6 Mart 2025 Perşembe

İMECE GÖNÜLLÜSÜ, SINIFSIZ BİR TOPLUM SEVDALISI.

 

Bu topraklarda, başka coğrafyalarda…İş güçlerinden başka satacak ve de zincirlerinden başka yitirecekleri bir şeyleri olmayan insanlara dayatılan ve yaşatılanlar hep aynı olmuştur. Renk, dil, din, cins ve inanç farklılığı nedeni ile itilmek kakılmak; yetmedi öldürülmek… Temelinde sömürü olan, bu sınıfsal ve toplum bilimsel (sosyolojik) gerçeklik, elbette ki basit bir nefret ya da düşmanlık duygusu ile açıklanamaz. Sınıfların varlığı ve özel mülkiyet olgusu uzlaşmaz çelişkinin çıkış ve varlık nedenidir. Bu yüzden, egemen sınıfların her renkten ve de her yalandan "demokratikleşme" lerinde ne eşitlik, ne barış, ne huzur ne de kalıcı bir toplumsal uzlaşı olabilir. Böyle bir yalan söz konusu olduğunda da, altında 'kralın tahtını tahkim etme' planı aranmalıdır. 

Bizim gibi, emperyalizmin güdümündeki geri bıraktırılmış ülkelerde yaşanan bu tipik durum daha yakıcıdır. Özcesi “Çözüm” süreçleri de kaos süreçleri de bunun içindedir. 

Bugün onca aidiyetine karşın, hala "kart kurt"la açıklanan Kürt insanının yaşadığı duygusal kopuşu, herkesin çok iyi bildiği başka yurttaşlarımız da yaşadı bu ülkede. Evlerini barklarını, yurtlarını bırakıp, bize, bu topraklara gelenlerden söz etsek… Hani çocukluk yıllarımızın o arı gibi çalışkan, güler yüzlü komşularımızdan Yugoslavya muhacirlerinden örneğin…

*  *  *

Turgutlu'nun tuğla/kiremit fabrikalarının, ova yollarının toz dumanının hayhuyu içinde, lise yılları sonrası öğrenim görmeye olanak bulamayan, her koşulda “övündüğünü, onur duyduğunu” söylediği ve asla gizleyip saklamadığı Kaçupay soyadı ile Kazım Bayer.

Turgutlu'nun ucuz emek cangılı yetmez. Yaşamını sürdürme, sırf ayakta kalmak adına iş gücünü, önce Suudi diyarında ve de Irak topraklarında, ilerleyen yıllarda "sınıfsız ve sömürüsüz başka bir dünya gerçekleştirme" derdindeki Sovyetler Birliği ellerinde bilerek, isteyerek satar. 

Kazım ağabey emekçi bir insan olmanın olgunluğuna daha çocukluktan erişmiş, sınıf terbiyesini, çalışma ahlakını çalıştığı şantiyelerde almış bir emekçidir. Erken kalkar... Sorumlusu olduğu malzeme deposunun başında olur. İşverenine borçlu kalmaz. Yeri, zamanı geldiğinde masaya yumruğunu vurur. Sınıf yoldaşlarını düşündürmeyi de, etkili söylem ve söyleşilerle haklarını aramaya yöneltmesini de, onları harekete geçirmesini de bilir. 

Çalışma saatleri dışında ailesini de, can dostlarını da ihmal etmez... Heyecanlı, neşelendiren renkli söyleşiler yapar. Bir Balkan göçmeni oluşundan olsa gerek, paylaşımcıdır, değer bilir. Enternasyonal bir bilinci, devrimci bir kimliği vardır. 

Nazi işgalinde anavatanlarını canları pahasına savunan Sovyet partizanlarının, Nadya'ların, Sergey'lerin özverilerini okumuş ve belleğine yazmış, yine Balkan topraklarındaki yaşananları büyüklerinden dinlemiş görmüş, çekilen acıları içinde duyumsamış farklı bir insandır. Değer bilir, sahiplenir. Fırsat buldukça, devrim ve sosyalizm önderlerinin, Nazım'ın baş ucuna gider. Onlarla dertleşir. Sorunlarını, memlekete dair özlemlerini anlatır. 

Bizzat kendi anlatımıdır: 

"Bir pazar sabahı, Kızıl Meydan'ın sakin bir anında, faşizmin zulmüne direnmiş, teslim olmamış, anayurdun onuru ve özgürlüğü için canını vermiş, tanımadığı yurtsever insanlara saygıya geçip, alnı yukarıda gözleri kapalı kıpırdamaksızın dakikalarca onlara selam durmuşluğu" vardır.. 

*  *  *

Alnının akı ve emeğinin hakkıyla çok sevdiği yurduna, toprağına, Soma'ya geri döner. Ailesine düşkündür. Kızları Açelya'nın, Elif’in, Deniz'in biricik babasıdır. Ait olduğu geçmişini yadsımayan, engin Balkan kültürünün, evrensel değerlerin hoş görülü insanı, devrimcilerin imece dostu, gönüllü dayanışmacısı, Nailan'ın, Nurettin hoca'nın, Bedo'nun kadim yoldaşıdır. 

Kaçupay Kazım, onca birikimine, dağarcığına, anlama/ kavrama gücüne karşın, koşullar ve olanaklar gereği, liseden sonra işçiliği yeğlemiştir. 

Özgün hali, kavlince bilgeliğinden el yazmaları değerlidir... Rübaileri en değerli hazinemizdir. Saklı durur.

*  *  *

Kazım Bayer, 'çevre' demez 'doğa' der. 'Çevre' sözcüğünün, 'çevre' anlatımının, insanın kendisi için uğraş verdiği, iyileştirmek için didinip kavga ettiği bir özel "konfor alanı" ndan ibaret olduğunu bilen insanlardandır. 

