6 Kasım 2025 Perşembe

AÇIK MEKTUP ARŞİVİ’ NDEN GİDEN ARKADAŞLARIMIZIN ANISINA ( 2 )

 


“NE GEÇMİŞ TÜKENDİ NE YARINLAR.”

GECİKMİŞ BİR HIDIR DURMAZ, GERÇEK BİR “PARTİZAN” ANIMSAMASI.

*  *  *

“Politika Kolektifi” son yazılarında, -şimdilerde- sahne hareketleri otel sakinlerini coşturmaya çalışan ve alacağı paranın derdindeki bir animatörle tıpatıp benzeşen, pelüş kafalı bir yaşlının akıl hocalığını yaptığı küresel zorbalık sisteminin son ilişki ve çelişkilerini yorumladı.

Bir başka deyişle, ülkemizin emperyalizmin lokal ve küresel krizleri koşullarında, yine pentagon güdümlü bir dış dinamikle dönüştürülmeye çalışılmasından ve hatta dönüştürülmesinden ne anladığını ve neyi anlamamız gerektiğini anlattı. Hakkını vermek gerekir ki, 'Politika Kolektifi’ nin yorumları, sol/ sosyalist dostlarımızın var olan küresel sistemin kendi çukurunda debelenmesi konusundaki polemiklerinin çok ama çok ötesinde, görüş ufkumuzu açması, eleştiri ve tartışma kültürümüzü geliştirmesi, zenginleştirmesi noktasında verdiği katkı önemli ve değerlidir. Ne var ki, Lenin’i salt okumakla kalmayıp, onu anlayanlar/ yorumlayanlar açısından Amerika’nın yeniden keşfi de değildi. Nasıl mı?  Tam da şöyle:

Çakmak çakmak şavkıyan bir çift göz, bir yerlerden bizlerin ne yapıp ettiğini süzüp izlerken, hakkını vermesek/ yazmasak hiç olmaz demiştik ya bir kez, bir yazımızda… Bundan kırk beş yıl önce, abartısız günde üç posta sıkboğaz edilen, sıkışık tutukevi koğuşunda yapılan emperyalizm yorumlarının lafızları zamanın derinliklerinden gelir gibi. Tartışmaların can alıcı yerlerinde, kısa ve öz sözleriyle araya giren bir dost. Kaypakkaya izcisi ve öğrencisi bir ‘Partizan’ olmakla gururlanan Hıdır Durmaz.

*  *  *

Günde en az üç kez sıkboğaz, üç posta paspas olunan koğuş kuytuluklardan gelen Hıdır Durmaz” lı dişe dokunur sohbetlerin ağız dolusu tartışmalarından başlıklar :

·       Emperyalist işgale karşı durup özgürlüğünü, onca yoksulluğuna, yokluğuna ve dahi yorgunluğuna karşın kazanmış onurlu bir halktır Anadolu halkı.

·       O tarihte kendisi gibi genç Sovyetlerle, yurtseverlik temelinde yakın ve içten ilişkiler kurulmuştur.

·       1923”de padişahlığa/ hilafete karşı kurulan Türkiye Cumhuriyeti, salt savaş alanlarında değil, onca toyluğuna karşın diplomaside de yumruğunu masaya vurabilmiştir.

·       Ne ki, ilerleyen yıllarda “Marshall Yardımı”, “Truman Doktrini” ve “İkili Antlaşmalar” ile kapıdan kovulan emperyalizmin bacadan girip memleketin ümüğüne çökmesi, Kore’de binlerce Anadolu yoksul evladının canı pahasına NATO savaş örgütüne sokulması engellenememiştir.

·       5 Mart 1959 tarihli utanç verici antlaşma, ABD’ye “gerekli gördüğü” durumda müdahale (işgal olarak da okuyabilirsiniz) hakkını verir.

·       1945 ve sonrasında, ülkenin ABD’nin ileri karakolu, Mahir Çayan’ın deyişiyle emperyalizmin arka bahçesi bir yeni sömürge olmamızla birlikte, Özel Harp Dairesi, MHP ve Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin kurulması.  

·       1970 sonrası dağlara taşlara yazılan “Umudumuz Karaoğlan” sloganları ile, sevgili halkımızın beyninde ve vicdanında yaratılan sahte umut yanılsaması… Özel Harp Dairesi’nin masraflarının örtülü ödenekten karşılanmasının bizzat Karaoğlan’ın onayı ile kabulü.

·       Elbette öncesinde 6-7 eylül… Doğal sonuç, Ecevit’in bu söz konusu onayı sonrası, ardı sıra gelen 1 Mayıs 1977, Maraş ve Çorum katliamları. Ve elbette sonrası. Emperyalist katil Paul B.Henze’nin böbürlenerek, “Our boys did it” (Bizim çocuklar başardı…) muştusu ile ilan ettiği 12 Eylül Cuntası.

*  *  *

Bizim kırk beş yıl önce başardığımızı, Politika Kolektifi’nin bu gün yaptığını, an itibari ile bu gün bizler de yapabilirdik. Nurettin Gürateş siyasal birikim ve olgunluk anlamında büyük kayıptı, ama son değildi. Nurettin hocayı izleyen, ülkemize özgü değerli görüşlerini önemseyen, aklı işleyen eli kalem tutan, konuşma dilini yazı diline dökebilecek arkadaşlarımız vardı.

*  *  *

Mekan dar zaman boldu. ‘Kapitalizmin Üst Aşaması’ ile ilgili tartışmalar günler sürer. Konu tükenmez; anamalcı sistemin işleyişine geri dönülür. Sermayenin yoğunlaşmasına, tekelde toplanmasına, sonuçta krizine, köyden kente göçe, tarımın endüstrileşmesine, hatta ülkeden beyin göçüne, yaşlısından doğacak bebeğin borç yükünün, yani yoksulluğun artacağına…

2025 yılının Türkiyesi’ndeki araştırma verileri, istatistik rakamları, yaşananlar, haber bültenlerinin değişmeyen ana başlıkları ortada. İşte, yaşanan 2025 günlerinde Hıdır Durmaz anmasının bir başka yazılış nedeni.  

Sır değil, yazmasak olmaz. Kıvılcımlı dostları ile yarenliği görülmeye değerdi. İşte bu arkadaşların,

“Haydi açıkla bakalım Hıdır kardeş!  Köylü ekmeyi biçmeyi bırakır, köyden kopar, endüstriyel tarım tekelleri üreticinin de, tüketicinin de gırtlağına çökerse, sizin (temel güç köylü) (kırlardan kente) teorileriniz ne olacak?” takılmalarına pabuç bırakmaz. Hıdır bu;  eğlenceli vakit geçirmek için domuzluğuna konuşulduğunun ayırtındadır.

“Bak doktorcum” der, uzun boylu şakacı ağır abiye. “Sen dert etme, devrimciler bir çaresine bakar. Yeni çelişkiler yeni yöntemlerle, beklenen gelişmeler başka bakışlarla çözülür.”

Hıdır kapitalizmi anlamış, dönen çarkı çözmüştür. Öyle, konulara ‘gez-göz-arpacık’ yaptığı, iddia edildiği gibi dünyaya ve olaylara ‘namlunun ucundan’ filan baktığı yoktur. Bu gözler, onun nasıl bir ‘kapital kurdu’ olduğunun canlı tanığıdır.

Koğuşta ya da bahçede yapılan toplu voltalarda, onun ‘İlerici Genç’ lere “Bekleme yapmayın arkadaşlar!  İlerleyin, ilerlemeye devam edin.” biçimindeki takılmalarına tek bir gün kırılan, gerilen, gönül koyan olmamıştır. Tam tersine, her daim neşe kaynağı olmuş, en ciddi kırılma anlarında hoşgörüsü ile ortamı yumuşatmıştır.

Bizler en güzel, en içten, en sıcak kucaklaşmalarımızı karavana kuyruğunda, bahçede en kızgın ‘minyatür kale’ maçlarında ve maltada yediğimiz toplu dayaklarda yaptık. Şimdilerde, talihsizce yaşadığımız küskün- suskun-uzak ve soğuk günlerde, yaşayan ya da yaşamayan arkadaşlarımızın nasıl da gül koktuğunu, daraldığımız anlarda gül yanaklarından öptüğümüzde duyumsadık.

Koğuş arkadaşları Hıdır’a, keyifte ve hüzünde, hemen her fırsatta “18 Mayıs’ı” ve de “İbrahim’ e Ağıt” ı söylettiler. İyi de yaptılar. Bu gelenek, ağız dolusu gülünen koğuş eğlencelerimizin olmazsa olmazlarındandı.     

