketli baldan tatlı topraklarına, helallik almak isteriz.
“ İşte geldik gidiyoruz derken, bu dünyadan başka da bir maksudum kalmamıştır. O kutlu ana dek, kendi yaramı sarıp kendim gideyim. Kendi çölümde kendim gezip kendim ağlayayım.
" Ve ol kutlu andan önce, bir hususi mülkiyet mal melal istemez, bize seni gerek seni. Bir seda, bir nida ver, bir ara bir sual et ki, mor dağlarımda sümbüllerim, derlenmemiş bahçelerimde kızıl güllerim açsın. Varıp bir izbe kuytulukta, helal hoş olsun; kuşça canımı koyuverip azat edeyim.
* * *
Simavna Kadısıoğlu Bedrettin yoldaşı Börklüce Mustafa, nam-ı diğer Dede Sultan viranhanesinin dehlizlerinde bulunmuş, ancak bir kandil ışığında okunabilen el yazmasının, belli ki bir nasihat, kitabi bir bellek olsun deyi yazılmış kelamı, an itibari ile Açık Mektup arşivine zimmet edilmiştir.
Açık Mektup Kolektifi. 12,07,2024. Rumeli-Serez Çarşısı.

8 Temmuz 2024 Pazartesi

EYLEMCİ


" Başı dik, gövde gergin bir yay gibi. Adeta atılan her slogana eşlik edercesine yürürdü. Korkuyu yenmiş! İnsan dostlarına yol arkadaşlığı yapıyor. Onlarca kez, İstiklal Caddesini dolduran kalabalığın içinden alkışlandığına tanık oldum! " (Orhan Aydın)
* * *
Doğayı rant kapısı, hastayı/ öğrenciyi müşteri, kadını mal, emekliyi/ emekçiyi yolunacak kaz belleyen taş kafa; onu, elbette görüldüğü yerde uyutulması gereken köpek olarak görecek, “it” bilecekti.
Kafa ile birlikte yürek de taş kesilmiş olunca, SBF’ li ağabeyin deyişi ile, o kemik tasın içinden “tek akım” geçmesi çok doğal oluyor. Bu iflah olmaz sürgit “tek akım”, kimi zaman sahibine geri dönülmesi olanaksız, ölümcül yanlışlar yaptırır. Bu gerçeklik, biyolojik olduğu kadar da toplumsaldır. Bırakın sınıf mücadelelerinin tarihini, dolu dolu koskoca bir süreci, salt Battal Gazi destanı ve Kara Murat cengaverliği olarak yutturmaya çalışan resmi tarih bile yazar. Yazmak, itiraf etmek zorunda kalır.
Marie Antoinette’nin ünlü sözü, tam olarak dilimize yerleştiği biçimde söylenmemiş ve “Qu’ils mangent de la Brioche” yani “Bırakınız brioche yesinler” anlamında edilmiş olsa da, egemen gücün halka bakışını -ya da küstahlığını diyelim- değiştirmiyor. İnsanlığın tarihi boyunca halkına zulmetmişlerin sonu, taş yürekli tiranlar ve tüm saray/ şatafat bağımlıları için ibretliktir aslında. Ayırdına varılmıyor, kafalara dank etmiyor; en azından şimdilik.
Baltanın nasıl da taşa vurulduğunu -koşulları oluştuğunda- göreceğimiz, bizdeki, doktorlar için edilen “giderlerse gitsinler” sözünde olduğu gibi. Konuyla ilintili bir başka ayrıntıdır ve de çok çarpıcıdır:
Egemen gücün kurulu düzeninde bilgilinin yetkisiz, bilgisizin yetkili olmasının sonucu, ağaçlara sarılarak insanı/ börtü böceği sahiplenenler ‘bölücü’ ve ne acıdır ki, nasıl oluyorsa ‘casusluktan ağırlaştırılmış müebbetlik.’
* * *
O güzel başının içinde taşıdığı beynin düşünme yeteneği olmasa da, dört ayaklı bedenindeki o sımsıcak, insan dostu yüreği yeter de artar. Bu eşsiz yüreğinden olacak, yeşili seven, yaşamı emeği savunan vicdanlı insanları asla yalnız bırakmadı. Onların doğaya ve topluma ilişkin savunduğu ne varsa hepsini sahiplenircesine, “bedeli her ne olursa olsun” dercesine onlarla birlikte yürümeyi, paylaşmayı, dayanışmayı yeğledi.
İstiklal Caddesi’nden Taksim’e, Dolmabahçe’ye, eşit ve özgür bir gelecek için kararlı adımlarla yürüyenler son sözlerini söyleyip dağılana dek, dost benimsediği o insanları terk etmedi. Ta ki, cop ve biber gazı ile tanışıp hükümran barbarlığını, diğer yol arkadaşları, yoldaşları gibi bedeninde, gözlerinde ve ciğerlerinde duyumsayıncaya dek.
Açık Mektup Kolektifi, 07.07.2024, Ulamış-Ekoköy.