Bir düğün günü, sokağından geçen bir çingene dostunu nazikçe durdurup, onun iş ortağı ayıya, küçük bir görsel şölen teklif edecek incelikte harbi bir hayvan ve doğa dostudur. Mahalle halkının, dostlarının ve de çok sevdiği çocukların şaşkın bakışları altında sonlandırdığı gösterisinin ardından, çingenenin üstünün kirine, gözünün çapağına bakmadan sarılıp yanaklarından öpecek, "ayı kardeşine" de teşekkür edecek kadar değer bilir, içten ve alçak gönüllü bir insandır. (X)

Kaçupay Kazım halkın dostu, devrimcinin destekçisi olduğu kadar, gerçek bir doğa, sıkı bir hayvan dostudur.  Baldan tatlı sohbetlerinin de, yurt dışı şantiye anılarının da tadına doyamazsınız. Çok zor da değildir... Yeter ki ona yarenlik edin.  

Çok zaman sessiz, durgun, düşüncelidir. Kimi zaman, haklı olarak sitemlidir... Ne var ki, incitmez, kırıp dökmez. 

"Ben sizi hiç bırakmadım, hep destekledim. Sizler de yanımda olmalı, beni desteklemelisiniz." der geçer. Sözü uzatmaz. Gönül koymaz. 

*  *  *

Moskova ayazının garibanı ısırdığı yorgun bir mart akşamında, aynı şantiyenin aynı yatakhanesinde ranzadan ranzaya, yine usuldan bir konuşma geçer: 

Enternasyonalist coşkuyu içine sindirmiş olan Kazım ağabey, sınıf kardeşlerine yakın zamanda ülkesinde yaşanmış acılarından söz eder... 1972 yılı 30 martında, ülkesinin halklarına kurtuluşun gerçek yolunu gösteren, onlara öncülük eden on devrimcinin Kızıldere”de öldürülmesinden... Dinleyenlerin ağzını bıçak açmaz; suspusturlar. Sonra belirgin kıpırdanma olur. 

Saygıyla yekinip selam durma sırası, şimdi mühendis Sergey ve Stalin’in memleketlisi Gürcü Mirza’dadır.

O an, o işçi barakasının izbeliğinde dalgalanıp yüreklerinde derin izler bırakacak o enternasyonal bayrağın hiçbiri ayırtında değildir. Kazım abiye yıllar sonra, o şantiye barakasında nasıl bir önemli görev ve sorumluluğu yerine getirdiğini, yine onun çok sevdiği, geceler boyu yarenlik ettiği bir yoldaşı anımsatacaktır.

Gözlerinden, gül yanaklarından…Her birinin altına göğsünü gere gere, gururla 'Kaçupay' imzasını attığın, o tadına doyulmaz rubaileri yazan cesur yüreğinden öpüyor, yarenliğini de çok ama çok özlüyoruz.

*  *  *

(X) Kazım ağabeyin o boz ayı ile, bir ritüel tadında yaptığı gösterinin tanıkları, bugün suskunluklarını koruyor olsalar da halen hayattadırlar. 

Açık Mektup Kolektifi. 08, Mart, 2025. Eynez Gama Şantiyesi- SOMA.     

 






6 Şubat 2025 Perşembe

BİZİM BEDO, KAVEL GELENEĞİNDE, POLONEZ ZAFERİNDE...

 

BEDRETTİN' İN DEVRİMCİ İNADI, POLONEZ DİRENİŞ RUHUNA VE HAKLI ZAFERİNE SELAM ÇAKIYOR.

İşçi Sınıfının bütününde coşkudan öte umut yaratan ve de sermayenin onca siyasal zoruna karşın göğüslenen bu sonuç, Tersane grevlerinden, Alpagut İşgali’nden, Sungurlar’dan, Kavel Direnişi’den bu yana, sınıf mücadeleleri tarihine düşülmüş kıymetli bir nottur. Polonez İşçisi’nin elde ettiği kazanımın değerli oluşu, bir dizi dersi içeriyor oluşundan…

İşçinin ‘Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır’ belgisi ile özetlediği gerçeklik, emeğin nihai kurtuluşunun söylemle değil, eylemle olacağının kanıtlanmasından başka bir şey değildir; bir.

Lokal anlamda, irili ufaklı ekonomik ve demokratik mücadeleler siyasal hedeflere uzandıkça, küçük ölçeklerde de olsa siyasal içerik kazandıkça öğretici olurlar. Emeğin saflarına moral ve umut, bir sonraki eylemliliğe ve çalışma biçimine zenginlik ve derinlik katarlar. Polonez İşçisi’ nin bu başarısı, bu anlamda -özünde- siyasal bir kazanımdır; iki.

Ülke somut koşulları (“Solun güçsüzlüğü gereği” olarak da okunabilir) nedeni ile, ana muhalefet görevini üstlenen sosyal demokratların ve bir yol haritasından halen yoksun olan sol cenahın kulağına küpe olsun ki: İnsanlığın toplumsal mücadeleler tarihi, gidişin motor gücü ve yaratan sınıfın öz gücüne güvenmeyip, bu temel gücün dışından çare ve çözüm bekleyen anlayışların ve çalışma biçimlerinin hüsranları ile doludur; üç.

*  *  *

Yaşam en iyi, en vefalı öğretmen. İşçi de yaşamın içinde, deneye deneye, yaşaya yaşaya öğreniyor; öz gücünü görüyor. Tıkanan, tıkanmış siyasete yol açıyor, yetmedi yol gösteriyor. An be an öğrendikçe de, öğretiyor :

… Kızım benden bir şey istediğinde, artık yüzümü eğmek istemiyorum. Bunun yolu da, bir olup birlikte yürümekte…”

Kartal sahilinde yürüyüşe katılan kadın işçi, emekten yana atan yüreğimizin bam teline dokunuyor :

İlk kez sahilde yürüyorum. Memleketten geldim, Polonez işçisi oldum. Ne tatil yaptım ne de gezebildim… Burada arkadaşlarımla güvendeyim. Bu yürüyüşten ayrılmazsak kurt kapamaz.”

Ne güzel. Ne mutlu bize ki; Polonez Direnişi’ne belli ki kadınlar, kadının gücü damgasını vurmuş. Yine bir başka kadın işçi, kurşun gibi ağır bir başka derse geçiyor :  “ Burada sen, ben… Şucu, bucu yok. Bu direniş hepimizin zaferi.”