*  *  *

1983’ün yılbaşı akşamıdır.

Dışarda karınca kararınca, bütçeler yettiğince karınlar doyurulmuş, mutlu mesut rakı balık pozisyonlarına çoktan geçilmiş. Konak Saat Kulesi’ne bakan “Emniyet Binası” çiçeği burnunda. Açılışını bizler yapıyoruz gibi bir durum.  Henüz sıvaları bile kurumamış. Üstüne üstlük, bir de araba yıkama hortumu ile duş almışsanız. Deme keyfine gitsin. Akılları estiğinde ya da talimat geldiğinde hortuma tekrar sarılan bordo mahkumu ve işkence yapma yorgunu memurlar bir masada papaz uçurma, diğerinde pişpirik yapma peşinde. Bir bakıma yılbaşı bahanesiyle stres atma durumları…

Aynı koridorda, kalorifer peteğine bir elinin bileğinden kelepçelenmiş “dayak delisi”(!) devrimci boş durur mu?  O da, yılbaşı kutlamalarını fırsat bilip, oyun masalarının şamatasından, sesli sohbetlerden yararlanma peşinde. Gün boyu falaka dayakta, odalardan birinden kaşla göz arasında aşırdığı ataş yani tutturgaçla kelepçesini kurcalamakta.

*  *  *

Gece boyu pişpirik masalarına vurulur, papazlar havada uçuşur. Hıdır Durmaz, soyadı gereği bir dakika durmaz. Gecenin bağırış kıyamet bir anında, bir punduna getirip dış cepheye bakan bir odaya süzülür usulca.  Hıdır Durmaz, aşık Emekçi dinleyen, Emekçi’den söyleyen, emekçi bir aileden gelen bir emekçidir. İnşaat işçileri ile çokça yarenliği vardır. Binaların yapısını bilir. Dış cephedeki pissu tahliye borularının nerelerinin taşıyıcı, nerelerinin dayanıklı olduğunu, basılacak/ tutunulacak yerleri ustalardan öğrenmiştir. Körfezden gelen sert rüzgara, falakaya inat, tıpkı bir gerilla sızması gibi aşağıya süzülür ağır ağır. Kaçışın bu bölümü biraz uzun sürer. Sıyrılıp indiği yer binanın üçüncü katıdır!

Yere ulaşacağı sırada, bir ağaç dibinde işemekle meşgul dış nöbetçiyi bekler sabırla. Sonra Gültepe’ye yürür gider.  Yol boyunca karşılaştığı polis devriyelerine sarhoş numarası yaparak. Yılbaşı akşamıdır. Gecenin tekinsiz, zifiri bir vakti, bizim yılmak bilmeyen partizanımız azimle hedefine koyduğu, varması gereken yerdedir.

Ertesi sabah, yeni yapacağı kimlikte kullanmak üzere gerekli olan vesikalık fotoğrafı çekilmek için gittiği arkadaşının fotoğraf stüdyosunda, bir ihbar üzerine yakalanır.

*  *  *

Hıdır’ın İzmir Emniyeti’nden akıl almaz kaçışı sonrası, ortalık tam anlamıyla karışır, öyle ki falaka, elektrik ve bilumum sulama işlemleri bir süre sekteye uğrar. Pişpirikçi Haydar’ lar birbirine düşer, öfkeyle birbirlerini suçlarlar. Ol nedenle, Hıdır”ın olaylı geri dönüşünde de kaba dayak şiddetli olur.  

*  *  *

Şirinyer Askeri Cezaevi’nin 19. Koğuşunda, dillere destan emniyetten kaçış öyküsü eğlenceli sohbetlere konu olduğunda da ağzını bıçak açmaz. Onca dayağa, sopaya ve elektriğe dayanıklılığı kadar gibi bir o kadar alçak gönüllüdür. Takılmalara, övgülere, abartılara kendine özgü utangaç, ezik haliyle bıyık altı gülümser durur.

*  *  *

24.09.2010. Kaypakkaya izcisi ve öğrencisi partizan Hıdır Durmaz’ın onurlu yaşamı, ceberut devletin çok isteyip de beceremediği biçimde, Buca’da ormanlık bir alanda son bulur.

O gün bu gündür.

Uğrunda ölümleri göze aldığı emekçi halkının asla ve asla kabullenemeyeceği, göğsünü açıp, diklenip kafa kafaya geldiği barbar devletin hayal bile edemeyeceği kahredici hazin sonu ile ilgili tek kelime edilmemiştir. Edilememiştir. Sırdır…

Susun, sıra neferi uyusun, derdik bir zamanlar. Zamansız gidenlerimizin ardından. Bu dileğin, bir gün en çok da bizim partizan Hıdır’ ımıza yakışacağını, ona uygun düşeceğini nereden bilebilirdik.

Açık Mektup Kolektifi. 24.09.2010. Buca-Yedi Göller.

14 Ekim 2025 Salı

AÇIK MEKTUP ARŞİVİNDEN. GİDEN ARKADAŞLARIMIZIN ANISINA ( 1 )

 


“NE GEÇMİŞ TÜKENDİ NE YARINLAR.”

Bitmez tükenmez bir geçmişi olanların geleceği kararır mı?

Eski bir tarihti. Şarkısı da söylendi, çok sevildi bir zaman. Eskiler marifet der. Ustalık şairde değil, ona söyletende, naçizane bizcileyin sert adamlardaydı. Çok değil. Şunun şurasında elli yıl önce filandı. Ayrıca abartılacak, öyle övgüler düzülecek bir şey de değildi yapıp ettiklerimiz. Eylem adımlarıyla geçilen caddeler, yürünen yollar, aşılan engeller. Dahası celladın tezgahında suspus olmalar. Sır vermeyip ser vermeler. Tüm hatası sevabı, deneyimsizliği, içtenliği ve saflığı ile her bir devrimcinin yapması gerekenlerdi.

O cansiperane kavganın koşuşturmasında, hasbelkader bir sokak başında kıvrılıp kalmayanlarımızın payına düşen zorlu mahpusluklar. Akıl almaz işkence. Onca eziyet. Bunların da elbet güzellemeler yapılacak, övülecek bir yanı yoktu, o sıkışık koğuşlarında yatılan uzun zamanların. Acılı ayrıntıları, satır araları da vardı doğal olarak. Halen yaşayan belleklerdedir. Bir dosttan bir dosta, aynı tecritten bir diğer tecrit hücresine yazılan, kimi dizeleri keyfi sansür uygulamaları ile ünlenmiş hazımsız istihbarat subayınca karalanan mektuplar. Üzeri okunmamacasına çizilen, çokça da Bertolt Brecht dizeleriydi.  

Şimdilerde miting meydanlardaki öfkeli insanların sloganlarından sıkça işittiğimiz, anımsadığımız, o gıcık yüzbaşının hışmına uğramış olanlarımızı acı acı gülümseten dizeler.

*  *  *

Devrim sohbetleri, sınıf tahlilleri, yer ve zaman, baş çelişki/ temel çelişki tartışmaları da yaptık geceler boyu altlı üstlü ranzalarda…Yazmasak olmaz. Saklanıp gizlenecek gibi değil. Ellerimizi erken bırakan gül yüzlü arkadaşlarımıza selam olsun. Sözümüz yaşayanlarımızadır. Anımsıyor musunuz a dostlar? Oralarda bir yerlerde misiniz? 

‘Turpun büyüğü heybede’ ateşlemesinden (Hukuk dilinde azmettirmesinden), sonun başlangıcı olan 19 Mart tarihinden bu yana, alanlarda ortalığı inleten “Kurtuluş Yok Tek Başına” cesur sloganları bir zamanların yer ve zaman tartışmalarımızın, ayrıca “Öncelikle Saray Rejiminden Kurtulmak” doğru görüşü, baş çelişki/ temel çelişki tartışmalarımızın kanıtı ve doğrulanması mı ola?!  

Değilse nedir? 

*  *  *   

Yalan değil, abartı değil, “kasaba efsanesi” hiç değil. Salt göğü gördüğümüz o beton avluda, nasıl olmuş da çekilmiş siyah beyaz fotoğraf arkalıklarında birbirimize atfen yazdıklarımız. Kısa, öz, yalın. İçtenliğimizin ateşi ile sarıp sarmalar, kucaklarcasına.