Onun omuz başından uzanan bir diğeri epeyce sabırsız;  alelacele söze karışıyor :  “ Ben Figen. Ben bir hiçtim. Bu düğüne katılmazdan, arkadaşlarımla ve ters kelepçe ile tanışmazdan önce yani... Bizler.  Sadece birbirimizden güç aldık. Dış güçler, huzur bozma, nifak sokma... Falandı, filandı. Hepsi yalan. Gerisi talan.  ”

Az ötede, yere oturmuş ayaklarını dinlendiren bir başkası, şu dünyayı yerinden oynatacak güce sahip olduğunu bildiği halde alçak gönüllü, ancak bir o kadar da kendinden emin: “Ben onurumu kazandım. Bu yaşadığım gurur, bana bir ömür boyu yetecek.”

*  *  *

Uzun ve engellenen yürüyüşte bir olmaktan mutlu olan ve güven duyan, katıldığı grevi bir düğün yeri olarak gören işçi, emeğinin, üretimden gelen gücünün, siyasetin ve yaşamın asıl sahibinin yine kendisi olduğunu elbette görecekti. Gördü de. Bu gerçeklik, her biri için yaşamlarında bir milattı. Öyle olunca da... Sendikasının, öyle günü kurtarmak için yapmacık basın açıklamaları/ göstermelik mitinglerle ve şimdilerde bağımlılık yaratmış  sanal medya tepkileri ile yetinmesine elbette izin vermeyecekti.

Coşkusu ve sahiplenişi ile sendikacıyı sınıf sendikacılığına zorlayan işçi, siyaseti halktan koparıp tek kale maç oynayan, emekçinin de tribünden izlemesini isteyen düzen politikacılarına da hak ettikleri dersi, tribünden sahaya inerek vermiş oldu. Sınıfın dünya görüşü temelinde emek eksenli siyaset yapmanın mümkün ve de -olmazsa olmaz- şart olduğunu dosta düşmana gösteren işçinin, bu iradesinin kıvılcımları yıllar öncesinden geliyordu.   

*  *  *

Bu kıvılcımlardan ilk akla gelen… Şubat 1963, Sarıyer. Kavel Kablo Fabrikası işçilerinin grevi. Özetle:  Sadece örgütlü öz gücüne güven. Kadınların inadı ve direnci.  Sınıf dayanışması.  Halk desteği.

Bir başka kıvılcım. Şubat 1982, Adana. İşkence dehlizleri. Yüz yıllardır “Bedrettin” adından öfke duyulması, geleneksel devlet refleksindendir. Savunduğu siyasal düşünceden ve eylemlerinden ötürü, aylardır köşe bucak hırsla aranan, kin duyulan bu kez bizim Bedrettin. Devletin kara listesindeki Bedrettin Şınnak…Yine bir şubat ayazında sinsi ve ihbarlı bir operasyonla yakalanır. Can çıkar huy çıkmaz. Bizim göçmen oğlunda da, sadece fabrika tezgahlarında eğilen, Kavel/ Polonez işçisinin kararlılığı vardır.

Alınır alınmaz en kaba, en vahşi aralıksız bir eziyet uygulanan Balkan göçmeni Şınnak Ana’nın oğlu Bedrettin, aldığı bilinç gereğince bir gün başına gelebileceklerin ayırtındadır. Topluca üzerine çullanan ceberut devlet zoru, Karaburun üzerinden Aydın- Ortaklar’a nefretle yürüyen Şehzade ordusunun gaddarlığından farksızdır. O cellatlar ki, sarayda beslenmişler ve dahi yârin gül yanağından gayri paylaşılan her şeyi, kardeş sofralarını, ortaklaşılan toprakları çiğnemişlerdir. Tıpkı Adana dehlizlerinde celladına diklenen, örgütünü ve yoldaşlarını vermediği için kan kusturdukları Bedrettin’imizi çiğnedikleri gibi…

Devrimcilerin şaşmayan siyasal geleneğindendir. Ezeli açların ebedi tokluğundan yana olmanın bedeli olarak, egemen zalimin indinde her taraftar, bir gün o düğün derneği görecek, o şenliği yaşayacaktır. Bedo da bu onurlu finale içten içe hazırlanan gönüllülerimizdendi. Örgütlü mücadelede de kendine özgü yaşamında da farklı olan, o alçak gönüllü halkım insanı, kuşkusuz eziyetin tezgahında da farklı olacaktı.

Öyle de oldu. Kabul edilmesi çok zor olan acı sonu duyulduğunda, dudaklar tıpkı onunki gibi mühürlendi.

‘Asker Ocağı’ denilen yerde komando olduğundan, bedenen bir o kadar güçlü olan. Ne var ki, “ifadesinin alınması esnasında bir anda, aniden ölüvermesine” “kalp yetmezliği” raporu verilen. Oysa, katillerinde olmayan sağlıklı bir yüreğe, bir yürek yeterliliğine sahip olan Bedo’muz…

Bedrettin Şınnak, -elbette- sadece işkencecisine kafa ile dalan “gözü pek bir yiğit" olmadığından, siyasal duruşundan koparılarak salt "bir kahraman”a indirgenemezdi. Turgutlu’nun Göçmen Mahallesi’nden gelen bir emekçi kökeni, savunduğu bir sınıf bilinci ve sahiplendiği siyasal/ örgütsel bir tavrı vardı. Onurlu, pür neşe, sevgi dolu bir tarım işçisi aileden, paylaşımcı, dayanışmacı, birbirine özveri ile yoldaşça bağlı bir dost ve arkadaş çevresindendi.

Hala omuzlarımızda ağırlığını taşıdığımız siyasi anısının, uzlaşmaz sınıf tavrının derinliğini ve bilinmeyen onurlu ayrıntılarını,  bir gün mutlaka yazılacağına inandığımız yazılı tarihimizin onurlu sayfalarında görmek, yine oluşturulmasında her birimizin boyun borcu olan yazılı belleğimizin satır aralarında anmak, anımsamak umudu ile…

*  *  *  

Öncü devrimcilerin, devrim ve sosyalizm emekçilerinin yaptıklarının aynısını beceremesek de;  Kavel’in diz çökmezliğine, Polonez’in boyun eğmezliğine, Bedrettin’in kararlılığına selam duralım, unutturmayalım, yeter.  Fazlasını da istemezlerdi zaten.