O beton avlu ki, zamanın dehlizinin bir havalandırma saatinde, Şirinyer’in Yeşil Dere’sinden gelen uzunca ve acıklı bir eşek anırtısı ile tüm tutukluların voltalarını, sohbetlerini kesip o muhteşem solonun bitimine dek soluklarını tuttukları o avlu…  

Hani, 80”li yılların Yarın Dergisi’nde çıkan var olanın özeti o şiir gibi. Mazgaldan uzatılan tayını katıksız bölüştüğümüz tıpkı o şiirin yazıldığı dün gibi, çok bilmiş o istihbaratçının insafına bırakılmış, mazgal başında bekleşilen mektup günü gibi.  

Hal böyle olunca, neden o zaman son sözümüz de Bedrettince olmasın: 

Süren de biz, eken de bölüşen de bizsek. Kurtulmak da yok o zaman bir başına.

1400'lü yılların Aydın’ın Ortakları’nda da yoktu, bugün de yok. Ne İzmir’de ne Diyarbakır’da. Üstüne üstlük, her santimetresine acı, kan ve gözyaşı ekili sevgili yurdumuzun bir bölüm halkına güvercin uçurulup zeytin dalı uzatılırken, bir diğerine kızılcık sopası reva görülen, -yetmedi- kan kusanlarımızdan “şikayet etmemesi, kızılcık şerbeti içtiğini” söylemesi istenen bu ceberrut, bu tek adam sultasının cambaza bak günlerinde.

Ne var ki;  

Artık üzeri cezaevi yönetimince okunmamacasına, okutmama düşmanlığı ile çizilip karalanan dizeler, bir mahpusun bir dostla yürekten paylaştığı  moral veren sözler olmaktan çıkmıştır.

YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ.  Diyarbakır’ın da İstanbul’un da ortak istemi, ortak sloganıdır. O kadim surlara, horlanmaktan, itilip kakılmadan, katledilmekten kurtulamamış bir kadim halka hakaret, yetmedi küfredilircesine “mhp bayrağı ve bahçeli posteri” asılsa dahi… Bu gerçek hep öyleydi. Her birimizin boynunda asılı duran bir ezeli vebal gibi, sınırların ve sömürünün olmadığı nihai kurtuluşa ve dahi kuruluşa dek öyle kalacak. Her daim de öyle olacak. 

Açık Mektup Kolektifi. 12.10.1983. Şirinyer As.C.evi. K.16



1 Eylül 2025 Pazartesi

DİDAR ABLA’ NIN IŞIĞI GREV ÇADIRINI AYDINLATIYOR.

 


DİDAR ABLA’ NIN IŞIĞI GREV ÇADIRINI AYDINLATIYOR.  

Dün günlerden cumaydı; bir inanca göre hayırlı gün, dahası ‘hayırlara vesile olan’ gün. Bugünün cami çıkışlarında, yükselen tekbir sesleri ve kılıç kalkan şakırtılarına karışan şer-i hilafet naraları hiç eksik olmadı.

Kural bozulmadı, aynı meydan okuyan çatlak sesler, bu kez başkentten Anadolu Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın öncüsünün yattığı kutsal yerden geldi. Üstüne üstlük çıtayı epeyce yükselterek, “Ümmetin Umudu RTE.” sloganlarıyla. Tamda, sultanlık sonrası kurulan ilerici, aydınlık toplum biçiminden beslenerek, yine onun olanakları ile iktidara gelmiş bir nobran yönetimin, üç kişi bir araya geldiğinde, yatırıp ters kelepçe yapan polislerinin gözlerinin önünde. Bu ceberutlardan medet umulduğundan filan değil, sürekli faşizmin turnusol kağıt deneylerinden birini daha göstermesi, kanıtlaması bakımından yazılıyor bu dizeler.      

Konu, Cuma karanlıklarının tekinsizlikleri değil elbette… Derdimiz, anmak ve anlatmak istediğimiz ondan sonra gelen günde, cumartesinde. Cumartesi Analarının aydınlığında, yılmayan direncinde, yok edilemeyen umudunda.

Bugün cumartesi. Sıradan, sıcak bir eylül günü gibi; ama değil! Bu sabah, ülkemizin kimi insanları erkenden, biraz tedirgin, biraz sinirli uyandı. Her birinin ruh hali, acıyla hüznün dirençle harmanlanıp umuda dönüştüğü bir ruh haliydi. Cumartesiydi. Üstelik bin altmış altıncı cumartesiydi.

Bir gerçeği arama eylemliliğinin, kitabın orta yerinden söylersek “evladımın bir kemiğini bulsam razıyım” yürüyüşünün bin bilmem kaçıncı günü olur mu?

Suçluyken yüzsüzlüğün, haksızken arsızlığın yeni bir insan tipine dönüştüğü dışa bağımlı çarpık bir ülkede yaşıyorsanız olur. Oluyor! 

Siyaset ve toplum biliminin alanına giren sosyal klinik durumun açıklamasını uzmanına bırakıp, bir karikatür üzerinden açıklamaya çalışalım: 

Onca copa, itmeye kakmaya karşın "İstanbul Sözleşmesi Yaşatır" pankartını yere düşürmeyen kadınlar, polisin Battal Gazi'yi aratmayan üstün performansı karşısında helak olmuştur. Eğitimli ve deneyimli coplar havada ve hep bir ağızdırlar. Karikatür bu ya. Muhtemelen bir kadını katletmekten içeri girmiş birisi parmaklıklar ardından, olup biteni, yerlerde sürümeleri büyük bir zevkle izlemektedir. “Yetmezzz!  Geliim mi amirim! Karnına vur karnına!" diye bağırması, ülkedeki geleneksel linç kültürünün, nefret ikliminin özetlenmesidir.

Sanatçısına yukarıdaki karikatürü çizdirten, çizdirtebilen ülke çoğunluk üzerine kurulu mutlu bir azınlığın oligarşisi ile yönetilmektedir. Dahası emperyalizme göbekten bağlı ülkenin, ağızlara pelesenk olmuş klişeleşmiş sözü: "Sözün Bittiği Yer" dir!  Söz bitsin, onca olan bitene ilişkin soru sorulmasın. Öyle mi? 

Sorun sürdükçe ve yayılıp büyüdükçe söz niye bitsin?  Cumartesi Anneleri tam 1066 haftadır, egemen güçlerin devlet olanaklarını fütursuzca kullanıp baskı ve de şiddetini arttırmasına karşın, gözaltında kaybedilen evlatlarını soruyor. Takvim dilinde 1066’ncı cumartesi 1066 haftaya denk düşer. Oradan ilk güne, 27 Mayıs 1995'e gidilir. Gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini öğrenmek için bir araya gelen ailelerin ilk buluşmasına.  Asıl kökler, neoliberal 24 Ocak kararlarını yaşama geçirilmesinin uygun koşullarını yaratmak için girişilen askeri darbe günlerinde, 1980'in baskı/şiddet günlerindedir.

Sıkıyönetimin elindeki siyasi tutsakların en temel haklarının dille getirilmesi ve cezaevi koşullarının iyileştirilmesi mücadelesinin başlatıldığı Mamak’lı, Metris’li zorlu yıllar. O yalnız, savunmasız günlerde, cezaevi kapılarında, Meclis kapılarında Didar ablayı, Didar Şensoy’u görürüz. O beyaz giysileri içinde, diyabetli haliyle, birilerinin düğme iliklediği ciddi muktedirlerin kapılarının önünde duraksamadan çat kapı yapan, soru soran, imza toplayan, toplu dilekçe veren İHD kurucusu bizim gözü pek ablamızdır.

Tel örgülerinin ardından sadece Hasan’ına değil, her birimize “Kardeşlerim. Yılmayın. Direnin aslanlarım.” diye sesini duyuran, moral veren bizim sevgili ablamız. Duvarların duvarların ardından süzülüp gelen, havalandırma bahçelerinde tutsaklara kadar ulaşan umut ve direnç nidalarına, kardeşleri ablalarına sloganlarla karşılık verirler. Abartı ya da yaygın söylenti değildir; canlı tanıkları vardır.

Bu ülkede, insanların birlikte görünmekten çekindiği alacakaranlık günlerde, tutuklu yakınlarını bir araya getirip, en temel insan hak ve özgürlükleri için harekete geçiren Didar abla ve yol arkadaşlarıdır. İnsan hakları eylemcisi, İHD kurucusu Didar Şensoy, cezaevlerindeki baskılara, hak ihlallerine, keyfi uygulamalara dikkat çekmek amacıyla 1 Eylül 1987'de İstanbul'dan Ankara'ya yapılan uzun yürüyüş eyleminde polisin hoyrat müdahalesi sonucu şeker komasına girerek yaşamını yitirir.

Yüreklerindeki yakan kavuran fırtınaları bir nebze olsun dindirebilmek için, yıllardır kapanıp ağlayabilecekleri isimsiz bir mezar taşı arayan kayıp yakınları... Onların yılmak bilmeyen onurlu mücadelesini, Didar ablanın dimdik duruşundan, ödün vermeyen kavgasından ayrı düşünmek tarihimizin belleğini eksik okumak, yakın tarihimize eksik bakmaktır. Birlikte yürürken tartışmanın, tartışırken yine birlikte yürümenin olmazsa olmazlarından, kırmızı çizgilerinden biri de budur.

Sevgili Didar ablamız… Gittin gideli, kurumsallaşmış faşizmin koşullara göre gizli ya da örtülü döngüsü içinde ne sürekliliği, ne de üniformalı/ cübbeli diktatörlüklerinin böl ve yönet taktikleri değişti. Hatta epeyce gelişti. Konunun kimi uzmanlarının akıl tutulması olarak açıkladığı, ilginç ama ibretlik günlerde “Reis’imize hakaret” ediliyor diye okurun, yazarın, aklı işleyenin paket edilip canına ot tıkandığı zorbalıklar yaşanıyor.

Senin de canından çok sevdiğin bu ülkenin İstanbul’unda, Adana’sında, Adıyaman’ında seçilmişlere ve sayıları milyonları bulan iradelerine hakaret edilip kan kusturulurken, celladından “Barış ve kardeşlik” beklemek gibi, nereye oturtacağımızı ve hangi temelde çözümlememiz gerektiğini bilemediğimiz tutumlar olabiliyor.

Didar abla, cambaza bak oyununu ustalıkla kullanan, ardında Pentagon gücü ile siyasal otoritenin, bir bölge insanına barış çubuğu/zeytin dalı uzatıp kardeşlik sözü verirken bir bölge insanına parmak sallayıp  kızılcık sopasını reva görmesi olup biteni özetlemiyor mu? Bırakın politika yapmayı, aklı işleyene, arif olana buz dağının görünmeyen yüzünü göstermiyor mu?

Şaka gibi. İnsan kendisini ter içinde bırakan bir karabasandan uyandırmak istercesine, “Didar abla, cellat ile barış yapılabileceğine inanır mıydı?” diye sormadan edemiyor.

Silahların, palaskaların yakılması ile sonuçlanan böylesi yol kazaları olsa da, sınıf mücadelesinde içimizi açan gelişmeler de oluyor. Alın size, Kütahya’ da otuz yıl sonra gelen ilk grev… Her toplumsal olay gibi, kimilerine dert, kimilerine derstir. Duymayan kulağa küpe, anlayana onur nişanıdır. Grevin Didar ablayı yitirdiğimiz güne denk gelmesi de anlamlı. Yaşamını insan onurunun ayakta kalması için emeğin kurtuluşuna adamış Didar ablamızı bir selamlama, bir anma biçim de olabilir.

Şeker Fabrikası işçileri, Kiler/Torunların kendilerine önerdiği %18’lik artırımı, “Başınıza çalın” diyerek üretimi durdurdu. Fabrika Kiler/Torunlar’a satılıp özelleştirilmesinden bu yana, kulaklarımıza gelen yüzümüzü güldüren ses grev davullarının sesidir. İşçinin grev çadırında yaktığı ateşin, aslında şimdilerde karanlığında yürümek zorunda bırakıldığımız tünelin sonundan gelen ışık olduğunu, ancak kendi sınıfının gücünden başka bir güce bel bağlamayanlar, sınıf mücadelesine inananlar ve olaylara sınıfsal açıdan, sınıf/ emek eksenli bakanlar görmektedir.

Cumartesi Anneleri’ nin, yakınlarının akıbetini açığa çıkarma ve hesap sorma kavgasının bin altmış altıncı haftasında Elmas Eren'lere, Anik Can'lara, Berfo Ana'lara, Didar Abla'ya ve daha dün yitirdiğimiz Emine Ocak anamıza en sıcak devrimci selamlarımızla.

Açık Mektup Kolektifi, 31/08/2025, Ilıpınar-Bağarası.


19 Ağustos 2025 Salı

YENİ SÖMÜRGECİLİK ya da NEOLİBERALİZMİN YAMYAMLIĞI.

 


YENİ SÖMÜRGECİLİK ya da NEOLİBERALİZMİN YAMYAMLIĞI.

2018 yılının 28 Ekim günü, Lion Havayolları’ndan bir Boeing 737 Max modeli uçak Cakarta’dan havalandıktan otuz dakika sonra radarda görünmez olur. Hava trafik kontrol yetkililerinin paniklediği dakikalarda, uçak altındaki okyanusla buluşmak üzere pike uçuşu pozisyonuna geçmişti bile.

İki pilot, altı kabin görevlisi, yüz seksen bir yolcu…Uzun uğraşılarla toplanabilen metal ve insan parçaları arasında, ilk kimlik saptaması günler sonra yapılabildi.

İlerleyen günlerde de Boeing şirketinin uçağın pilotlarını “burun üstü pike yapma tehlikesini önleyebilen var olan güvenlik sistemini bilmemekle ve öğrenmemekle” suçlamaya çalıştığı görülecekti. 

Bir sonraki yılın 11 Mart günü, bu kez Etiyopya Havayolları’ndan aynı model bir başka uçak, yüz elli yedi yolcusu ile Addis Ababa’yı gerisinde bırakır. Uçak yeterli yüksekliğe eriştiğinde, aynı uçuş açısı sensörü arızası nedeniyle burnu yeryüzüne döner. 1125 kilometre hızla, yer çekimi doğrultusunda inişe, bizdeki kaba deyişle çakılma pozisyonuna geçer.

Pilotlar yer kontrol kulesine “uçuş hatası” raporu verirlerken, bir yandan da uçağı manuel olarak düzeltmeye çabalarlar. Acıdır; 1125 km/ saat hızla tükenen dakikalar yerkürede otuz metre çapında açılan bir kraterde son bulur. Korkunç enkaza yerin dokuz metre derinliğinde ulaşılabilir.

 * * *

Yukarıda anlattığımız ve neredeyse planlanmış olabileceğini düşünebileceğimiz iki toplu cinayet olayı, yer-zaman-ad belirtilmesinden de anlaşılacağı üzere bir aksiyon ya da bir korku filminde geçmiyor. Gazeteci ve yazar Grace Blakeley son kitabında, günümüz kapitalizminin şirket/ finans/ devlet döngüsündeki ölümcül birliğini, bu tehlikeli ittifakın uygulamalarını ve bundan neden her toplum kesiminden insanın etkilenip zarar gördüğünü okuyucunun gözlerinin önüne seriyor.

Toplu ölümlü uçak faciaları üzerinden, uluslararası finans kapitalin küresel üretim ve çalışma alanlarındaki ilişki/ çelişkilerini sorgulayan G.Blakeley, neoliberalizmin serbest piyasa cangılının ipliğini pazara çıkarıyor. Sorgulamakla ve yargılamakla kalmıyor, gelinen son aşamada sömürünün ve köleliğin daha çok artacağını, faturanın da emekçiye ödetileceğini vurgulamakla birlikte, başka bir dünyanın mümkün ve var olduğu üzerine umutları da tazeliyor. Yazar, bugün demokrasinin sosyalizm ile eş anlamlı duruma geldiği inancı ile, işçi sınıfının mücadelesinde yani emek cephesinde yeni soluk boruları açıyor.

* * *

Kitaptaki, buzdağının görünen yüzü çarpıcı Boeing cinayetlerinden devamla:

Öncekiler de içinde olmak üzere, Boeing’in tüm modellerindeki kusurların nedenleri, belki kırk yıl boyunca iyice kronikleşmiş bir maliyet düşürme gelenek ve kültürünün sürdürülmesine dayanmaktadır.

Nasıl mı?

İflas edip kapatılmış eski bir havacılık şirketinde üst düzeyde görev yapmış bir kişi, Pentagon desteği ile Boeing’in başına getirilir. Günün deyişiyle bu “Ceo”, ulaştırma, daha doğrusu toplu ulaşım amaçlı bu şirketi, bir para basma makinesi gibi görerek, hisse senetlerini ve kar oranını yükseltmeyi, yolcuların güvenliği içinde olmak üzere her can alıcı sorunun önünde görür.