Açık Mektup'tan. 06.02.2025. Adana-Kuruköprü.


Belki başka yerlerde bahsi geçmiştir. Ama kırk yıldan beri ilk kez Bedreddin hakkında bir yazıya sayende rastladım. Unutulmaz biliyorum. Daha çok ve de ayrıntıları ile yazmak gerekir. İleri ki yıllara , gelecek nesillere daha fazla gerçek bilgi bırakmak gerekir. Daha fazla anlatmanı isterim ki tanıyabilelim. Eminim çok anı biriktirdiniz. Bunları paylaşmak ve daha fazla genç nesillere yaymak gerekir. Bu ancak, bir yazılı tarih ve bir ortak bellek oluşturmakla mümkün.

29 Aralık 2024 Pazar

ÜÇ YILBAŞI... ÜÇ ÇİFT AYAKKABI...

 

ÜÇ ÇİFT AYAKKABININ OMUZLARIMIZDAKİ AĞIRLIĞI.

Yalan-talan-ölüm düzeninin bol ışıltılı sanal vitrinlerinden, at izini it izine karıştıran haberlerine doyduğumuz gündemi karışık ülkemizde, emekçisinden emeklisine zehir zıkkım edilen bir yılı daha geride bıraktık. İlkokulun resim defterlerinde, yüzü gülen mutlu bir çocuk olarak anlatılan yeni yıl, -yeni sürprizleri arkasında saklayarak- bizlere hınzırca göz kırpıyor. Kutlu/ mutlu ve umutlu, olsun. Rakı-balık görsellerine yarasın. Paylaşanları çok, “beğen”enleri bol olsun. Eskilerin gönlünü de yapalım: “Cümlemize kemali-afiyet". 

*  *  *

Otuz yeni yılın, zamanın bol mekanın dar olduğu bir kör karanlıkta karşılanan bir yaşam düşünün. 1994 yılında gencecik bir edebiyat fakültesi öğrencisi olarak girilen zaman tünelinden otuz yıl yaşlanmış bedenine inat, bir şair ruhun inceliği ve her devrimcinin özlemi ile dimdik çıkılan bir yaşam…İlhan Sami Çomak.

“Doğrusu güneşli bir havada tahliye olmak isterdim. Sevdiklerimin o gözlerindeki parıltıyı görebilmek için. Üretilmiş karanlıktan gerçek aydınlığa ulaştım. İçimde bir burukluk söz konusu. Geride birçok sevdiğim arkadaşımı bıraktım.”

*  *  *

Belleğimizin bekçileri kırık dökük anıların taptaze durduğu, sevgili İlhan’ın zaman tünelinden çok daha uzun, yaşayanlarının tekrar yaşamak için gönüllü olacaklarına inandığımız, şimdilerde hayalinin bile kurulamayacağı bir geçmişimiz var bizim:

30 Aralık 1979. Manisa. Akile Yeşilyurt.                                                                            

Aslında çok sevdiği oğulcuğunu uçurmak için fitili ateşlenip tek katlı yer evinin ahşap kapısına bırakılan bomba, güzel anamızı koparıp aldı bizden. Gecenin bir vakti, dört gözle beklediği oğlunu, “…işte sonunda geldi" tez canlılığı ile koşup açan anneyi.  Sisli/uğursuz bir Manisa gününün, kederli bir Saz mahalle sabahında, kim bilir kaç kez pürneşe girilip çıkılmış yıkık bir avlu kapısı durur orada. Hemen kıyısına bırakılmış bir çift eski ayakkabı…

*  *  *

12 Ocak 1982. Konak. İzmir Emniyeti.  Kışın göbeğinde ter kokusu sinmiş, soluk soluğa sorgu odalarından birisindeyiz.  Günahı vebali elbette kendi boynuna. Canı pek de tatlıymış.  İşte böylesi bir boşboğazımızın ele vermesi üzerine, yakalanarak oraya getirilen Turgutlu köylüklerinden Hasan Yalçınkaya… Şimdilerde de, hala görüşüp kucaklaştığımız Hasan abimiz. Çıkarır ayaklarından kara lastiklerini, atar ortaya. Sorguculara duyurmadan ama, öyle usulca, biraz da sıkılarak. Çok sıkışan, tutamayan varsa, içlerine yapsın diye.  Kimsenin başına gelmesin!  Yirmi dört saat helaya götürülmemeniz, çişinizi tutmaya zorlanmanız nasıl bir eziyet, işkencedir. Canı burnuna ve kasıkları patlama noktasına gelmiş hiçbir yoldaş,  -bizim, kronik böbrek zoru olan Japon arkadaşımız dahil-  celladını güldürmemek, alçaklara alay konusu olmamak için,  o öpülesi bir çift kara lastik ayakkabıya işemeyi aklına bile getirmez.

O kara lastik ayakkabı, Şirinyer As.C.evi. 16. koğuşunda çok volta attı; sahibi ile. Saygımızdan. Bizler onun hep bir adım gerisinde olduk. Hasan ağabey yaşıyor!  Orada, Sinirli köyünde... Kendisine yakışan bir tarzda, suskun ve hoşgörülü.            Çok şükür ki, yüzüne bakmaya ve ayda bir gidip ağız tadı ile bir çayını içmeye yüzümüz var.   

*  *  *

Ocak 1984. Sur kent Diyarbekir.                                                                                      

Batı illerinde harı geçmeye yüz tutmuşken, oranın ateşi sönmemiş "eylül yangını" nın, o cehennem, o tekinsiz izbeliklerinden birisinde... Artık yaşadığına, girdiği her yeni yıla ilenen, kimi kez içerleyip kendini kahreden, bu gün hala "mağdur değil, taraftık" diye övünen iflah olmaz bir tanık:  "İbrahim Kaypakkaya'dan yıllar sonra Diyarbekir sorgularında, düşleyebileceğinizden ve de romanlarda yazılanlardan çok daha fazlası yaşandı." diyecektir.