ABD destekli Ceo, insan aklının ve bilimin öncelediği malzeme kalitesini, ilk akla gelen makine, yazılım gibi mühendislikleri, teknik elemanları değersizleştirirken, şirket bürokratlarını överek, onların maliyeti düşürürken karları arttıran kararlar almalarını sağlar. Mühendisine yaptığını işçisine de yapar. Nitelikli, uzman ve sendika üyesi çalışanını taşeron sistemine kurban eder.

Üzücü sonuçlara gebe bunca değersizleştirmelere, yazarın “Bir neden de, rakibi Airbus’u yenme yönlü vahşi dürtüsüdür” sözü ile ekleme yapması konuyu daha anlaşılır kılıyor. 

İnsanı ve onun emeğini değersizleştiren Boeing firmasının öldürücü ihmalleri, bizdeki Çorlu/ Pamukova tren, Soma/ Ermenek maden, Aladağ/ Konya Kuran Kursu, Torunlar asansör ve son orman katliamlarını anımsattığı gibi, kapitalist barbarlığın uluslararası niteliğine de işaret ediyor.

* * *

Yazar, kurulu düzenin çok ince teknik ayrıntılarını, olayların püf noktalarını bilmediğimiz varsayımı ile “Kapitalizm sandığınız şey değildir” derken, gelinen aşama serbest piyasa sisteminin kendisini, yani doymayan şirketlerinin acımasızlığını, kıyımlarını bir sis perdesinin arkasına gizlemesini bildiğine de gönderme yapıyor.

Bizdeki ‘Kurt dumanlı havayı sever’ sözünü çağrıştıran, bu sis perdesinin ardındaki ayrıntılardan biri de Mahir’in bilinen broşüründe açıkladığı, özellikle bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelerde uygulanan yeni sömürgecilik yöntemleriydi. Mahir Çayan’ın yeni sömürgecilik açılımı, 1945’lerden yani, 2. paylaşım savaşı sonrası “suni denge”, “gizli işgal” gibi saptamalara dayansa da 1980 sonrası neoliberalizm gerçekliği de aynı emperyalist bütünün ayrılmaz bir parçası.

* * *

Gelinen, ancak değişmeyen nokta:

Vahşi kapitalizm artı değer sömürüsünü ve tekel karını arttırabilmek, kendisinin ve üst yapıda desteklediği siyasal iktidarların ömrünü uzatabilmek için, insanı, doğayı, börtü böceği hiçe saymayı, yakmayı, yıkmayı, talan etmeyi sürdürüyor.

 

Açık Mektup Kolektifi. 20/ 08/ 2025. Çorlu-Soma-Aladağ   


21 Temmuz 2025 Pazartesi

TEMMUZ SICAĞININ ANIMSATTIKLARI

TEMMUZ SICAĞININ ANIMSATTIKLARI 

"Gine’de Devrim"

Anlattığı konular, önerdiği kitaplarla, dünyaya ve olaylara bakışımıza yön veren Edebiyat öğretmeninin, “Bir konuyu anlatmanın, bir olayı bir sorunu irdelemenin en sağlıklı, en etkili yöntemi -yazı dilinde olsun, konuşma dilinde olsun- ben dilini, yani egonuzu ele veren birinci tekil şahıs zamirini, özel durumlar dışında kullanmayın.” sözünü unutmak olası değil.

Unutanlarımıza da, ders gibi bu sözün içeriğinde etik bir uyarı olduğunu ve mutlaka uyulması gerektiğini anımsatacak kişinin Nurettin Gürateş olacağını, o günlerde kim bilebilirdi?

1975 ve sonrası… Eğitim çalışmalarının yazılı metinlerinde, boykotlarda, düzenlenen formların konuşma dilinde, Nurettin hoca “ben dili” nden sıyrılarak, her fırsatta çoğul şahıs zamirini kullanıp, ‘biz’ anlayışını yakalayabilen, ‘biz’ olmamız gerektiğini savunan ender devrimcilerdendir: “Sürekli okumalıyız, hep sorgulamalıyız, zaman bulduğumuzda yazmalıyız.” Ve Lenin’in sözüne atfen, “Yapmalıyız, yapmalıyız, yapmalıyız.”

* * *

Diyarbakır-Bağlar’ındaki öğrenci evinde, sırt üstü yattığı yerde kitaba dalmış gitmiş. Sigarasının külü, zaten sigara ateşi ile delik deşik olmuş çaput kilime düştü düşecek. Tıpkısı olmasa da şu anlamda:

“Gine Bissau’daki devrimi doğru okumalı, emperyalizmin 1945’lerden -İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, içine girdiği yeni-sömürgeciliğin ilişki ve çelişkilerine yanıt veren, halka ulaşmada, emekçilere dokunmada yeni/ yaratıcı olanaklar yaratacak, yani yeni kanallar açacak zengin mücadele biçimlerine gereksinimimiz var. Tam da bu yüzden ve bunun için: Yaratıcı siyasal görüşleri, dünyanın son durum ve koşullarının yarattığı sonuçlarla örtüşen Amilcar Cabral’ı tartışmalıyız. Cabral’ın, Asya ve Afrika Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin devamlılığını ve devrimin kalıcılığını garanti altına almak adına, küçük burjuva önderliklere önerdiği ve mutlaka üstesinden gelmeleri gerektiğini söylediği ‘sınıf intiharı’ seçeneğini konuşmalıyız.”

Nurettin’in de doğruluğunu teyit ettiği ve dikkatimizi çekmeye çalıştığı, Cabral’ın doğru bir saptamayla altını çizdiği deyişinin, geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen “Gine’de Darbe” haberi ile doğruluğunun kanıtlanması ders vericidir. Bir magazin haberi gibi geçilen bu olayın, muhalif basında/ kimi sol çevrelerde irdelenmemesi düşündürücü; ayrıca bundan elli yıl önce Nurettin’in yaptığı yorumun günümüzde pek yapılmaması, yapamamamız, Gürateş” in siyasal öngörüsünün ne denli engin, araştırıcı, eleştirici olduğunun açık göstergesidir.

En önemlisi, bugün bizim bu duyarlılıktan, görev ve sorumluluk bilincinden bir o kadar uzak oluşumuz. İç acıtıcı yanı da, onca dile getirmemize karşın, bir türlü ortak bir bellek ve yazılı bir tarih yaratamamış oluşumuz gerçeği, üzerinde kafa yormamız, sorgulamamız gereken, ciddi bir eleştiri ve özeleştiriyi zorunlu kılan siyasal sorunumuz olarak bir kenarda boynu bükük duruyor oluşudur.

* * *

Elli yıllık uzun zamanın her mekanında ve her olayında, gözlerimizin önünden asla gitmeyen haliyle, okuyan, yazan ve sorgulayan Nurettin Hoca, bir deliyi zıvanadan çıkaracak denli saçmalık dolu memleket gündeminde, adeta “cambaza bak” dedirten “silahların yakılması seremonisi” için, iptekini değil, kendisini saklamaya gerek dahi duymayan sahibini görün anlamında dikkatimizi çekmeseydi, bu yazı başka içerikte sürecek ve son bulacaktı.

Haklı olarak dikkat çekilen, ülkede en son nerede, ne zaman kullanıldığı hiç ama hiç dillendirilmeyen silahların son kez ateşlenmesinden, yanlış oldu “yakılması tören” inden söz ediyoruz.

Dışa bağımlı devlet gücünün tüm olanakları, baskı/ pasifikasyon yöntemi ile, at izinin it izine karıştırıldığı yaşatılan günlere ilişkin, Nurettin gözü ile bakılacak ve Gürateş sözüyle söylenecek olursa:

Geçmişinde, “Yıldız” sözcüğünden “Padişah efendimizin Yıldız Sarayı kastediliyor”, şimdilerinde “Kaçak Beştepe” sözünden “Cumhur Reisimize hakaret ediliyor.” diye, yazarının, çizerinin, aydınının ve de aklı işleyenin derdest edilip canına ot tıkandığı bir ülke düşünelim. Böylesi bir baskı/ hukuksuzluk düzen ülkesinin, İstanbul’unda, İzmir’inde, Adana’sında, Adıyaman’ında terör estirilir, seçilmişlerine ve milyonlara varan iradelerine hakaret edilip kan kusturulurken, “Terörsüz Türkiye” maskesi, barış/ kardeşlik/ demokrasi manipülasyonu ile -üstüne üstlük ABD Emperyalizminin akıl hocalığında- yapılan “silahların ateşe verilmesi” gösterisine kim inanır?

Sözümüz inanıp medet umanlaradır ki; siyasal otoritenin arkasındaki Pentagon gücüne güvenerek bir vatandaşına barış çubuğu/ zeytin dalı uzatırken, diğer vatandaşına kızılcık sopasını reva görmesi pek mi ikna edici ?!

Yukarıdaki gerçekliğe, onlarca çelişik durum, bir o kadar şaibeli/ düşündürücü olay eklenebilir.

Nurettin 2025 temmuzunda yaşıyor olsaydı;

75’inci NATO zirvesinin sonuç bildirgesindeki savaş ve işgal kararlarını bizden önce görür, duraksamadan dikkatimizi emperyalizmin bünyesindeki yeni ilişki ve çelişkilerin Orta Doğu özelindeki bölgeselliğine çeker, asla değişmeyen böl ve yönet politikasının mezhepçilik üzerinden sürdürülmesine ve İsrail aparatı ile kapı komşumuz ülkelerdeki (özellikle de Suriye) siyasal, etnik ve finans aktörlerinin yeniden tasarlanmasına, bölgedeki mevcut dinamiklerin yeniden derlenip düzenlenmesine, klişe söylemle “dizayn edilmesine” yoğunlaşmamızı isterdi.

Daha iyi anlamamız için, yine kalemini masaya o bildik hareketiyle bırakır, bıyıklarını çekiştirir, bir süre düşünür, yine mitinglerdeki ya da ev buluşmalarımızdaki o kendinden emin ses tonu ile yine tane tane -şatafatsız, iddiasız- konuşurdu.

Yanlış düğmeden başlayan bir iliklemenin doğru yerde bitmesini bekleme biçiminde seyreden kronik hastalık akıl tutulmasının, onca saçmalığın, yalanın- talanın-dayağın- her sınıftan her türden cinayetin tek bir gün eksik olmadığı, bizim gibi emperyalizme bağımlı geri bıraktırılmış/ çarpık ülkede, bu denli çok ve yaygın olması hiç de şaşırtıcı değil. Ayrıca 'akıl tutulması' kronik olduğu gibi, nükseden de bir rahatsızlıktır. Bunun toplumdaki karşılığı, daha dün Diyarbakır surlarına 'Üç Hilal' li bir bayrağın asılmasıdır.

Durum böyle olunca, hani şu, Ruhi Su’nun “sazını döver gibi çalıyor” dediği, Kaya gibi sert sanatçı, türküsünde “nereden baksan tutarsızlık, nereden ahmakça” demeyecekti de ne diyecekti ?!

İrlanda’da IRA, İspanya’da ETA, Kolombiya’da FARC… Kuşkusuz, onların da yanlış düğmeden başlamalarını isteyenleri, kabaca sapıttırmak, kışkırtmak, akıllarını çelmek isteyenleri vardı. Mahir’in şiirinde küçümsediği gibi, Karanlığın cüceleri yani.

Azıcık araştırıldığında rahatlıkla görülebileceği gibi: Üç örgüt de işe, bir üst akılca kurgulanmış ve bu akla peşinen biat edilmiş izlenimi veren bir “silah yakma töreni” ile değil, akla uygun, aklın ve deneyimlerin evrensel kurallarına dayanan yöntemle başladılar. Bu bir.

İkincisi. Her üç örgütün de, yıllarca sürmüş silahlı çatışmalara sonlandıracak ateşkes görüşmeleri, yer küre diplomasisinde olsun, siyasal alanlarda olsun, bir ağırlığı olan, kabul görmüş, saygın (bir ülke ya da kişi) bir siyasal aktörün gözetim, denetim ve dahi arabuluculuğunda başlamış, yine aynı tutarlı/ güvenilir gözlemcinin önünde imza altına alınan yazılı bir “uzlaşı ve uygunluk” belgesi ile sona ermiştir. Örnek alınması gereken, aynı tutarlılık/ ciddiyet bu anlaşma tutanağından sonra da sürer. Bir başka deyişle, öyle allamak pullamak, öyle şatafatlı/ abartılı tören mören yoktur. İki taraf da, hemen sonrasında dikkat edilmesi ve uyulması gerekenlere, görevlerine ve dahi sorumluluklarına bakar.

28 Temmuz 2005 Birleşik Krallık-IRA, 21 Ekim 2011 İspanya-ETA, 2015 yılı Eylül ayı Kolombiya-FARC tarihsel uzlaşıları sonrasında, yol kazası olmadı değil. Oldu... Ne var ki, hiçbirinin izlenen yöntemle bir ilgisi yoktu.

Ve…
Nurettin Gürateş konuşmasını “olası ya da olmuş yol kazalarının nedenlerini konunun uzmanlarına bırakmanın daha doğru olacağını” söyleyerek sonlandırır.

* * *
26/27 Temmuz 1978’in yakıcılığını ve sarsıcılığını, 2025 Temmuz’unda hala içlerinde duyumsayanların, belleğimizin sayfalarındaki diğer fotoğraflara takılı kaldıklarından hiç kuşku yok.

Çözülmediği sürece içimizi acıtmayı, huzursuz etmeyi sürdürecek olan, her zaman ve her koşulda hayıflandığımız sorundur ki, henüz yazılı bir anlatıya, ortak bir dille belgesel bir bütünlüğe kavuşturulamamış yakın tarihimiz, içbükey ayna gibi, azıcık ilgi duyup baktığınızda, sizi içine alıveriyor. Konu konuya geçiyor, gözlerinizin içine soran gözlerle bakan, suskun yüzler birbirini izliyor:

“Ne yaparsınız be, güzel dostlar ?! Hala, mezar başlarımızda, mermer taşlara söz verir durur musunuz ?!”

* * *
Her konu, her anı, her portre birbirinin izdüşümü, sizi hayretler içinde bırakacak kadar birbirinin devamı, tamamlayıcısı… Nurettin’ i Nailan ve Bedrettin izliyor, Bedo’ yu Mete Atilla, Tamer, Doğan, Ercan, onları Kadir, Hakkı… Davut, Bedir Ali, H. Ducan, Ali Rıza, Neşe, Sabahat, Didar abla ve Akile ananın silik portreleri…

Açık Mektup Kolektifi. 26/ 27 Temmuz 1978. Adana-Kuruköprü.

6 Mart 2025 Perşembe

İMECE GÖNÜLLÜSÜ, SINIFSIZ BİR TOPLUM SEVDALISI.

 

Bu topraklarda, başka coğrafyalarda…İş güçlerinden başka satacak ve de zincirlerinden başka yitirecekleri bir şeyleri olmayan insanlara dayatılan ve yaşatılanlar hep aynı olmuştur. Renk, dil, din, cins ve inanç farklılığı nedeni ile itilmek kakılmak; yetmedi öldürülmek… Temelinde sömürü olan, bu sınıfsal ve toplum bilimsel (sosyolojik) gerçeklik, elbette ki basit bir nefret ya da düşmanlık duygusu ile açıklanamaz. Sınıfların varlığı ve üretim araçlarındaki özel mülkiyet olgusu uzlaşmaz çelişkinin çıkış ve varlık nedenidir. Bu yüzden, egemen sınıfların her renkten ve de her yalandan "demokratikleşme" lerinde ne eşitlik, ne barış, ne huzur ne de kalıcı bir toplumsal uzlaşı olabilir. Böyle bir yalan söz konusu olduğunda da, altında 'kralın tahtını tahkim etme' planı aranmalıdır. 

Bizim gibi, emperyalizmin güdümündeki geri bıraktırılmış ülkelerde yaşanan bu tipik durum daha yakıcıdır. Özcesi “Çözüm” süreçleri de kaos süreçleri de bunun içindedir. 

Bugün onca aidiyetine karşın, hala "kart kurt"la açıklanan Kürt insanının yaşadığı duygusal kopuşu, herkesin çok iyi bildiği başka yurttaşlarımız da yaşadı bu ülkede. Evlerini barklarını, yurtlarını bırakıp, bize, bu topraklara gelenlerden söz etsek… Hani çocukluk yıllarımızın o arı gibi çalışkan, güler yüzlü komşularımızdan Yugoslavya muhacirlerinden örneğin…

*  *  *

Turgutlu'nun tuğla/kiremit fabrikalarının, ova yollarının toz dumanının hayhuyu içinde, lise yılları sonrası öğrenim görmeye olanak bulamayan, her koşulda “övündüğünü, onur duyduğunu” söylediği ve asla gizleyip saklamadığı Kaçupay soyadı ile Kazım Bayer.