Otuz gün boyunca gözbağları sorgu saatleri dışında, ancak hücrede açılır. Ne var ki, orada da gün ışığı olmadığından bu hiçbir işe yaramaz. Bir Kürt olan hücre arkadaşı, kendisi gibi, kendilerine yardım edenleri, kaldıkları evleri, ilişkileri ele vermesi için, gündüzlerin gecelere karıştığı sonu gelmeyen saatlerde işkence görmektedir.    

Zamanın uzayıp gittiği, bitmek bilmeyen bir gün, suskun hücre arkadaşının sorguya götürülmesinin üzerinden kaç saat geçtiğini kestiremez.  Zaman kavramı yitmiştir. Keko küfürlerle, itile kakıla getirilip hücreye boş bir çuval gibi atıldığında sırılsıklam durumdadır. Kolları Filistin Askısı'ndan cansız ve duyarsızdır. Hücre kapısı kapanır kapanmaz kekonun kıpırtısız bedenin yoklar. Anlamaya çalışır. Kollarının ayırdına varınca da masaj yapar. Moral olsun diye uzamış sakallarını okşar. O ise, durumuna aldırmaksızın, kulağına yarım yamalak Türkçe'siyle: 

"Asla teslim olmadığını, sonunda ölüm de olsa katlanacağını" fısıldar. Onca alçak gönüllülüğü ile "Onun da korkmamasını, bir gün İzmir'e kavuşabilirse, oradaki -Egeli- dostlarına enternasyonal selamlarını iletmesini" öğütler.

*  *  *

Yılbaşıdır... Hücrelerin kapıları açılıp kapandıkça koridordan, insan azmanlarının arsız gülüşmelerini izleyen, falakada sopanın nasıl kırılıp tavana çarptığını ve kara bıyıkları tek tek nasıl yolduklarını anlattıkları fütursuz konuşmaları gelir.

*  *  *

Zifiri tabutluklarda akla sığmaz yöntem ve tekniklerle dolu saatler, günler geçer. Dipsiz, bitimsiz, boz bulanık mekanın fısıltı ile konuştukları bir anında, kirli sakalı uzamış, sıcak soluklu adam bir sır verir gibi aniden:  "Beni götürecekler, bir not ele geçirdiler, bir randevu notu... Beni canlı yem olarak kullanıp, ateşin içine atacaklar. Senden dileğim; bir gün sağ salim memleketine geri dönebilirsen, arkadaşlarımıza, yoldaşlarımıza, devrimcilerin bu topraklarda da cuntaya direndiğini, açık faşizmin karşısında diz çökmediğini ve her ne olursa olsun mücadeleyi sürdürdüğünü" anlatmandır. 

Ve hiçbir şey söylememiş, hiçbir şey olmamış gibi, çok kısa sürecek, ürkek, tedirgin, eğreti ama karşı konulmaz, arsız bir uykunun kollarına bırakır kendini.

Devrime ve sosyalizme,  onlarla gelecek günlerin inanılan bütün değerlerine dair sımsıcak düşlerin, yaralı bedenin yaralarını sağaltmaya çalıştığı bir vakit hücrenin kapısı hoyratça açılır. Yüzünü hiç seçemediği, adını bile öğrenemediği, konuştuğu ana dilini bilmediğinden ancak yüreğindekileri paylaşabildiği suskun, ezik bakışlı esmer genci alıp götürürler.

İstem dışı titremelerle kasılan genç adamın sıska çıplak ayaklarına kara lastiklerini giydirirken, onun "titremem korkudan değil, çaresizliğimden" anlamında bir şeyler söylemeye çalışmasından eksiklik duyduğunu ve bu nedenle de utandığını anlar. Rahat olması için onun sırtına birkaç kez dostça dokunur. Celladına belli etmeden usulca vedalaşırlar. Duyumsattığı şeylere, coşkusuna, hüznüne ve çaresizliğine ait sayfalarca anlatılabilecek bu ayrılış anı, saniyeler içinde başlar ve biter.  Uzaklaşan ayak sesleri kesildiğinde yüreği sıkışır. Şimdiden özlediği insan, celladından aman dilemeyen, adı sanı hiç bilinmeyecek, -ola ki bir gün- yazılı tarihimizde geçmeyecek devrimcilerden sadece birisidir. 

Karabasanlı, karışık bir uykuya daha yenice dalmış gibi gelse de saatler geçmiştir. Yarı uykulu kıvrılmışken demir kapının kilidi döner.  Sahibinin arsızca sırıttığını duyumsadığı bir el üzerine yumuşak bir şey atar. "Al işte" der, "O pislikten geriye kalan, çok sıkışırsan içine işe... Benden izin." Aynı arsızlıkla sırıtıp ve kızgın sinirli küfrederek demir kapıyı sertçe kapatır. El yordamı ile anlamaya çalıştığı yumuşak cisimler, burun boşluklarına dolan kanın pıhtılaşmaya başladığı kara lastiklerdir.  

*  *  *

12 Ocak. Her 12 Ocak... O gün bu gündür, tanımsız bir incecik, ılık/ ıpılık kanayan yaradır. Her yıl gelip dayandığında, çöktüğünde zihnimize, bir yerlerde kırılan bir yeşil bahar dalıdır.  O gün bu gündür; aile içinde ve yakın dost çevresinde espri ile karışık hep bir uyarı vesilesi olmuştur:  "Aman ha dikkat... Saçak altından yürüme. Bu gün 12 Ocak."  Felaket tellalı hiç olmadık da.  Şimdilerde "Bu kadarı da olmaz!" şaşkınlığı ile az mı karşılaşıyoruz, bize yaşatılan/ dayatılan saçma sapan olaylarla? 