Turgutlu'nun ucuz emek cangılı yetmez. Yaşamını sürdürme, sırf ayakta kalmak adına iş gücünü, önce Suudi diyarında ve de Irak topraklarında, ilerleyen yıllarda "sınıfsız ve sömürüsüz başka bir dünya gerçekleştirme" derdindeki Sovyetler Birliği ellerinde bilerek, isteyerek satar. 

Kazım ağabey emekçi bir insan olmanın olgunluğuna daha çocukluktan erişmiş, sınıf terbiyesini, çalışma ahlakını çalıştığı şantiyelerde almış bir emekçidir. Erken kalkar... Sorumlusu olduğu malzeme deposunun başında olur. İşverenine borçlu kalmaz. Yeri, zamanı geldiğinde masaya yumruğunu vurur. Sınıf yoldaşlarını düşündürmeyi de, etkili söylem ve söyleşilerle haklarını aramaya yöneltmesini de, onları harekete geçirmesini de bilir. 

Çalışma saatleri dışında ailesini de, can dostlarını da ihmal etmez... Heyecanlı, neşelendiren renkli söyleşiler yapar. Bir Balkan göçmeni oluşundan olsa gerek, paylaşımcıdır, değer bilir. Enternasyonal bir bilinci, devrimci bir kimliği vardır. 

Nazi işgalinde anavatanlarını canları pahasına savunan Sovyet partizanlarının, Nadya'ların, Sergey'lerin özverilerini okumuş ve belleğine yazmış, yine Balkan topraklarındaki yaşananları büyüklerinden dinlemiş görmüş, çekilen acıları içinde duyumsamış farklı bir insandır. Değer bilir, sahiplenir. Fırsat buldukça, devrim ve sosyalizm önderlerinin, Nazım'ın baş ucuna gider. Onlarla dertleşir. Sorunlarını, memlekete dair özlemlerini anlatır. 

Bizzat kendi anlatımıdır: 

"Bir pazar sabahı, Kızıl Meydan'ın sakin bir anında, faşizmin zulmüne direnmiş, teslim olmamış, anayurdun onuru ve özgürlüğü için canını vermiş, tanımadığı yurtsever insanlara saygıya geçip, alnı yukarıda gözleri kapalı kıpırdamaksızın dakikalarca onlara selam durmuşluğu" vardır.. 

*  *  *

Alnının akı ve emeğinin hakkıyla çok sevdiği yurduna, toprağına, Soma'ya geri döner. Ailesine düşkündür. Kızları Açelya'nın, Elif’in, Deniz'in biricik babasıdır. Ait olduğu geçmişini yadsımayan, engin Balkan kültürünün, evrensel değerlerin hoş görülü insanı, devrimcilerin imece dostu, gönüllü dayanışmacısı, Nailan'ın, Nurettin hoca'nın, Bedo'nun kadim yoldaşıdır. 

Kaçupay Kazım, onca birikimine, dağarcığına, anlama/ kavrama gücüne karşın, koşullar ve olanaklar gereği, liseden sonra işçiliği yeğlemiştir. 

Özgün hali, kavlince bilgeliğinden el yazmaları değerlidir... Rübaileri en değerli hazinemizdir. Saklı durur.

*  *  *

Kazım Bayer, 'çevre' demez 'doğa' der. 'Çevre' sözcüğünün, 'çevre' anlatımının, insanın kendisi için uğraş verdiği, iyileştirmek için didinip kavga ettiği bir özel "konfor alanı" ndan ibaret olduğunu bilen insanlardandır. 

Bir düğün günü, sokağından geçen bir çingene dostunu nazikçe durdurup, onun iş ortağı ayıya, küçük bir görsel şölen teklif edecek incelikte harbi bir hayvan ve doğa dostudur. Mahalle halkının, dostlarının ve de çok sevdiği çocukların şaşkın bakışları altında sonlandırdığı gösterisinin ardından, çingenenin üstünün kirine, gözünün çapağına bakmadan sarılıp yanaklarından öpecek, "ayı kardeşine" de teşekkür edecek kadar değer bilir, içten ve alçak gönüllü bir insandır. (X)

Kaçupay Kazım halkın dostu, devrimcinin destekçisi olduğu kadar, gerçek bir doğa, sıkı bir hayvan dostudur.  Baldan tatlı sohbetlerinin de, yurt dışı şantiye anılarının da tadına doyamazsınız. Çok zor da değildir... Yeter ki ona yarenlik edin.  

Çok zaman sessiz, durgun, düşüncelidir. Kimi zaman, haklı olarak sitemlidir... Ne var ki, incitmez, kırıp dökmez. 

"Ben sizi hiç bırakmadım, hep destekledim. Sizler de yanımda olmalı, beni desteklemelisiniz." der geçer. Sözü uzatmaz. Gönül koymaz. 

*  *  *

Moskova ayazının garibanı ısırdığı yorgun bir mart akşamında, aynı şantiyenin aynı yatakhanesinde ranzadan ranzaya, yine usuldan bir konuşma geçer: 

Enternasyonalist coşkuyu içine sindirmiş olan Kazım ağabey, sınıf kardeşlerine yakın zamanda ülkesinde yaşanmış acılarından söz eder... 1972 yılı 30 martında, ülkesinin halklarına kurtuluşun gerçek yolunu gösteren, onlara öncülük eden on devrimcinin Kızıldere”de öldürülmesinden... Dinleyenlerin ağzını bıçak açmaz; suspusturlar. Sonra belirgin kıpırdanma olur. 

Saygıyla yekinip selam durma sırası, şimdi mühendis Sergey ve Stalin’in memleketlisi Gürcü Mirza’dadır.

O an, o işçi barakasının izbeliğinde dalgalanıp yüreklerinde derin izler bırakacak o enternasyonal bayrağın hiçbiri ayırtında değildir. Kazım abiye yıllar sonra, o şantiye barakasında nasıl bir önemli görev ve sorumluluğu yerine getirdiğini, yine onun çok sevdiği, geceler boyu yarenlik ettiği bir yoldaşı anımsatacaktır.

Gözlerinden, gül yanaklarından…Her birinin altına göğsünü gere gere, gururla 'Kaçupay' imzasını attığın, o tadına doyulmaz rubaileri yazan cesur yüreğinden öpüyor, yarenliğini de çok ama çok özlüyoruz.

*  *  *

(X) Kazım ağabeyin o boz ayı ile, bir ritüel tadında yaptığı gösterinin tanıkları, bugün suskunluklarını koruyor olsalar da halen hayattadırlar. 

Açık Mektup Kolektifi. 08, Mart, 2025. Eynez Gama Şantiyesi- SOMA.     

 






6 Şubat 2025 Perşembe

BİZİM BEDO, KAVEL GELENEĞİNDE, POLONEZ ZAFERİNDE...

 

BEDRETTİN' İN DEVRİMCİ İNADI, POLONEZ DİRENİŞ RUHUNA VE HAKLI ZAFERİNE SELAM ÇAKIYOR.

İşçi Sınıfının bütününde coşkudan öte umut yaratan ve de sermayenin onca siyasal zoruna karşın göğüslenen bu sonuç, Tersane grevlerinden, Alpagut İşgali’nden, Sungurlar’dan, Kavel Direnişi’den bu yana, sınıf mücadeleleri tarihine düşülmüş kıymetli bir nottur. Polonez İşçisi’nin elde ettiği kazanımın değerli oluşu, bir dizi dersi içeriyor oluşundan…

İşçinin ‘Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır’ belgisi ile özetlediği gerçeklik, emeğin nihai kurtuluşunun söylemle değil, eylemle olacağının kanıtlanmasından başka bir şey değildir; bir.

Lokal anlamda, irili ufaklı ekonomik ve demokratik mücadeleler siyasal hedeflere uzandıkça, küçük ölçeklerde de olsa siyasal içerik kazandıkça öğretici olurlar. Emeğin saflarına moral ve umut, bir sonraki eylemliliğe ve çalışma biçimine zenginlik ve derinlik katarlar. Polonez İşçisi’ nin bu başarısı, bu anlamda -özünde- siyasal bir kazanımdır; iki.

Ülke somut koşulları (“Solun güçsüzlüğü gereği” olarak da okunabilir) nedeni ile, ana muhalefet görevini üstlenen sosyal demokratların ve bir yol haritasından halen yoksun olan sol cenahın kulağına küpe olsun ki: İnsanlığın toplumsal mücadeleler tarihi, gidişin motor gücü ve yaratan sınıfın öz gücüne güvenmeyip, bu temel gücün dışından çare ve çözüm bekleyen anlayışların ve çalışma biçimlerinin hüsranları ile doludur; üç.