İzmir-Güzelyalı'da, omuzu bol yıldızlı, kelle kesen Hacı Mirza Mahkemelerinden, bu günün önleri düğmeli cübbeler içindeki imamların, keseni-boğanı-çalanı salan, yazanı-konuşanı-ayağa kalkanı kapatan, "Oraya sordum. Oldu!" mahkemelerine.

Açık Mektup’ tan. 30.12.2024. Devegeçidi- Diyarbekir.

26 Aralık 2024 Perşembe

BİRLİKTE YÜRÜMENİN GEREKLİLİĞİ ÜZERİNE (4-Son)


DAHA ÇOK YÜRÜYELİM. DAHA ÇOK GÖRÜNELİM.

“Ana muhalefet” in dümen suyunda olsa da, bir muhalif kanalın canlı yayınında, hesapsız kitapsız, tıpkı “Irazca” örneği, -ne olacaksa olsun- dercesine, ders verircesine konuşuyordu yürekli ablam:

“Biz biraz yürümeye kalktığımızda. Bizi biraz görüyorlar. Sonrası mı? Bizler işi orada bıraktığımızda yüzlerinde güller açıyor Tam da istedikleri gibi, aynı tas aynı hamam oluyor. Alan satan memnun misali.”

* * *

Orta Okul sıralarındaydık. Türkçe öğretmenimizi can kulağı ile dinler, özenle seçip, yerli yerinde kullandığı sözcüklerine hayran olurduk. Bizleri konuşma dilinden çok yazı diline özendirirdi. Her fırsatta kompozisyon çalışması yaptırır, duygu ve düşüncelerimizi içimizden geldiği gibi yazmamızı isterdi. İyi ki, onu dikkatle dinlemiş ve öğütlerini tutmuşuz.

“Giriş, gelişme ve sonuç.” derdi, şimdilerde pek anımsanmayan eğitim emekçisi. “Çocuklar, yazınızın sonuç bölümünde bir ders veremiyor ve bir ileti ulaştıramıyorsanız eğer. Tüm emekleriniz nafiledir. Unutmayın. Sonuç, yani sonuç bölümü çok önemli. En etkili sözcüğü orada kullanmalı, asıl vurgunuzu orada yapmalısınız.” 

* * *

Yazılı ve görsel basında, günün her saatinde üzerlerimize fışkırtılan onca ‘Mali-sosyal analizler’ in, onca ciddi ‘asgari ücret’, ‘tek haneli enflasyon’ ve ‘çözüm’ saptamalarının -siz bombardımanlarının okuyun- sonucunda koskoca dağ, minik bir fare bile doğurmuyor. Ortada ne bir sonuç, ne de bir “sonuç bölümü” var.

* * *

Kaçıran, her zaman olduğu gibi yine kaçırdı;  alması, bellemesi gereken dersi. Dersimizin sonuç bölümünde, canlı yayında Irazca kadın noktayı koyuyordu. Zurnanın zırt dediği yerdeki, söyleyemediği ileti, o utangaç, o alçak gönüllü, o iddiasız konuşmasının satır aralarında gizlidir:

“Daha çok, daha kalabalık yürürsek. Bizi daha çok görürler. Sonrası mı? Sözün kısası Hanyayı da Konya’yı da görürler. Layık oldukları gitmeleri gereken yere giderler. Tarihin çöplüğüne.”

* * *

Hitachi Energy’ de MESS dayatmalarını geri çektirerek, ücret artışını ve sosyal haklarını güçlendiren TİS’ i bağıtlayan, metal işçilerinin inadında, yürekli ablamın söylemeye dili varmadığı, gönlünde yatan var aslında.

Hitachi grev inadının en önemli ayağı, sendika yönetiminin işçinin haklı taleplerinin yanında durma, onları kurtlar sofrasında yalnız bırakmama iradesidir. İşveren baskısı, polis barikatı bir yana, belirleyici olan budur. Birleşik Metal İşçileri Sendikası üyesi işçilerin, işveren örgütü MESS’in dayattığı yoksulluğa karşı ilan ettikleri ve örtülü faşizm kararnamesi ile yasaklanan grevleri, zorlu da/ güç bela da olsa, sonuçta kazanım getirdi.

Ücretle ilgili tüm rakamsal ayrıntılar bir yana, onurları ve de üretimden gelen güçlerinin bilinci ile direnen metal işçileri, sözleşmelerinin ilk altı ayında yüzde altmış oranında kazanım elde etmiş oldu.

Dahası, sermayenin borazanı MESS tarafından dayatılan, emek düşmanı maddeler geri çektirildi. Metal işçilerinin örgütlü sendikal birliği, 3 yıllık TİS dayatmasını, “esneklik”, “güvencesizlik” ve “performans vahşiliği” içeren, Kemal Derviş ve Özal yadigarı neo-liberal kapitalist maddelerin tümünü geri çektirdi. Kazanılmış haklardan ödün vermedi. Hukuksuz Yüksek Hakem Kurulu'na gitme tehlikesi gibi, uzun yıllar telafi edilemeyecek kazanılmış, kazanılmamış tüm hak kayıplarının önüne geçilmiş oldu.- 

Diğer sınıf kardeşlerine ışık tutan ve yol gösteren bu kazanımda, -elbette- gelenek ola gelmiş yandaş sendikacı geleneğini terk edip, işçilerle bir arada durarak işyerlerindeki grev iradesini dikkate alan, omurgalı ve dik duran sendikacıların da payı çoktur. Haklarını yemeyelim; o sınıf önderlerinin dilince bitirelim:

“Sınıfın temel, evrensel, anayasal hakkı olan grev hakkının savunulması için yürüttüğümüz sınıf mücadelesinin içinde ve onun temel öznesi olan sınıf kardeşlerimize, emek örgütlerine ve tüm dostlara teşekkürler.”

Hitachi Energy İşçileri, sınıfının mücadele rotasına ışık tutan, yazdıkları başarı hikayesinin sonuç bölümü ile, gönüllerimizde yaşamayı sürdüren Türkçe öğretmenimize nasıl esaslı bir selam çaktıklarının ayırdında olsalardı, eğer.

Bu çok kısa ama derin öykümüz, çok daha güzel, çok daha anlamlı bitecekti.  

“DUR” DEMEK, “GEÇİNEMİYORUZ” DEMEK YETMEZ. AYAĞA KALKMAK GEREK.

Açık Mektup Yazı Kurulu’ndan. 26.12.2024. Dudullu O.S.B- Ümraniye.

 


13 Aralık 2024 Cuma

OSMAN GÜN' DÜ... O, BİZİM "İNEKÇİ OSMAN" IMIZDI. ( 2-son )

 


OSMAN GÜN' DÜ... BİZİM "İNEKÇİ OSMAN" IMIZDI.

"Bilinenin yinelenmesi cesur söylemlerimiz ve iddialı sloganlarımız anlamına geliyorsa" dedik ya bir kez. Durum böyle olunca, yazılı/ görsel basında yeterince yazanı/ yorumcusu bulunan, ülkemizin ekonomiden politikaya, çalışma yaşamına ilişkin yerinde analizleri, ciddi yorumları konunun uzmanına bırakıp belleğimizin bekçileri olan, sözlü tarihimizi, vicdanlarımızı canlı tutan yaşananları anımsamayı sürdürelim. Umarız, ortak bir dille yazılmayı bekleyen yazılı tarihimizin ve yazılı belleğimizin temel taşlarını oluştururlar. O mutlu ana dek, şimdilik az da olsa moral bulma, gönlümüzü ferah tutma ve de içimize soğuk sular serpme adına...

Yoksa, yaşanan zamanlar öyle böyle değil, sözcüğün gerçek anlamı ile tam bir karabasan. "Üreticinin zarar etmediği" söylenebilen, neredeyse "Ekmek yoksa pasta" önerilen şu kahrolası düzende, tutuklamalar AKUT'a, ölüm meleği yeni doğan bebeğe, biber gazı "işimi istiyorum, başka bir şey değil" diyen Polonez işçisine ve oy verip seçtiği belediye başkanına sahip çıkan halkım insanına ulaşınca, halkımızın "Ar damarı çatlamak" ve "Gemi azıya almak" gibi, güzel özdeyişlerini anımsıyoruz ister istemez.

* * *

" Önce siz ateş edin mösyö burjuvazi" demişti Karl Marks... Yer ve zaman koşulları değişse de, söylemimiz de eylemimiz de örtüşür ve eş anlamlıdır; para babalarının günahları kadar sevmedikleri sakallı adamla. Şimdi acının hakikatlisini çeken biziz. Başka anavatan yok, hiçbir yere gitmiyor hiçbir yere kaçmıyoruz. Elinizde sayılırız bir bakıma; içerde dışarda. Buyurun, ateş edin! Yarından sonra kimin ağlayacağı, kimin kaçacak fare deliği arayacağı belli olmaz. Hele bir, bizim İnekçi Osman'ın "mengene kerpeten" hareketinin tek çıkar yol, tek kurtuluş seçeneği olduğu bir anlaşılsın! Asla özeleştiri yapmayıp, temelinde sınıf mücadelesinden sıvışmak yatan, "Bu halktan bir şey olmaz" kolaycılığı, çok eski bir "solcu" ve kronik aydın hastalığıdır. Halkın size güvenmesini istiyorsanız, siz de halkınıza güveneceksiniz.

Bu halkın ayranı bir kabarmaya görsün... Bu topraklar, ayak sesleri başkentten duyulan fincancı katırlarını ürkütüp, egemenlerin tatlı uykularını kaçırtan, görkemli diklenmelere de, coşkulu kalkışmalara da tanık olmuştur. Konuyu azıcık karıştıranlar; 15-16 Haziran'ı da, Sungurlar/ Kavel direnişlerini de, Taksim'de 'Yüz Bin Emekçi'yi de, Madenci Yürüyüşü'nü de, daha nicelerini de görecektir. Hani dudak büküp "amele takımından" dedikleri, o "baldırı çıplaklar"... Ebedi tokluğu fethedecek olan ezeli açlar. O muhteşem final hareketini yapmaya karar versinler. Tek Yol Mengene/ Kerpeten desinler bir... Kim yerlerde, bizim Osman'ın cüssesini aratan emekçilerin altında "sekiz çizer" ve de kim olduğu yerde "tespih böceğine döner" hep birlikte görürüz.

* * *

Bizlere, daha dün Narin'in şahsında, 'yenidoğan' servislerinde çektirdikleri acılara benim diyen dayanamasa da... İnsanız ya sonuçta. Sığınacak bir yoldaş sıcaklığı, içimizi ısıtacak bir dost anısı arıyoruz. İkisi de. Dahası da var, ellerimizi erken bırakıp giden arkadaşlarımızda. Osman salt bir örnek, bir sıra neferidir. Ne var ki, anlatılmaya da bilinmeye de değerdir.

Hayvancılığın yanı sıra, gereksinimini ve harçlığını çıkaracak kadar bağ-bahçe işleri ile de uğraşır. Şimdilerde, sevgili oğulları Semih'le Kadir'in yaptığı ölçüde yapmasa da, dikip suladığı fideleri bakar büyütür; evine gelenlerin torbalarını, arabalarının bagajlarını itirazlarını dinlemeksizin tıka basa doldurur. Onun itirazsız paylaşım ısrarı, savunduğu dünya görüşü gereğidir. Yer ve koşullar her ne olursa olsun, adımları aklının ve politik düşüncesinin izinde gider. En darda, en zorda olduğunda dahi vicdanı ile cüzdanı arasına asla sıkışıp kalmaz. Her daim dik duran omurgalı arkadaşlarımızdandır. Eğilip bükülmez, el etek öpmez...

Onun eğilip bükülmezliğinin kökleri lise yıllarına, yani devrimcilerle tanışmasına gider. Yokluktan denmişti ya okuyamamışlığı... Öyle değil elbette. Doğrusu, 'dik duruşundan, okuldaki devrimci arkadaşları ile, her daim birlikte dayanışma içinde oluşundan' olacaktı. Osman arkadaşları ile birlikte, doğruları söyler, savunur. Gerici saldırılara göğüs gerer, yere sağlam basar, sağlam durur. Ne ki, eyleminin de duruşunun da bedelini öder. Diğerleri ile birlikte okuldan atılırlar. Her biri değişik liselerde bitirmek zorunda kalır.