*  *  *

Yaşam en iyi, en vefalı öğretmen. İşçi de yaşamın içinde, deneye deneye, yaşaya yaşaya öğreniyor; öz gücünü görüyor. Tıkanan, tıkanmış siyasete yol açıyor, yetmedi yol gösteriyor. An be an öğrendikçe de, öğretiyor :

… Kızım benden bir şey istediğinde, artık yüzümü eğmek istemiyorum. Bunun yolu da, bir olup birlikte yürümekte…”

Kartal sahilinde yürüyüşe katılan kadın işçi, emekten yana atan yüreğimizin bam teline dokunuyor :

İlk kez sahilde yürüyorum. Memleketten geldim, Polonez işçisi oldum. Ne tatil yaptım ne de gezebildim… Burada arkadaşlarımla güvendeyim. Bu yürüyüşten ayrılmazsak kurt kapamaz.”

Ne güzel. Ne mutlu bize ki; Polonez Direnişi’ne belli ki kadınlar, kadının gücü damgasını vurmuş. Yine bir başka kadın işçi, kurşun gibi ağır bir başka derse geçiyor :  “ Burada sen, ben… Şucu, bucu yok. Bu direniş hepimizin zaferi.”

Onun omuz başından uzanan bir diğeri epeyce sabırsız;  alelacele söze karışıyor :  “ Ben Figen. Ben bir hiçtim. Bu düğüne katılmazdan, arkadaşlarımla ve ters kelepçe ile tanışmazdan önce yani... Bizler.  Sadece birbirimizden güç aldık. Dış güçler, huzur bozma, nifak sokma... Falandı, filandı. Hepsi yalan. Gerisi talan.  ”

Az ötede, yere oturmuş ayaklarını dinlendiren bir başkası, şu dünyayı yerinden oynatacak güce sahip olduğunu bildiği halde alçak gönüllü, ancak bir o kadar da kendinden emin: “Ben onurumu kazandım. Bu yaşadığım gurur, bana bir ömür boyu yetecek.”

*  *  *

Uzun ve engellenen yürüyüşte bir olmaktan mutlu olan ve güven duyan, katıldığı grevi bir düğün yeri olarak gören işçi, emeğinin, üretimden gelen gücünün, siyasetin ve yaşamın asıl sahibinin yine kendisi olduğunu elbette görecekti. Gördü de. Bu gerçeklik, her biri için yaşamlarında bir milattı. Öyle olunca da... Sendikasının, öyle günü kurtarmak için yapmacık basın açıklamaları/ göstermelik mitinglerle ve şimdilerde bağımlılık yaratmış  sanal medya tepkileri ile yetinmesine elbette izin vermeyecekti.

Coşkusu ve sahiplenişi ile sendikacıyı sınıf sendikacılığına zorlayan işçi, siyaseti halktan koparıp tek kale maç oynayan, emekçinin de tribünden izlemesini isteyen düzen politikacılarına da hak ettikleri dersi, tribünden sahaya inerek vermiş oldu. Sınıfın dünya görüşü temelinde emek eksenli siyaset yapmanın mümkün ve de -olmazsa olmaz- şart olduğunu dosta düşmana gösteren işçinin, bu iradesinin kıvılcımları yıllar öncesinden geliyordu.   

*  *  *

Bu kıvılcımlardan ilk akla gelen… Şubat 1963, Sarıyer. Kavel Kablo Fabrikası işçilerinin grevi. Özetle:  Sadece örgütlü öz gücüne güven. Kadınların inadı ve direnci.  Sınıf dayanışması.  Halk desteği.

Bir başka kıvılcım. Şubat 1982, Adana. İşkence dehlizleri. Yüz yıllardır “Bedrettin” adından öfke duyulması, geleneksel devlet refleksindendir. Savunduğu siyasal düşünceden ve eylemlerinden ötürü, aylardır köşe bucak hırsla aranan, kin duyulan bu kez bizim Bedrettin. Devletin kara listesindeki Bedrettin Şınnak…Yine bir şubat ayazında sinsi ve ihbarlı bir operasyonla yakalanır. Can çıkar huy çıkmaz. Bizim göçmen oğlunda da, sadece fabrika tezgahlarında eğilen, Kavel/ Polonez işçisinin kararlılığı vardır.

Alınır alınmaz en kaba, en vahşi aralıksız bir eziyet uygulanan Balkan göçmeni Şınnak Ana’nın oğlu Bedrettin, aldığı bilinç gereğince bir gün başına gelebileceklerin ayırtındadır. Topluca üzerine çullanan ceberut devlet zoru, Karaburun üzerinden Aydın- Ortaklar’a nefretle yürüyen Şehzade ordusunun gaddarlığından farksızdır. O cellatlar ki, sarayda beslenmişler ve dahi yârin gül yanağından gayri paylaşılan her şeyi, kardeş sofralarını, ortaklaşılan toprakları çiğnemişlerdir. Tıpkı Adana dehlizlerinde celladına diklenen, örgütünü ve yoldaşlarını vermediği için kan kusturdukları Bedrettin’imizi çiğnedikleri gibi…

Devrimcilerin şaşmayan siyasal geleneğindendir. Ezeli açların ebedi tokluğundan yana olmanın bedeli olarak, egemen zalimin indinde her taraftar, bir gün o düğün derneği görecek, o şenliği yaşayacaktır. Bedo da bu onurlu finale içten içe hazırlanan gönüllülerimizdendi. Örgütlü mücadelede de kendine özgü yaşamında da farklı olan, o alçak gönüllü halkım insanı, kuşkusuz eziyetin tezgahında da farklı olacaktı.

Öyle de oldu. Kabul edilmesi çok zor olan acı sonu duyulduğunda, dudaklar tıpkı onunki gibi mühürlendi.

‘Asker Ocağı’ denilen yerde komando olduğundan, bedenen bir o kadar güçlü olan. Ne var ki, “ifadesinin alınması esnasında bir anda, aniden ölüvermesine” “kalp yetmezliği” raporu verilen. Oysa, katillerinde olmayan sağlıklı bir yüreğe, bir yürek yeterliliğine sahip olan Bedo’muz…

Bedrettin Şınnak, -elbette- sadece işkencecisine kafa ile dalan “gözü pek bir yiğit" olmadığından, siyasal duruşundan koparılarak salt "bir kahraman”a indirgenemezdi. Turgutlu’nun Göçmen Mahallesi’nden gelen bir emekçi kökeni, savunduğu bir sınıf bilinci ve sahiplendiği siyasal/ örgütsel bir tavrı vardı. Onurlu, pür neşe, sevgi dolu bir tarım işçisi aileden, paylaşımcı, dayanışmacı, birbirine özveri ile yoldaşça bağlı bir dost ve arkadaş çevresindendi.

Hala omuzlarımızda ağırlığını taşıdığımız siyasi anısının, uzlaşmaz sınıf tavrının derinliğini ve bilinmeyen onurlu ayrıntılarını,  bir gün mutlaka yazılacağına inandığımız yazılı tarihimizin onurlu sayfalarında görmek, yine oluşturulmasında her birimizin boyun borcu olan yazılı belleğimizin satır aralarında anmak, anımsamak umudu ile…

*  *  *  

Öncü devrimcilerin, devrim ve sosyalizm emekçilerinin yaptıklarının aynısını beceremesek de;  Kavel’in diz çökmezliğine, Polonez’in boyun eğmezliğine, Bedrettin’in kararlılığına selam duralım, unutturmayalım, yeter.  Fazlasını da istemezlerdi zaten.

Açık Mektup'tan. 06.02.2025. Adana-Kuruköprü.


Belki başka yerlerde bahsi geçmiştir. Ama kırk yıldan beri ilk kez Bedreddin hakkında bir yazıya sayende rastladım. Unutulmaz biliyorum. Daha çok ve de ayrıntıları ile yazmak gerekir. İleri ki yıllara , gelecek nesillere daha fazla gerçek bilgi bırakmak gerekir. Daha fazla anlatmanı isterim ki tanıyabilelim. Eminim çok anı biriktirdiniz. Bunları paylaşmak ve daha fazla genç nesillere yaymak gerekir. Bu ancak, bir yazılı tarih ve bir ortak bellek oluşturmakla mümkün.