* * *

Osman Gün aklı, inandığı bilim ve siyasi görüşü ile adımları birlikte gitsin ister. Plansızlığa, ilkesizliğe tahammül edemez. Yapılan her iş ve girişilen her üretim planlı programlı, hesaplı kitaplı olmalıdır. Kötü niyetli olmasa da düşülen bir hesap hatasında asla sessiz kalamaz. Yakını da olsa -mahcup olması pahasına- doğruyu söylemekte sakınca görmez. Öylesi anlarda, kısık ve bulanık gözlerinde o ana dek görülmeyen kızgınlık ve itiraz kıvılcımları uçuşur.

İlerleyen yıllarda görme yeteneğini iyiden iyiye yitirir. Göz kapakları kısılır. Değişmeyen ise, sinirlendiğinde o sönen gözlerde öfke ve itiraz şimşeklerinin çakması, birlikte yaşadığımız duygu yoğunluklu anlarda yine sadece bizlerin ayırtına varabildiği, yüreğinin yufkalığını ele veren buğulanmalardır.

O gün bu gün, o onurlu gözlerdeki sorgulamaların, itirazların ve isyan kıvılcımlarının nedeni olan baskın sınıfın egemen anlayışı halen iktidarda.

Hayatında bağ bahçe tozu görmemiş Tarım Uzaktan Bakanı, ülkede zarar eden üretici olmadığını söylüyor. Suça ve adaletsizliğe göz yummayan, düzenin sorumlusu acı reçetelere ortak olmayan hemen herkese çemkiren suç işleri bakanı, suça karşı çıkana, hak-hukuk ve adalet arayana parmak sallıyor. Tehdit ediyor. Açıkladığı enflasyon oranı rakamları, yine bizzat kendilerine bağlı bir kurum olan İŞKUR tarafından yalanlanan TÜİK'e göre "istihdam" artarken, işsizlik oranı da haliyle düşüyor(!)

* * *

Osman Gün, siyasal geleneğine bağlı, dünya görüşüne uygun en ciddi analizleri oturup yazan, doğru siyasal analizler yapanlarımız -bir çoğumuz- gibi ilkeli ve kuralcıydı. Sorunlarımızın karmaşıklaştığı yerde ayağa kalkar, ilkelere uymamızı anımsatıp ve ortaklaştığımız kurallara işaret ederdi.

Bırakın örgütlü bir insan oluşunu, Camiönü Albayrak mahallesinden sıradan bir birey olarak en küçük, kendi deyimi ile üç kuruşluk bir haksızlığa bile tahammülü yoktu. Ola ki, böylesi bir durumda yanıtı, çok sert olabilirdi. Tanıkları yaşıyor; olmuştur da...

* * *

Bu gün, yakın geçmişimizde hiçbir şey olmamış ve hiçbir şey yaşanmamış gibi davrandığımız 2024 Türkiye'sinde yaşıyor olsaydı. Hala muhasebesini yapmamış ve yapamamış, hala geçmişi, hala yapıp ettikleri ile, yanlışları ve eksiklikleri ile yüzleşememiş bizleri "mengene-kerpeten" hareketine uygun görür müydü? En iyimser tahminle sorumlumuzu, sorumsuzumuzu kara tahtaya kaldırıp, sözlü sınava çekerdi. Orası kesin. Ancak, yine de hoşgörüsünü ve iyimserliğini yitirmez, yine o Lada'da olduğu gibi eğlenir, her şeye karşın bizlerle birlikte olmanın tadını çıkarırdı.

* * *,

1990'lardan bu yana, "bebek katili" diye diye, halkımızı şaşırtıp şaşı baktıranlar, bu kara propagandanın bilgi kirliliğinde oy devşirenler, sistemin çürümüşlüğünü ortalığa saçan "Yenidoğan" rezilliğinde, topu malum hastanenin başhekimine atıp, suçu "üç beş kişilik çete" ye havale etmeye çabalıyorlar.

On yıllardır anlatmaya çalıştığımız vahşi kapitalizm, ekonomisinden çalışma yaşamına, eğitimden sağlığa, kokuşmuş pul pul dökülüyor. Ağızlara sakız yapılan "bebek katili", ticarileştirdikleri, kendi deyişleri ile "şirket yönetimi" ne çevirdikleri sağlık sistemleri imiş. Bilinç ve farkındalık durumlarımıza göre davranışlarımızı ve yaşam biçimlerimizi etkileyen ya da belirleyen, emekçi kitlelerle egemen oligarşik yapı arasında kurulmuş suni denge emekten yana bozulmadıkça: Yenidoğan servisinde bebek, madende- inşaatta işçi, Bağlar"da Narin, SEDES'te öğrenci- işçi, evde- sokakta kadın kıyımı sürecek.

* * *

Sevgili dostum, o yumuk gözlerinde eksik olmayan öfke ve heyecan, şefkat ve hoşgörü gülümsemeleri, yaşadığımız şu alaca karanlık günlerimizde de bizlere cesaret veriyor, içimizi açıyor. Hep vardınız. Her daim de oralarda bir yerlerde, yüreklerimizin bir köşesinde, hep var olacaksınız. En sevdiği "Ay Karanlık" şiirini okuyan sevgili Zafer'imizin omuzuna dokunan o dost elinin sıcaklığı ve içtenliği omuzlarımızdan hiç eksik olmayacak. Bilesin.

Sana hoşça kal demeden önce, seninle sembolleşen şu 'mengene' hareketinin hakkını verelim. Sevgili Osman, sen yıllar önce, sözü uzatıp dolandırmadan, kısa yoldan sloganı belirlemişsin. Bizler, o günlerin koşuşturmacası içinde bunun ayırtına varamamışız:

Tek Yol Mengene/ Kerpeten. Bunun başka yolu yok...

Açık Mektup Yazı Kurulu, Turgutlu-Camiönü, 18.12. 2024